DÜNYA BASINI

ABD’nin Latin Amerika politikası başkan kim olursa olsun kötü olacak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz, Roger D. Harris ve John Perry tarafından kaleme alınan inceleme yazısı, ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik politikalarının özünde değişmez bir yapısal sürekliliğe sahip olduğunu; farklı yönetimlerin ise bu politikaların yalnızca biçimini ve söylemini dönüştürdüğünü ortaya koymaya çalışıyor. Yazıda, Demokratlar ya da Cumhuriyetçiler fark etmeksizin, Washington’un Latin Amerika’daki varlığının her koşulda emperyalist bir tahakküm mekanizması olarak işlediği güncel tartışma ve yorumlar yardımıyla gösteriliyor.

Bugün, Çin gibi yeni aktörlerin bölgedeki varlığının artması, Washington’un tahakkümünü sarsarken Latin Amerika halkları için ise yalnızca ekonomik değil, siyasi bağımsızlığın da pekiştirilebileceği yeni manevra alanları yaratıyor. Nitekim tarih, bu coğrafyanın yalnızca büyük güçlerin stratejik hesaplarına göre şekillenen bir sahne olmadığını; halkların kendi kaderlerini tayin etme iradesinin, emperyalist projelerin kaçınılmaz görülen sonuçlarını her zaman doğrulayamadığını sayısız defa gösterdi.


Göç, Uyuşturucu ve Gümrük Vergileri: Biden ya da Trump, ABD’nin Latin Amerika Politikası Her Durumda Alçakça Olacak

Roger D. Harris ve John Perry
CounterPunch
3 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Donald Trump’ın yeniden başkan olmasıyla birlikte, ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik politikasının ne yönde değişebileceği konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılıyor.

Bu makalede önce bu spekülasyonları ele alıyor, ardından ABD’nin politika önceliklerinin ilerici bir Latin Amerika perspektifinden nasıl değerlendirilebileceğine dair üç somut örnek sunuyoruz. Buradan hareketle daha geniş bir argümana ulaşacağız: Bu meselelerin ele alınış biçimi, Washington’un esas önceliğinin ABD’nin hegemonik konumunu korumak olduğunu gösteriyor. Latin Amerika politikası bu hedefin yalnızca bir parçası olsa da ABD’nin bölgeyi hâlâ kendi “arka bahçesi” olarak görmesi nedeniyle hemen her zaman belirleyici bir öneme sahip.

İlk olarak, uzmanların söylediklerinden derlediğimiz bazı örnekler verelim: Foreign Affairs’dan Brian Winter, Trump’ın dönüşünün Biden’ın bölgeye yönelik ilgisizliğinden bir sapma olduğuna işaret ediyor. “Bunun nedeni çok açık” diyor, “Trump’ın yasa dışı göçü bastırmak, fentanil ve diğer yasa dışı uyuşturucuların kaçakçılığını durdurmak ve Çin mallarının ülkeye girişini azaltmak gibi iç politika öncelikleri büyük ölçüde Latin Amerika politikasına bağlıdır.”

Doğrudan ABD savunma sanayii tarafından finanse edilen Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nden (Center for Strategic and International Studies) Ryan Berg de umutlu. Berg, Trump’ın “ABD politikasını Batı Yarımküre’ye daha fazla odaklayacağını” ve bunu yaparken de eş zamanlı olarak “kendi güvenliğini ve refahını da güçlendireceğini” savunuyor.

Blog yazarı James Bosworth’a göre Biden’ın “kasti olmayan ihmalinin” yerini “saldırgan bir Monroe Doktrini¹, kitlesel sınır dışılar, gümrük tarifesi savaşları, militarist güvenlik politikaları, ABD’ye sadakat talepleri ve Çin’in reddi gibi unsurlar” alabilir. Ancak yine de, Trump’ın Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun bölgeye dönük ilgisine rağmen, Bosworth yeni yönetimin başka yerlere odaklanması nedeniyle politikanın yeniden bir ihmale dönüşme ihtimalinin hala yüksek olduğunu düşünüyor.

Teleskobun yanlış tarafından bakmak

Bu ve benzeri analizlerin ortak noktası, iç meseleler de dâhil olmak üzere ABD açısından önemli olan sorunlara odaklanmaları ve Latin Amerika politikasındaki olası değişimlerin bu sorunları nasıl etkileyebileceğini tartışmalarıdır. Diğer bir deyişle, bölgeye ABD’ye monte edilmiş bir teleskoptan bakıyorlar.

Trump’ın yaklaşımı küstah bir “önce Amerika!” söylemiyle şekillense de temel duruşu yukarıda bahsi geçen uzmanların görüşleriyle büyük ölçüde örtüşüyor: Farklı senaryolar Washington’da şekillendirilecek olup, Latin Amerika’nın geleceği, üzerinde çok az etkisinin olduğu ABD politika değişimlerini nasıl ele aldığı üzerinden değerlendirilmektedir. Bu sözde uzmanların analizleri, Washington’u sorgulamak yerine onunla aynı tek boyutlu bakışı benimsemeleri nedeniyle oldukça sınırlı kalıyor.

İşte bir örnek: “İhmal” kelimesi yüzeyseldir çünkü ABD’nin Latin Amerika’yı “ihmal” ettiği zamanlarda dahi derin ticari bağlardan geniş askeri varlığına kadar Latin Amerika’ya olan muazzam ilgisini gizler. Bu kelime gerçeği çarpıtır da, zira ABD, Latin Amerikalıların çoğunu ilgilendiren sorunlara sürekli olarak kayıtsız kalmaktadır: Düşük ücretler, eşitsizlik, sokaklarda güvende olmak, iklim değişikliğinin yıkıcı etkileri ve daha pek çok şey. “İhmal” olarak tanımlanan durum, bir Latin Amerika kentinin sokaklarında, Washington’dakinden çok daha farklı algılanacaktır.

“Uyuşturucu sorunu”, peki kimin?

ABD’nin düşünsel boşluğu hiçbir yerde uyuşturucu sorununa verilen yanıtlarda olduğu kadar net değildir. Trump, Meksikalı uyuşturucu kartellerini “terör örgütü” ilan etmekle ve onlara saldırmak için Meksika’yı işgal etmekle tehdit ediyor.

Ancak akademisyen Carlos Pérez-Ricart’ın El País’e verdiği demeçte söylediği gibi: “Bu Meksika’dan kaynaklanan bir sorun değil. Uyuşturucunun kaynağı, uyuşturucuya dönük talep ve uyuşturucu taşıyıcıları Meksikalı değil, onlar [ABD].” Benzer şekilde Meksika Devlet Başkanı Claudia Sheinbaum da Meksika’da uyuşturucu üretimini ve kaçakçılığını körükleyenin asıl olarak ABD’deki tüketim olduğuna dikkat çekiyor.

Trump, bu noktada selefi Clinton yönetiminin yirmi yıl önce yaptığı hatayı kolaylıkla tekrarlama potansiyeli taşıyor. O dönemde “Kolombiya Planı” dahilinde milyarlarca dolar harcanmış, ancak bu, “uyuşturucu sorununu” çözmek yerine Kolombiya’daki şiddeti ve insan hakları ihlallerini artırmıştı.

Trump’ın tehdidini gerçekleştirmesi halinde neler olabileceği, geçtiğimiz Temmuz ayında Biden yönetiminin Ismael “El Mayo” Zambada’yı yakalamasıyla görülmüş oldu. Bu olay Meksika’nın Sinaloa eyaletinde uyuşturucu kartelleri arasında büyük bir savaşın patlak vermesine neden olmuştu.

Sheinbaum biraz da haklı olarak uyuşturucu üretimi ve tüketimiyle ilgili soruları tekrar ABD’ye yönlendiriyor. Retorik bir şekilde şu soruyu soruyor “Fentanilin ABD’de üretilmediğine sahiden inanıyor musunuz? ABD kentlerinde fentanil dağıtan uyuşturucu kartelleri neredeler? Bu fentanilin satışından elde edilen para nereye gidiyor?”

Trump kartellere karşı bir savaş başlatırsa, uyuşturucu tüketimini bir iç mesele olarak değil de bir dış mesele olarak ele alan ilk ABD başkanı olmayacak.²

“Göç sorunu” nereden kaynaklanıyor?

Aslına bakarsanız, Trump göç konusuna kafayı takan ilk başkan değil. Tıpkı uyuşturucu gibi, göç de göçmenlerin çıktığı ülkelerin çözmesi gereken bir sorun olarak görülüyor. Buna karşılık, ABD’nin kontrolü altındaki “itici” ve “çekici” faktörlere daha az önem atfediliyor.

Göçmen emeği sömürülmesi, karmaşık iltica prosedürleri ve göçü teşvik etmek için kullanılan “insani tahliye” gibi uygulamalar göz ardı edilen sebepler arasında. Biden yönetimi, ABD’nin çeşitli Latin Amerika ülkelerine uyguladığı ve kitlesel göçü tetiklediği kesin olarak kanıtlanmış olan yaptırımları daha da sertleştirdi. Şimdi ise Trump, aynısını yapmakla tehdit ediyor.

Birçok Latin Amerika ülkesi ABD’nin doğrudan karıştığı uyuşturucu ticareti veya başka suçlarla bağlantılı şiddet eylemleri nedeniyle güvenlik tehdidi altında. Sadece 2023 yılında yaklaşık 392,000 Meksikalı yaşanan çatışmalar nedeniyle yerinden edildi. Bu sorun ABD’den Meksika’ya yapılan yoğun ve çoğu zaman yasadışı ateşli silah ihracatı nedeniyle daha da ağırlaşıyor.

Tarihsel olarak güvenli bir ülke olan Kosta Rika’da dahi 2023 yılında, çoğu uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgili -rekor sayıda- 880 cinayet işlendi. Brezilya ve diğer ülkelerde ise, ABD tarafından eğitilen güvenlik güçleri şiddeti azaltmak yerine doğrudan bu şiddetin bir parçası olarak onu daha körüklüyor.

Trump’ın vaat olarak önümüze koyduğu (ABD’den) kitlesel sınır dışı uygulamaları, tıpkı 1990’ların sonunda El Salvador’da olduğu gibi, bu sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale getirebilir. Ayrıca göçmen işçilerin ülkelerine gönderdikleri işçi dövizlerini de etkileyeceğinden, bölgedeki yoksulluğu daha da derinleştirebilir. Latin Amerika Trump’ın tehditlerine karşı durmazsa, ABD’ye yapılan ihracatta ek gümrük vergisi getirme tehdidinin de ciddi sonuçları olabilir. Ekonomist Michael Hudson, ABD’den elde ettikleri ihracat gelirlerinin aniden kesilmesi halinde, bu ülkelerin dolar bazlı borçlarını ödemeyi topluca reddederek misilleme yapmak zorunda kalabilecekleri uyarısında bulunuyor.

Çin, ABD’nin “arka bahçesi”nde

Trump, Washington’daki genel eğilime paralel olarak, Çin’in Latin Amerika’daki tesirini büyük bir tehdit olarak görüyor. Büyük ölçüde Pentagon tarafından finanse edilen Peterson Uluslararası Ekonomi Enstitüsü’nden Monica de Bolle, BBC’ye verdiği demeçte şöyle konuşmuştu: “Amerika’nın arka bahçesi, Çin’le doğrudan ilişki kuruyor. Bu, büyük bir sorun yaratacaktır.”

Kısa süre önce emekli olan ABD Güney Komutanlığı generali Laura Richardson, Biden yönetimi döneminde, Washington adına Latin Amerika başkentlerini sık sık ziyaret eden muhtemelen en üst düzey yetkililerden biriydi. Richardson, Çin’in bölgede “çift amaçlı” (hem sivil hem askeri kullanım için uygun) tesisler inşa ettiğini ve bunların ileride Çin Halk Kurtuluş Ordusu’na ve stratejik deniz yollarına erişim noktaları olarak hizmet edebileceğini öne sürüyor.

Foreign Affairs’in de kayıtlara geçtiği gibi, Latin Amerika’nın Çin ile ticareti 2002’de 18 milyar dolar iken 2023’te 480 milyar dolar gibi dramatik bir artış yaşadı. Çin aynı zamanda bölgede büyük çaplı altyapı projelerine de yatırım yapıyor ve görünüşe göre tek siyasal şartı, ilgili ülkenin diplomatik olarak Çin’i (Tayvan’ı değil) tanımayı tercih etmesi. Bu noktada Çin’in mutlak bir tavır sergilemeyi başardığı söylenemez. Zira, Guatemala, Haiti ve Paraguay, Tayvan’ı tanımasına rağmen, Çin bu ülkelere doğrudan yatırım yapmayı sürdürüyor. Elbette bu yatırımların, Çin’in “tek Çin” politikasını tamamen tanıyan ülkelerle kıyaslandığında oldukça mütevazı ölçekte olduğunu belirtmek gerek.

ABD’nin yakın müttefiklerinden Peru’da, Kasım ayında bizzat Çin Devlet Başkanı Şi Cinping tarafından açılan ve finansmanı Çin tarafından sağlanan devasa bir liman inşa edildi. Sağcı Arjantin Devlet Başkanı Milei’nin Çin için söylediği gibi, “Karşılığında hiçbir şey talep etmiyorlar.”

Peki ABD bunun yerine ne öneriyor? Antony Blinken Peru’ya hediye edilen eski vagonları gururla sergileyedursun, gerçek şu ki ABD’nin Latin Amerika’ya yaptığı “yardımlar” ya “demokrasiyi teşvik etmeye” (yani Washington’un siyasi gündemini dayatmaya) yöneliktir ya da belirli koşulların dayatıldığı veya sömürücü yardımlardır.

BBC, “deneyimli gözlemciler”e dayanarak, Washington’un bölgenin ihtiyaçlarına karşı “yıllardır süren kayıtsızlığının” bedelini fazlasıyla ödediğini düşünüyor. ABD, Latin Amerika’nın Çin’e ve daha az ölçüde Rusya, İran gibi diğer aktörlere stratejik etkisini kaptırdığını düşündüğü yerde, bölge ülkeleri bunu kalkınma ve ekonomik ilerleme için bir fırsat olarak görüyor.

Monroe Doktrini’ni hatırlayın

Daha “ılımlı” bir politika çağrısında bulunanlar, Başkan James Monroe’nun kendi adıyla anılan “doktrini” ilan etmesinden bu yana geçen iki yüzyılda ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik politikasının agresif şekilde ve sadece kendi çıkarlarını gözettiği gerçeğini unutuyorlar.

ABD, bölgeye binlerce kez askeri müdahalede bulunmuş ve bölge ülkelerini sayısız kez işgal etmiştir. Sadece İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, 1954’te Guatemala ile başlayan yaklaşık 50 büyük müdahale ya da darbe girişimi gerçekleşmiştir. ABD’nin bölgede 76 askeri üssü bulunurken, Çin ve Rusya gibi diğer büyük güçlerin tek bir askeri üssü dahi bulunmamaktadır.

Doktrin hâlâ kanlı canlı duruyor. Foreign Affairs’den Brian Winter konuya dair şu uyarıyı yapıyor: “Birçok Cumhuriyetçi, [Çin ile] bu bağlantıları ve Latin Amerika’da günden güne artan Çin varlığını, 201 yıllık Monroe fermanının, yani Batı Yarımküre’nin dış güçlerin müdahalesinden arındırılması ilkesinin kabul edilemez bir ihlali olarak görüyor.”

Birkaç satır yukarıda bahsi geçen Bosworth, Trump’ın Latin Amerika’dan ABD-Çin mücadelesinde yalnızca Çin’in yarımküredeki rolünü küçümsemesini değil, net bir taraf seçmesini istediğini ekliyor. Trump ile yakınlaşmak isteyen herhangi bir ülkenin, “Çin karşıtı bir hava estirmesi gerektiğini” söylüyor.

Ana sponsoru yine Pentagon olan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nden Will Freeman, yeni bir Monroe Doktrini’nin ve Trump’ın “sert” diplomasisinin kısmen işe yarayabileceğini, ancak bunun sadece ABD ticaretine ve diğer bağlantılara daha bağımlı olan kuzeydeki Latin Amerika ülkeleriyle sınırlı kalacağı öngörüsünde.

Trump’ın şimdi iki temel hedefi var: Biri Çin’in etkisini bastırmak (mesela Panama Kanalı’nı ele geçirerek), diğeri ise maden kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek (Grönland’ı almak istemesinin sebeplerinden biri). Madenlere yönelik bu iştah pek de yeni değil. General Richardson 2023 yılında savunma sanayii tarafından finanse edilen bir başka düşünce kuruluşuna verdiği demeçte, Latin Amerika madenlerinin ABD’ye ait olması gerektiğini açıkça söylemişti.

Çok kutupluluk tehdidine karşı hegemonik gücü korunmak

Neo-muhafazakâr Charles Krauthammer, 20 yıl önce savunma sanayii tarafından finanse edilen bir başka düşünce kuruluşu için yazdığı makalede, ABD’nin egemen hegemonik güç statüsünü açıkça savunmuş ve çok taraflılığı ancak ABD’nin lehine olduğu sürece kabul edilebilir bulmuştu. “Alternatifin olmadığı durumlarda çok kutupluluğa evet,” diyordu, “Bir alternatifi varken ve gücün bizde olduğu bizde olduğu koşullarda ise asla.”

Norveçli yorumcu Glen Diesen ise 2024 tarihli bir yazısında, ABD’nin hâlâ çok kutupluluğa karşı baskın konumunu korumak için -belki de artık kaybetme noktasına geldiği- bir savaş verdiğini kaydediyordu. Bu noktada Trump’ın “Önce Amerika!” sloganını hatırlayalım, Washington’ın hegemonya iddiasını sürdürme arzusunun yalnızca daha pervasız bir ifadesi değil mi?

Biden yönetiminin bir ironisi, Ukrayna savaşını destekleyerek en büyük iki rakibi—Rusya ve Çin—arasındaki ilişkileri daha da yakınlaştırması oldu. Bu bağlamda, açıkça çok kutuplu ve hegemonik olmayan bir ortaklık olan BRICS’in büyümesi teşvik edildi. Glen Diesen’in dediği gibi, “Bu savaş, Batı’dan küresel kopuşu hızlandırmıştı.”

ABD’nin hegemonik gücünü sürdürmeye dönük attığı diğer adımlar – İsrail’in Gazze’deki soykırımına destek, Suriye’deki rejim değişikliği operasyonu ve Haiti’nin çöküşündeki rolü- Washington’ın perspektifinden bakıldığında, Diesen’in ifadeleriyle, “Kaos, ABD’nin küresel hakimiyetine tek alternatiftir.” Yankee’nin “hayırseverliği” her seferinde kalkınma değil daha çok yıkım getirdi.

Bunlar, başta Latin Amerika olmak üzere, küresel güneyde ABD hakimiyetine alternatif arayışlarını daha da güçlendirdi. Latin Amerika ülkelerinin birçoğu (özellikle de ABD yaptırımlarının sıkılaşmasına karşı savunmasız olanlar) artık BRICS alternatifini denemek istiyor.

Biden yönetimi altında ABD’nin hegemonik gücünün aşındığına dair algıya Trump’ın sert çıkması şaşırtıcı değil. Nitekim Thomas Fazi de UnHerd’deki köşesinde Trump’ın bu eleştirilerinin aslında realist bir yönü olduğunu savunuyor; Trump Ukrayna savaşının kesin olarak kazanılamayacağını ve Çin’in gücünün kolayca kontrol altına alınamayacağının farkında. Bu nedenle, ABD’nin önceliklerini daha yönetilebilir bir “kıtasal” stratejiye -yeni bir Monroe Doktrini’ne- odakladığını ve -Grönland ve Arktik’ten, Tierra del Fuego ve Antarktika’ya- ABD’nin doğal etki alanı olarak gördüğü Amerika kıtası ile Kuzey Atlantik üzerinde tam hakimiyet kurmayı hedeflediğini öne sürüyor.

Her ne kadar Trump’ın Latin Amerika’ya yönelik yaklaşımı konusunda farklı yorumlar bulunsa da, uzmanlar genel olarak Winter’ın değerlendirmesiyle hemfikir: Bölge, ABD dış politikasının önceliklerinden biri haline gelmek üzere. Öyle ki Marco Rubio’nun [ABD Dışişleri Bakanlığı’na] atanması bunun açık bir işareti. Yeni dışişleri bakanı tıpkı Blinken gibi bir şahin ama daha çok ve tehlikeli biçimde Latin Amerika’ya odaklanmış bir isim.

Ne var ki, Monroe Doktrini’ne yapılan bu atıfların tamamı, ortada pek de yeni bir şey olmadığını gösteriyor- tabiri caizse yeni şişede eski bir şarap var. Nitekim yakın geçmişte dahi iki asırlık mazisi olan Monroe Doktrini’nin agresif şekilde uygulanmasında hemen hiç kesinti yaşanmamıştır.

Şimdi bir dakika soluklanalım ve bölgedeki ABD destekli darbeleri hatırlayalım: 2009’da Honduras’ta Manuel Zelaya’yı, 2019’da Bolivya’da Evo Morales’i deviren darbeleri, 2018’de Nikaragua’da Daniel Ortega’ya yönelik başarısız darbe girişimini ve yine 2012’de Paraguay’da Fernando Lugo’nun “parlamenter” darbe ile düşürülmesini… “Hukuki darbe” yoluyla ABD destekli rejim değişiklikleri arasında sayılan, 2016’da Brezilya’da Dilma Rousseff’in ve 2023’te Peru’da Pedro Castillo’nun görevden alınmasını da atlamamak gerek. Bugünlerde ise Haiti ve Peru. Bu ülkelerde başkanlık seçimlerinin askıya alınması dahi ABD müdahalesiyle gerçekleşti.

Trump’ın seleflerine kıyasla, ABD politikalarının tamamen Amerikan çıkarlarına dayandığını daha açık sözlülükle ifade etmesi, onu diğerlerinden ayıran bariz bir fark olarak görülebilir. Ancak, ortada yeni olan bir şey yok.

Mesele biraz da yorumcu Caitlin Johnstone’un altını çizdiği gibi aslında, Trump ile selefleri arasındaki esas fark, “ABD imparatorluğunu çok daha şeffaf ve gizlenmemiş hale getirmesi.” Siyasi yelpazenin diğer ucundan, John McCain’in eski bir danışmanı dahi aynı değerlendirmeyi yineliyor: “İki yönetim arasında muhtemelen göründüğünden çok daha fazla devamlılık olacaktır.”

Her durumda, Latin Amerika, kesintili ve iniş çıkışlarla da olsa, kendi kaderini tayin etme mücadelesini sürdürecektir. ABD ise her yaptığıyla giderek hegemonik bir güç olmaktan daha da uzaklaşacaktır.


¹ Monroe Doktrini, 1823’te ABD Başkanı James Monroe tarafından ilan edilmiş, Batı Yarımküresi’ni Avrupalı güçlerin müdahalesine kapatma iddiasıyla ABD’nin kendi etki alanını genişletmesine zemin hazırlayan bir doktrindir. Başlangıçta emperyalist güçlere karşı bir savunma söylemi gibi sunulsa da, zamanla Latin Amerika’daki halkların siyasal ve ekonomik kaderini Washington’un çıkarlarına tabi kılan bir hegemonya aracı hâline gelmiştir. (ç.n)
² ABD’nin uyuşturucu ticaretiyle mücadelesini bir dış politika meselesi olarak ele alması, özellikle 1970’lerde Türkiye’yi etkileyen “afyon krizi” ile benzerliği akla getiriyor. 1960’ların sonlarından itibaren ABD, Türkiye’nin haşhaş ekimini uyuşturucu kaçakçılığıyla ilişkilendirerek baskı yapmaya başlamış; Nixon yönetimi bunu bir ulusal güvenlik meselesi olarak tanımlamıştı. 1971’de Türkiye hükümeti, ABD’nin yoğun diplomatik ve ekonomik baskıları sonucu haşhaş ekimini yasaklamıştır. Ancak bu yasak, kırsal bölgelerde ekonomik sıkıntılara yol açarak büyük tepki çekmiş ve dönemin başbakanı Ecevit’in hamlesi ile 1974’te kaldırılmıştır. (ç.n)

Çok Okunanlar

Exit mobile version