GÖRÜŞ

Filistin’in geleceği – 1

Yayınlanma

Bu savaş ne zaman başladı?

Şu aşağıdaki her bir tarihin özel önemi olduğu açık: 1948 İsrail’in kuruluşu; 1964 Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kuruluşu; 1970 Kara Eylül; 1982 Lübnan yenilgisi; 1993 Oslo. Daha yakın tarihler sıklıkla unutulur: 2001 ikinci intifada; 2002 Hamas’ın Hayfa’da restoran saldırısı; 2005 İsrail’in Gazze şeridinden çekilmesi; 2006 Hamas’ın Gazze’de iktidara gelişi; 2006’dan bu yana sonu gelmeyen İsrail operasyonları (2006 “Yaz Yağmuru” ve “Güz Bulutları”, 2008 “Sıcak Kış”, 2008-2009 “Dökme Kurşun”, 2012 “Koruyucu Sütun”, 2014 “Savunma Hattı”, 2021 “Duvar Muhafızı”, 2023 “Kalkan ve Ok”).

Bu bir dizi tarih, aslında, ortada kavramsal seviyede tek bir savaş olmadığını gösteriyor.

Eğer öncesinde İngiliz manda yönetimine karşı mücadeleyi saymazsak, İsrail’in kuruluşuyla birlikte Filistin mücadelesi de başladı. Ama mücadele her zaman savaş demek değildir. Tıpkı her siyasi mücadelenin sınıf mücadelesinin bir başka biçimi olması, ama sınıf mücadelesinin her zaman sınıf savaşı demek olmaması gibi. Savaş tanımı gereği iki irade arasında silahlı çarpışmadır. “Savaş, hasmı bizim irademizi yerine getirmeye zorlama hedefi güden bir şiddet eylemidir.” (Clausewitz s. 35.) Bu iradelerin her biri ayrı bir etnisitenin, milletin, sınıfın, sınıflar veya milletler ittifakının temsilcisi olabilir; ancak her halükârda savaş yürütüldüğü sırada az çok yekpare bir siyasi irade mevcuttur. İrade kavramı, silahlı güçleri siyasi, askeri ve manevi olarak şekillendiren siyasi önderliği peşinen varsayar. Önderliğin olmadığı yerde mücadele azmi doğabilir veya boğulabilir, çeşitli biçimleriyle askeri çatışmaya evrilen bir mücadele de sürdürülebilir, ama bu savaş anlamına gelmez.

Her savaş ya açıkça bir savaş ilanıyla ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere silahlı saldırıyla başlar. Hasım taraflar siyasi hedeflerine ulaşmak için silahı kullanırlar; şimdi çatışma, belki silahın da rol oynadığı bir siyasi mücadele olmaktan çıkar, dar anlamıyla siyasetin de rol oynadığı bir silahlı mücadele olarak belirir.

Her savaşın amacı, bizim tarafımızdan dayatılan şartlarda o savaşı sona erdirmektir. Başka deyişle, her savaş galip tarafın siyasi hedeflerine ulaşmasıyla, böylece ya mağlup tarafın mütareke imzalayarak silahları bırakmasıyla ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere mağlup tarafın silahlı kuvvetlerinin galip tarafından tamamen yok edilmesiyle son bulur. “… fiziksel şiddet… bir vasıtadır; hedef ise hasma irademizi dayatmaktır. Bu hedefe en kesin şekilde ulaşmak için düşmanı silahsızlandırmak, onu direnme imkânlarından mahrum bırakmak zorundayız. Askeri harekâtların hedefi kavramının kendisi bu ikincisine indirgenmiştir. Bu, savaşın yürütülme amacını gölgede bırakır ve bir dereceye kadar da savaşın kendisiyle doğrudan ilişkisi olmayan bir şey olarak kenara iter.” (Clausewitz s. 35.)

Düşmanın mütareke imzalamak zorunda bırakılması onun iradesinin kırıldığı anlamına gelir. Bu ikinci durum, ona ulaşmak için kısmi tavizler vermiş olsak bile bizim zaferimizdir ve düşmanın bozgunudur, çünkü silah bırakmayı kabul eden biz değil düşmandır.

Eğer meselenin teorik konuluşu böyleyse, tek bir Filistin kurtuluş savaşından değil Filistin mücadelesinde bir dizi savaştan söz etmek gerekir. Böylece temel bir tarih karşımıza çıkar: El Fetih’in ilk silahlı eylemini gerçekleştirdiği 31 Aralık 1964. Önceki ve sonraki Arap-İsrail savaşları (1948, 1967, 1973), adı üzerinde, Filistin meselesi rol oynamış olsa da Arap-İsrail savaşlarıdır; 1965 ise birinci Filistin savaşının miladıdır.

Bu ilk savaş, Filistin güçlerinin 1970’te Ürdün’de Kara Eylül felaketi sonucu İsrail’e saldırıların üssü olan bu ülkeden çekilmek zorunda kalmasıyla sona ermiştir; böylelikle İsrail’e tehdit teşkil eden bütün silahlı güçler tehdit bölgesinden çıkartılmış, yani fiziki olarak tamamen tasfiye edilmiştir. Ancak bu Filistin güçlerinin kısa süreli bir bozgunu, yani İsrail’in geçici bir zaferidir; çünkü bu güçler hızla Lübnan’a taşınmıştır.

İkinci savaş Lübnan iç savaşının bir parçasıdır; 1973 Arap-İsrail savaşının ardından başlamış ve 1982’de Lübnan’daki Filistinli güçlerin fiziki olarak tamamen tasfiye edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu, İsrail açısından ilkinden daha uzun süreli bir zaferdir, zira çatışma askeri niteliğini uzun süre kaybetmiş, siyasi ve diplomatik yollarla sürmüştür.

Üçüncü savaş 1987 intifadasıyla başlamıştır. Bu savaşın orijinal yanı, tamamen kendiliğinden bir dizi kitlesel eylemin ardından, Filistin önderliğinin siyasi iradesine rağmen ve bu iradenin intifadanın başına geçme zarureti üzerine ortaya çıkmış olmasıdır. Direniş böylece bu kendiliğinden eylemlerin sonucu olarak küllerinden yeniden doğmayı başarmıştır. Ancak üçüncü savaş da bozgunla bitmiş, üstelik bu bozgun 1993’te Oslo anlaşmasıyla hukuki olarak da bağıt altına alınmıştır.

Altını çizmek gerek: bozgun, Filistin direnişinin iradesini temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü’nün siyasi hedeflerini değiştirmesi değildir. Bozgun, bu güçlerin silah bırakmayı kabul etmesidir. Bunların ilki sadece siyasi mücadelenin biçiminin değiştiğine işaret ederken ikincisi doğrudan doğruya İsrail’in zaferi anlamına gelir, zira her savaşın asli unsuru olan silahtan vazgeçilmiştir.

Dördüncü savaşın başlangıç tarihi olarak 2006’dan itibaren herhangi bir tarih ileri sürülebilir. Ancak ben İsrail’in Gazze’ye 2014 saldırısını önereceğim, zira bu, artık rutin sayılan hava saldırılarından ibaret değildir ve karada da karşı karşıya gelinmiştir. Bu ilk önemli muharebe 51 gün sürmüş ve Filistin’de ağır sivil kayıplara rağmen İsrail’in de geri çekilmek zorunda kalmasıyla sona ermiştir.

Bu savaş halen devam ediyor.

“Savaş siyasetin başka vasıtalarla [şiddet vasıtalarıyla] devamıdır.” (Clausewitz s. 55.) Demek ki savaş ve siyaset arasındaki ilişki doğrudan bir ilişkidir. Muharebeyle siyaset arasındaki ilişki ise doğrudan olmak zorunda değildir; muharebe çoğu zaman bir sonraki muharebeye ve en nihayet tayin edici muharebeye hazırlanmak için güç toplama aracıdır. Bununla birlikte hiç değilse planlama aşamasında muharebenin askeri amacı savaşın siyasi hedefiyle çelişemez; tersine, askeri amaç siyasi hedeften doğar ve onu desteklemek zorundadır. Muharebe de zaten bu yüzden verilir. Bu örtüşme olmadığında muharebede kazanılan başarı savaşta zafer anlamına gelmez. Tek bir muharebenin muazzam başarıyla sonuçlandığı halde bütün bir savaşın korkunç bozgunla bittiğine sık rastlanır.

Birinci sorumuz budur: 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi nedir?

2014’te başlayan son savaşta 7 Ekim’e kadar yaşanan kesintileri “duraklama” diye anmak gerek.

Savaşta duraklamalar iki nedenle olabilir:

1) “Savaşta güdülen hedefler ne kadar az önemliyse… duraklamalar da o kadar sık ve uzun olacaktır.” (Clausewitz s. 50.)

2) “… duruma yeterince nüfuz edilememesi”. (Clausewitz s. 51.)

Birincisi gene siyasi hedefin ne olduğuyla ilgilidir. Duruma yeterince nüfuz edilememesine gelince; bu, sadece planlanan bir sonraki muharebenin başarısı için gereken istihbari bilgi eksikliği değildir; bu, gene aynı amaçla, hasmın içinde bulunduğu siyasi ortamın ve vereceği cevabın değerlendirilmesindeki yetersizlikler demektir. Demek ki ikinci soru şudur: savaşın sürdürülüşünde hasmı objektif analiz edebilen bir siyasi dirayet gösterilmiş midir?

Siyaset yalnızca savaşın hedefiyle ilgili değildir. Savaş siyasetin başka vasıtalarla (şiddet vasıtalarıyla) devamıdır, ancak bu dış siyasetten ibaret de değildir; savaş iç siyasetin de doğrudan yansımasıdır. Bu durumda savaşın önderliğini yapan sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin tutumunu ve diğer sınıflarla ve bu sınıfların siyasi temsilcileriyle ilişkilerini incelemek gerekir. “Her savaş içinden doğduğu siyasi yapıyla kopmazcasına bağlıdır. Belli bir gücün, bu gücün içindeki belli bir sınıfın savaştan önce uzun bir süre yürüttüğü siyaset bu sınıf tarafından savaş sırasında da eylem biçimi değiştirilerek muhakkak ve kaçınılmaz olarak devam ettirilir.” (Lenin c. 24 s. 79.) Uzatmalı savaşta savunma tarafında ortaya çıkan sosyal değişikliklere birazdan lümpen proletarya üzerinde dururken döneceğim; ancak bu teorik yaklaşım savaşın gidişatında iç siyasi mücadelelerin de önemine işaret ediyor. Demek ki üçüncü soru şudur: Filistin içindeki siyasi mücadele, 7 Ekim’de ne rol oynamıştır?

Kuşkusuz, siyasi hedef temsil edilen kitlelerin niteliğiyle ilgilidir ve bazı durumlarda bu kitlelerin nefret, öfke, peşin hükümler gibi duygularının gücü siyasi hedef üzerinde etkili olur; ancak bu etki siyasi hedefi tayin etmek şeklinde değil o hedefe ulaşılması için “zaruri çabaların hacmini tayin etmek” (Clausewitz s. 53-54) şeklindedir. Bununla birlikte kitlelerin duyguları verili bir sabit değil değişkendir; duyguların istikametini savaşın siyasi önderliği çizer. İkincisi bilinmezliklerdir ve bunlar da askeri istihbaratın, siyasi öngörü, dirayet ve kararlarda isabetliliğin sonucu azalır. Üçüncüsü ise diğerlerini tayin eden akıl, yani siyasetin kendisidir: “Bu itibarla savaş … ilk unsurunun kör ve tabii bir içgüdü olarak mülahaza edilmesi gereken şiddet, nefret ve düşmanlıktan; onu ruhun özgür bir faaliyeti kılan ihtimallerin ve tesadüflerin bir oyunundan; siyasetin bir vasıtası olarak saf akıl yürütmeye tabiyetinden (bu sayede saf akıl yürütmeye tabidir) mürekkep tuhaf bir teslis ortaya koyar. Bu veçhelerden birincisi daha çok halkı, ikincisi daha çok kumandanı ve ordusunu, üçüncüsü de hükümeti ilgilendirir. Bu suretle, teorinin ödevi bu eğilimler arasındaki dengeyi üç çekim noktası arasındaymış gibi korumaktır.” (Clausewitz s. 58-59.)

Böylece siyasi hedef teslisin unsurlarını dengede tutacak bir siyasi strateji güdülmesini de gerekli kılar. “Strateji, bu kelimenin dar askeri anlamında siyasi stratejinin parçasıdır.” (Frunze s. 322.) Demek ki sadece 7 Ekim saldırısının arkasındaki siyasi hedef ve siyasi saikler değil, bir başka şey daha açık seçik belirlenmelidir: dördüncü soru, savaşın siyasi stratejisi nedir?

Böylece bir savaşı analiz ederken dört soru etrafında dolaşırız: 1) 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi; 2) savaşı yürüten iradenin siyasi dirayeti; 3) içerideki siyasi mücadelelerin etkisi; 4) siyasi strateji.

Çok Okunanlar

Exit mobile version