Hamas-İsrail savaşı 6. ayını doldururken; Gazze’de ortaya çıkan korkunç insani tablo ve dünya çapında pek çok hükümet ve toplumlarının infial hali eşliğinde, ABD’nin Ortadoğu dizaynının kördüğümüyle karşı karşıyayız.
BM Güvenlik Konseyi’nde, 25 Mart’ta Ramazan ayı yarılanmışken 2728 sayılı ‘Ramazan ateşkesi’ kararının onaylanması, meselenin gelip dayandığı yerin açık tezahürü oldu. ‘Soykırımla’ suçlanan İsrail’i kollayan vetolarıyla şimşekleri çeken Biden yönetimi, dünya örgütünde artan tecrit hali nedeniyle sonunda ‘çekimser’ pozisyon almak zorunda kaldı. Hemen ardından BM Şartı’nın 25’inci maddesi uyarınca hukuken alenen ‘bağlayıcı’ olan Güvenlik Konseyi kararları için ‘bağlayıcılığı bulunmuyor’ açıklaması yaptı. Ve kararın İsrail’in Hamas’a karşı devam eden savaşının ‘yasallığı’ üzerinde hiçbir etkisi olmadığını iddia etti.
BAĞLAYICI OLMAYAN KURALLARA DAYALI DÜZEN
Esasen ‘ABD karinesine’ uygun. Örneğin ABD ve Batılı müttefikleri BM Güvenlik Konseyi’nin 2202 sayılı kararını da onaylamıştı ve bugün Ukrayna savaşı Minsk anlaşmasının uygulanmamasının sonucu olarak yaşanıyor. BM Güvenlik Konsey’in 2728 sayılı kararı ise Biden yönetiminin uluslararası hukuk ile alakasını göze sokuyor. ABD hegemonyasının Biden yönetimi patentli ‘kurallara dayalı düzen’ söylemi ‘kimin kuralları, neyin kuralları’ denerek epeydir alay konusu olmuşken buna ‘bağlayıcı olmayan kurallara dayalı düzen’ eklendi.
Bu ‘atraksiyonlar’ ABD ve İsrail açısından siyasi durumun vahametine işaret. ABD Gazze’ye bakıp, İsrail’i yok etmeyi hedefleyen Müslüman Kardeşlerin Filistin kolu Hamas’ın ‘sivilleri kalkan olarak kullanmasını’ görüyor. İsrail’in ayrım gözetmeyen saldırılarının yarattığı sivil kayıplar karşısında insani krizi ‘önemsemek’ durumunda kalıyor. BM ve insani yardım kuruluşları artık açlık krizine dönüşen durumu düzeltmek için karadan yardımın elzem olduğunu vurgularken, ‘en son başvurulması gerektiği’ belirtilen havadan yardım şovlarına, mesele sanki ‘lojistik kriziymiş’ gibi Gazze’ye geçici liman projeleri ekleniyor.
ABD’nin kimi Avrupalı müttefikleri dahil dünyanın kalanı Gazze’ye baktıklarında ya ‘soykırım’ yahut ‘etnik temizlik’ görüyor. BM’ye bağlı en üst yargı makamı Uluslararası Adalet Divanı’nda ‘soykırım sözleşmesinin ihlali’ temelinde açılan davada alınan ihtiyati tedbir kararlarının uygulanmaması ‘imaj krizini’ derinleştiriyor. Gazze Amerikan başkanlık seçiminin de teması haline geliyor.
ABD, İSRAİL VE SİYASAL İSLAM YATIRIMI
Bu; aynı zamanda ABD müesses nizamına on yıllardır damgasını vuran neocon’ların bölgede ulusal devlet modellerini yıpratmak üzere ‘kullanışlı aygıta’ dönüştürdüğü siyasal İslam yatırımının da iflası. Yani; Sovyetler Birliği ve ardından Rusya Federasyonu’nun parçalanması hedefi açısından bu modelin 11 Eylül saldırılarıyla başlayan geri tepmeleri. 2010’larda Arap isyanlarında öngörülemez sorunlar yumağına dönen bu ‘yatırım’, Ortadoğu’daki kritik müttefik İsrail’in varoluşunu ilk defa bu denli zorlayan bir boyut kazandı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının olağandışı koşullarında 1948’de kurulan, BM taksimi sonrası Arap devletlerinin açtığı her savaştan ‘genişleyerek’ çıkan İsrail, ABD’nin bölgede ipleri eline almasıyla 1979’da Mısır’la, 1994’de Ürdün’le barış anlaşması yapmıştı. Arap devletlerinin belirleyici olduğu bu süreçte 1965’te kurulmuş FKÖ ile masaya oturulması da aynı yıla denk gelir. Bu noktada İsrail’in tercihi, tesis edilen özerk yönetimin Filistinlilerin devletine dönüşmesini engellemek üzerine şekillendi. ‘Toprak karşılığı güvenlik ve barış’ formülünün işlememesinde ise 1987’de kurulmuş Müslüman Kardeşlerin kolu olan İslamcı hareket Hamas ve intihar saldırıları da etkili oldu.
İsrail’i uzun yıllar yöneten ve bugüne kadarki en aşırı sağcı ve dinci hükümeti kuran Başbakan Netanyahu, açık biçimde Filistin devletine izin veremeyeceklerini dile getirirken, esasen İsrail devletinin uzun süreli siyasi tercihine referans yapıyor. Tarihin ironisi, Hamas’ın bağlı olduğu uluslararası hareket 2010’larda Suriye ulus devletinin çökertilmesi girişiminde ‘hayırlara vesile’ bulunmuştu. 7 Ekim’le birlikte İsrail’in siyasi tercihlerinin trajedisine dönüştü.
İsrail, 76 yıllık ulus devlet tarihinde ilk kez; 2005’te tek taraflı çekildiği Gazze yüzünden ‘varoluş’ krizi yaşıyor. Lübnan’dan çekilme ve 2006 yenilgisinden bu yana ilk kez yaşanamaz hale gelen kuzey bölgelerinde çatışmayı derinden hissediyor. ABD’nin son 20 yılda Ortadoğu’daki militarist politikalarının da ürünü olan İran’ın etkinliğinin artışı ve vekalet savaşının sonuçlarıyla cepheden yüzleşiyor. 2010’larda Suriye için ‘omlet olma’ tespitleri ‘yumurta küfesine’ dönüşmüşken, kullanışlı görülen Sünni siyasal İslamcılık üzerinden ‘varoluşsal kriz’ hakikaten ironik.
HAMAS’IN 10 STRATEJİK BAŞARISI…
Geçen hafta Ynet’in İbranice haberlerine yansıdı. Netanyahu’nun partisi Likud’dan milletvekili Amit Halevi’nin hazırladığı belge, İsrail’in altı ay içerisinde geldiği yeri özetliyor. Halevi, ‘Hamas’ın 10 başarısını’ sıralamış:
- (7 Ekim’de) Hamas’ın İsrail ordusuna karşı vahşi katliamındaki sürpriz ve askeri başarısı
- Uluslararası sistemde nihai ve giderek artan bir talep olarak Filistin devleti.
- Batı’daki aydınların Filistin ve Hamas’ı desteklemesi ve ahlaki gerekçelendirmesi.
- İsrail toplumundaki bilinç dengesini öfke ve intikamdan, rehinelerin kurtarılması için ne pahasına olursa olsun geri çekilmeye yönlendiren ortam ve birliğe zarar vermeye razı etmek.
- İsrail’e karşı yeni cephelerin (Lübnan, Yemen ve Irak) açılması
- Ülkenin iki bölgesinden (kuzey ve Gazze sınırı) yaklaşık 80 bin kişinin tahliye edilmesi.
- İsrail’in (uluslararası planda) siyasi izolasyonu
- Dünya çapında antisemitizm dalgası.
- Etkili bir deniz ablukası.
- İsrail’in ekonomisi ve turizme zarar verilmesi.
Halevi’nin buna karşılık işaret ettiği İsrail’in tek ‘stratejik başarısı’ ‘yüzbinlerce askerin ve ailelerinin bağlılığı, özverisi ve gönüllülük ruhu’. Bunun Gazze’de askeri başarılara dikkat çekmek hedefli olduğunu yazan Ynet, pek çok Likudlunun Netanyahu’nun ‘zamana oynamasından’ rahatsızlığını vurguluyor.
Aslında Halevi’nin saptamalarını İsrail iç siyasetindeki kapışmanın da ürünü saymak gerekir. Son tahlilde İsrail ordusunun gücü düşünüldüğünde ilk saptaması ‘taktiksel’ bir duruma denk düşerken, iki ve üç numaralı saptamaları durumu yansıtıyor. Dördüncü saptama İsrail siyasetini yakından izleyenler için tartışmalı zira rehinelerini isteyen ailelerin baskısı artsa da anketler toplumun önemli bir yüzdesinin savaşı desteklediğine işaret ediyor. Beşinci saptama da kısmen isabetli, zira yeni cephelerdeki hasımlar da açıktan ve doğrudan bir savaşı göze alamıyorlar. Kalan başlıklar 9’uncusu dışında yine isabetli. Halevi’nin bu saptamaları yaparken amacı ‘geri çekilme’ değil, ‘gerekenin yapılması’ gibi görünüyor.
REFAH, ATEŞKES TALEPLERİ, HAMAS’IN POZİSYONU
Bu bağlamda ‘gereken’, Gazze’nin güneyinde Mısır sınırındaki Refah bölgesine operasyona girişilmesi. Ve Biden yönetimi BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail aleyhine ‘çekimser’ kalıp uluslararası ortamı kısmen teskin ederken, İsrail ile Refah operasyonunun planlanmasına soyunuyor.
İsrail ordusu Hamas’ın askeri kanadını yenilgiye uğratmak için Gazze’nin kuzey hattını adeta enkaza çevirdi. Daracık bir alanda sivil kayıplara yol açmadan imkansız olan kara harekatı, geriye kaldığı söylenen ‘4 Hamas tugayının’ üzerine gitmek için Refah’a genişletilecek gibi görünüyor. Altı aylık sürede güneye sürülmüş ve nüfusu 200-300 binlerden 1.4 milyona çıkmış Refah’ta böylesi bir harekat nasıl yapılabilir? Durum ‘Avrupa bahçıvanı’ lakaplı AB dış politika ve güvenlik şefi Josep Borrell’e bile ‘siviller aya mı gidecekler’ haklı sorusunu sorduruyor.
Açıkçası durum aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali. Ve ramazan sonunda Refah’a operasyon eli kulağında görünüyor. İsrail siyaseti Netanyahu ve aşırı sağcı hükümetini devirse, Gazzeliler kabus gibi sonuçlardan kaçınabilir mi? Açıkçası hiç ihtimal vermiyorum. Bir mucize eseri ABD müdahalesiyle İsrail devleti geri adım atsa, ateşkese ulaşılsa, Hamas imha edilmek bir tarafa ‘mutlak siyasi özne’ olarak sahneye çıkacak.
İster istemez akla düşüyor… İsrail devleti 7 Ekim’de 1200 kişinin kaybı ile yaşadığı şokla zaten abluka altında tuttuğu Gazze’yi hışımla bombalayıp yeniden işgale girişmeseydi, BM Güvenlik Konseyi üzerinden hamleler yapsaydı, ne değişirdi?
Hışımla karadan işgal, Donald Trump’ın İbrahim/Abraham anlaşmalarıyla yolunu açtığı İsrail’in Arap devletleriyle tam ve aleni normalleşmesini sağlayacak Suudi anlaşmasını rafa kaldırdı. ‘Proje Ukrayna’ya saplanmış Amerikan diplomasisinin Gazze nüfusunu Arap ülkelerine ‘boca etme’ müzakereleri sonuçsuz kaldı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Arap ülkeleri ve kamuoylarındaki hassasiyet Batı’da esen Filistin rüzgarının yanında sönük kalıyor. Yine de Mısır ve Ürdün gibi ülkelere Batı’nın uluslararası kuruluşlar üzerinden cömert mali katkıları bile böylesi bir ‘nüfus tahliyesi’ girişiminin bedellerini karşılayabilir gibi durmuyor. Onlar ancak Gazze harekatı bittikten sonra bir rol almaya ikna edebilir.
Dolayısıyla Ortadoğu’nun tek nükleer silahlı devleti olarak İsrail’in dışarıdan dayatılacak bir rejim değişikliğiyle çökertilemeyeceği düşünüldüğünde, Hamas’ın tek ve en somut güvencesi dünyadaki infial. Hamas bu infialin desteğiyle ‘İsrail ordusunun geri çekilmesi, restorasyon ve esir değişimi müzakereleri’ taleplerinden geri adım atmıyor.
Hamas’ın 7 Ekim’de ‘takas için rehine almak’ diyerek ‘acemice’ izah ettiği saldırısının siyasi ve stratejik sonuçları adeta kendisini aşmış durumda. Ne ki Hamas’ın ‘kimseye sormadan’ İsrail’in gelmiş geçmiş en aşırı sağcı hükümetinin iktidarında giriştiği bu askeri hamlenin siyasi sorumluluğunu, böylesine büyük bir insani krizde kimse tartışabilecek durumda değil. İsrail hapishanelerinden kurtarılacak Filistinlilerin sayısını ikiye katlanmasını, bir kuşağın yetim, öksüz ve engelli hale gelmesini…
Hamas liderlerinin ‘şehit millet’ söylemleri eşliğinde Suriye’den aşina olduğumuz ‘sivil nüfusunu sakınmak’ gibi bir kaygısının olmadığını açıkça dile getirdiği bir ortamda, hesabın kesileceği adres belli. Hamas yetkilisi Gazi Hamad, krizin ilk aylarında “Biz işgal mağduruyuz, yaptıklarımızdan dolayı kimse bizi kınayamaz. Yaptığımız her şey meşrudur” demişti. Ne tuhaftır ki, İsrail’in de bu krizde yitirdiği dünya çapında en değerli argümanı ‘mazlumiyet’.