GÖRÜŞ

Dünyada tarım savaşları

Yayınlanma

Nazlı Sarp, Ekonomist

Son yıllarda artan jeopolitik gerilimin sıcak savaşlarla dünyayı çok kutuplu bir kaosa sürüklediği tartışmaları yapılırken; bu kaostan geniş halk kitlelerinin yanı sıra emekçi kesimin de payını almış olduğu bir gerçektir.

Zira ekonomi doğası gereği politik olduğundan aralarındaki ilişki homojen olmayıp ve fakat geçişkendir. Bu nedenle yukarıda değindiğim kaosun sadece jeopolitikte değil ekonomide de yüksek enflasyon ve durgunluk riskleriyle yaşam maliyetini arttıran ve adil bölüşümü bozan ciddi etkileri var…

Son yıllarda İngiltere ve Avrupa’da hatta geçtiğimiz yıl ABD’de bile kitlesel çapta sayılacak grevler gördük fakat hiç biri şu son haftalarda görülen çiftçi grevleri kadar yaygın ve ses getiren türden olmadı diyebilirim. Fransa, Almanya, İtalya, Polonya, Belçika ve Romanya gibi ülkelerdeki çiftçi protestolarının farkı belki de AB’nin iklim politikalarıyla tarım politikalarını bu defa fena halde yüzleştireceğe benzer…

Avrupa’da çiftçiler neden greve gidiyor?

Başta AB manşet enflasyonunun da düşüşüne büyük katkı sağlayan akaryakıt sübvansiyonlarının kaldırılması ve ekstra su tüketimi için tahsil edilen ücretlerden kaynaklanmış gibi gözükse de aslında bu grevlerin AB yeşil dönüşümü çerçevesinde konulan kurallara ve Avrupa’nın tarım ticaretinde önemli bir dönüşümü ortaya koyan AB-Mercosur Anlaşması’na hatta Rusya Ukrayna savaşı sonrası ABD tarafından Avrupa’ya dikte edilen ucuz Ukrayna tahılına kadar pek çok nedeni var.

Aslında çatlak sesler geçtiğimiz yıl Hollanda’daki çiftçilerin toplam azot emisyonunun yarısından sorumlu tutulmasıyla başlamıştı ancak yaklaşan seçimler nedeniyle eylemler bastırılmıştı. Avrupa’daki çiftçi grevlerinin çoğunun altında yatan neden yeşil dönüşümün getirdiği düzenlemeler gibi gözükse de bölgede tarıma yönelik yeşil dönüşümün büyük oranda sağlandığı da görülüyor. Dolayısıyla temelde yatan asıl sorun mevcut sübvansiyonlardan yoksun bırakılma korkusu bağlamında şekilleniyor.

Protestoların yarattığı karmaşa Avrupa basınına da yansımış gibi; birkaç örnek vermem gerekirse:

Avusturya’dan günlük Die Presse gazetesi, çiftçi protestolarının bütün Avrupa Ekonomik Alanı’na zararlar verdiği eleştirisinde bulunuyor. “Emmanuel Macron Salı günü, Avrupa Komisyonu’nun dört MERCOSUR ülkesi Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay ile yürüttüğü serbest ticaret anlaşması müzakerelerinin iptal edildiğini duyurdu.”

Le Temps’in Paris muhabiri Paul Ackermann, Fransa’daki protestoların çabucak sona ermesini beklememek gerektiği yorumunda bulunuyor: Protestoları sarı yeleklilere benzer bir oluşum olarak görüyor ve çiftçilerin farklı ölçekte olduğunu da bu savına gerekçe gösteriyor.

Belçika gazetesi De Standaard, “Marjlar düşük, risk büyük “başlığıyla harekete açık destek veriyor.

Ancak makalenin de ana temasını oluşturan asıl kritik İtalyan La Stampa Gazetesi’nden geliyor. “Hava koşullarıyla yıpranıp sübvansiyonlarla şımartıldılar” başlıklı yazıda iklim koşullarına karşı belirsizlik riski alan tarım kesiminin koşulları zor da olsa; diğer taraftan cömert tarım politikasının karşılıksız devam ettirilmemesi gerektiği yönünde sert bir eleştiri var… Sanki bir yeşiller sloganı gibi ancak hayli opportunist!

Öyleyse nedir bu sübvansiyon hikayesi?

Fransızca’dan dilimize giren sübvansiyon, dilimizde destekleme anlamına gelip, zamanla ekonomik bir terim haline gelmiştir. Devletin kişi ya da kurumlara bir mal, para veya hizmet biçiminde sağladığı karşılıksız yardımları ifade eder. Serbest piyasada devletin ekonomi politikasının şekillenmesi konusundaki sübvansiyon kullanımı aslında tam da Atatürk’ün Devletçilik ilkesine uymaktadır.

Tarımda sübvansiyonlar geçmişte olduğu gibi günümüzde de tarım reformu ve politikasının başat aracı olmaya devam etmektedir. Ancak günümüzde hemen her ülke mevcut küresel düzenin bir parçası olduğundan tarımsal destekler (sübvansiyonlar) da gıda rejimi kavramının bir bileşenidir. Gıda rejimi, ilk kez sistematik olarak, 1989 yılında McMichael ve Friedman tarafından ifade edilir:  Teoriye göre  dönemsel olarak hegemon olan gücün, bölgesel ya da küresel anlamda tarımsal üretim ve ticareti kontrol etmesidir.

Günümüze kadar gelen gıda rejimleri üç dönem halinde incelenir:

Birinci gıda rejimi: (1870-1914)  Emperyal gıda rejimi olarak da adlandırılan süreçte hegemon güç İngiltere olup, temel tarım ürünleri ve canlı hayvan üretimi sömürge devletlere yaptırılmıştır.

İkinci gıda rejimi: (1945-1970) Endüstrileşmenin hız kazandığı bu dönemde bu defa gıda akışı endüstriyel tarım ve gıda bağlamında ABD’den sömürge sonrası devletlere doğru şekillenecek; Artık birlikte hareket eden Avrupa ve ABD’yi tarımda kendine yeterli kılarken, Japonya ve üçüncü dünya ülkelerini ithalatçı ülkelere dönüştürecektir.

Günümüzün en önemli konularından biri olan gıda güvenliği sorununun temelleri aslında tam da bu dönemde mekanik ve kimyasal girdi ile üretilen genetiği değiştirilmiş ürünlerle atılmıştır.

Bu dönemde dış ticaret bazlı gıda sübvansiyonları ABD’nin meşhur Marshall yardımları kapsamında elindeki ürün fazlasının iç piyasada fiyatı düşürmesini engellemek amacıyla bazı ülkelere göndermek biçiminde yapılmış.  Bu yardımların bir kısmı aynı zamanda komünizmle mücadele kısmında da kendisine stratejik ülkelerde taraftar toplamasını sağlamıştır.

Ülkemiz tarihinde sağlıklı zeytinyağından doymamış yağ oranı yüksek  margarin, mısırözü ya da ayçiçek gibi sağlıksız yağlara geçişin tarihi de ne tesadüftür ki bu zaman dilimine rastlar.

Soğuk savaşın bitmesi ve küreselleşmenin başlamasıyla dönüşen dünya eko-politiği, tarımda ülkeler arasında ciddi ayrışma yaratmıştır.

1995’de yürürlüğe giren DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) Tarım Anlaşması üçüncü gıda rejimi için bir milat niteliğindedir. Anlaşmaya göre daha adil bir ticaret rekabeti gerekçesiyle yerli üreticilere verilen tarımsal destek ve sübvansiyonların azaltılması gerekmektedir. Anlaşma hükümleri pazara giriş (tarifelerin kolaylaşması), iç destek (yerli üretimi arttıracak destek ve sübvansiyon) ve ihracat sübvansiyonlarının azaltılması olarak üç kategoride yer almaktadır.

Bu süreçten itibaren gelişmiş ülkelerdeki büyük şirketler gübre ve kimyasallar başta olmak üzere çeşitli tarım ürünlerinin üretimlerinde oligopol haline gelmişlerdir.

AB, tarım politikası çerçevesinde, tarım yatırım ve sübvansiyonlarına öncelik vererek teknolojisini arttırmış ve verimliliği yükseltmiştir. Ayrıca ihraç ürünlerine düşük fiyat uygulayarak, sübvansiyon uygulayamayan gelişmekte olan ülkelere karşı hem sektörel bazda hem de ticari olarak avantaj sağlamıştır.

Sonuç olarak neoliberalizmin sembolü olan Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel aktörler, tarımda serbest piyasa mekanizmasının işlevselliğini ön plan çıkarmış olsalar da bitkisel üretimde önemli bir yeri olan dünya tohum pazarının %76’sı, bitki koruma ilaçları pazarının %95’i, kimyevi gübre pazarının da %41’i az sayıda firma tarafından kontrol edilmektedir (Özalp, B.   Bir serbest dönüşüm hikayesi: Türkiye tarımı. Madde, Diyalektik ve Toplum)

Özetle yukarıda sözünü ettiğim La Stampa Gazetesi’ndeki “Hava koşullarıyla yıpranıp sübvansiyonlarla şımartıldılar” başlığı Avrupa için geçerli bir eleştiri olsa da dünyanın “gelişmiş” olarak tabir edilen ülkeler dışında kalan kesimi için yeni bir merkantilizmden söz edilebilir.

Ülkemizdeki duruma bakılacak olursa;

Küresel iklim krizi, pandemi, Rusya Ukrayna savaşı gibi durumlar tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de gıda arz güvenliğini ön plana çıkartmaktadır.  Yukarıda aşamalı olarak aktarmaya çalıştığım dönemlere paralel olarak, Türkiye’de tarım politikalarında farklılaşmaya gitmiş, 1980’li yıllardan itibaren tarıma devlet desteği azalarak, KİT’lerin de özelleştirilmesi sağlanmıştır.

2000 yılından itibaren Dünya Bankası’nın tarımsal destekleme politikalarında bir dönüşümle tüm tarımsal fiyat desteklemelerini ve girdi sübvansiyonlarını kaldırılarak Doğrudan Gelir Desteği sistemine geçilir. Özelleştirmeler devam eder…

2009’da DGD uygulamasına son verilmiş, alan ve ürün bazlı destekleme sistemine geçilmiştir. Burada AB’nin IPARD (Instrument for Pre – Accession Assistance Rural Development)  aracılığıyla tarım sektörünü ve kırsal alanları sürdürülebilir hale getirmek ve Türkiye’yi Ortak Tarım Politikası ile uyumlu hale getirmek için IPARD kapsamında tarıma finansal destekler sağlamaktadır (T.C. Tarım ve Orman Bakanlığı, 2022).

Türkiye’de tarım reformunun hiçbir zaman yapılamadığı ve yıllar itibariyle uygulanan politikaların çiftçiyi yeteri kadar tatmin etmemesiyle kırsaldan kente göçlerin yaşandığı, tarım alanlarının azalarak otel, konut gibi yerleşim alanlarına terk edildiği ve nihayetinde tarım ihracatından ithalata yönelen bir ülke olduğumuz konusu bildim bileli hep vardır…

Tarım ve Orman Bakanlığı Ocak 2024’te tam da bu sorulara yanıt niteliğinde bir kılavuz yayınlamış sitesinde. Dileyen bu linkten ulaşabilir:

https://www.tarimorman.gov.tr/Belgeler/IddialarveGercekler.pdf

Güncel Karne (Tarım Dünyası-Ali Ekber Yıldırım)

Gayri Safi Milli Hasıla  58,6 milyar dolar
Tarımsal destek bütçesi(2024)  91,5 milyar lira
Tarımsal krediler (Kasım 2023)  535 milyar lira
İhracat(2023 11 aylık)  27,1 milyar dolar
İthalat(2023 11 aylık)  22,7 milyar dolar
Gayri Safi Milli Hasılada tarımın payı  % 5,8
Tarımda istihdam edilenlerin sayısı  4,6 milyon
Büyükbaş hayvan varlığı(2022)  16 milyon 687 bin baş
Küçükbaş hayvan varlığı(2022)  53 milyon 274 bin baş

 

Velhasılı kelam bu tartışmaları sahiplerine bırakıp, bir dizi can alıcı noktayı vurgulamak istersem;

  • Tarımın ülkemizdeki en belirgin sorunu ithal girdi maliyetleridir. Bu nedenledir ki son aylarda FAO küresel gıda endeksinde düşüş yaşanmasına karşılık, ülkemizde gıda fiyatları enflasyonun birincil nedeni olarak, artışını sürdürmektedir. Ayrıca gıda tedariğinin geçmişte yanlış planlanmış olması; çiftçiden satıcıya gelene kadar ürünün fiyatını arttıran bir başka sorunsaldır.
  • Yine gıda fiyatlarını ve ucuz gıdaya erişimi kısıtlayan bir diğer faktör halihazırda uygulanan dış ticaret rejimidir. Gümrük Birliği’nin halen güncellenmemiş olması, diğer taraftansa AB’nin üçüncü taraflarla STA’lar imzalıyor oluşunun ki Mercosur Ticaret Anlaşması buna en güncel örneği teşkil edebilir, tarım ürünleri ihracatı ve dahi tarım sektörünün gelişiminde önemli bir handikaptır.
  • Yeni Tarım ve Ormancılık Yönetimi’yle tarım sayımı yapılmasına karar verilmiş, canlı sığır ithalatı devlet tarafından kontrol altına alınmıştır ki bunlar olumlu gelişmelerdir. Ancak diğer taraftan tarımda çalışan nüfusun giderek yaşlandığı görülmektedir. Bu nedenle özellikle tarım ve hayvancılığa yönelik olarak verilen sübvansiyonların şehirde hayatından sıkılmış insanlar yerine kırsal kesimdeki genç işsizlere yönlendirilmesi ve bu bağlamda kırsalda bir cazibe merkezi yaratılmasının önü açılmalıdır.
  • Küresel ısınma ve su sorununa yönelik ARGE çalışmalarının bir an evvel hızlanmasını gerektiği aşikarken; sonraki kaos teorisinin gıda güvenliği bile değil doğal gıdaya erişim olacağı, çokça yazılıp, çizilmektedir!

 

Çok Okunanlar

Exit mobile version