Çevirmenin notu: Filistinli düşünür Ahmed Nasim Barqawi, ailesi Tulkarim’den 1948 Nakba’sında sürülen ve Şam yakınlarındaki El Hema’da 1950’de doğan bir isim. Doktorasını 1980’de Leningrad’da alan Barqawi, uzun süre Suriye’de yaşadıktan ve Suriye’de ve Arap dünyasında çeşitli üniversitelerde çalıştıktan sonra, 2014 yılında, Suriye’deki protestolara destek verdiği gerekçesiyle ülkeden çıkarıldı ve Dubai’ye yerleşti. Barqawi, Kahire Üniversitesi’nde yıllık iznini geçirdiği sırada Fransız filozof Jacques Derrida ile tanıştı. Bu iki isim, Derrida’nın Mısır Kültür Yüksek Konseyi ve Kahire’deki Fransız Kültür Merkezi’nin daveti üzerine sunum yaptığı bir felsefe sempozyumunda bir araya geldi. Sempozyum ‘Jacques Derrida ve Yapısöküm’ başlığını taşıyordu. Barqawi, felsefi düşüncenin hem evrensel, hem de Arap dünyasındaki değerinin yeniden altını çizmeye çalışırken, tarihi yaratan özel unsur olarak ‘kendinin öneminin farkına varan ego’ya özel bir önem verir. Filistin söz konusu olduğunda ise, Filistinlinin varlığını basitçe siyonist sömürgeciye karşı hak talebi ile sınırlamaz: Ona göre, Filistinli, geçici ve gayrimeşru siyonist varlığın karşısında ‘otantik’ bir varlıktır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Filistinli filozof Ahmed Barqawi ile düşünce, ego ve siyonizm üzerine
Hoda Salim al-Muhithawi
Al Majalla
8 Nisan 2024
Filozof Ahmed Nassim Barqawi’nin entelektüel yolculuğu uzun ve zengin olmuştur. Bu yolculuk boyunca birçok meseleyi, ikilemi ve temayı araştırmış ve bunlardan bazılarını Arap dünyasını açıklamak için kullanmıştır.
1950 yılında Filistinli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen yazarın akademik hayatı, Arapların felsefeyle olan ilişkisini araştırmasıyla başladı.
Daha sonra daha derin alanlara, özellikle de ego kavramına girmiş, öyle ki ‘egonun filozofu’ olarak tanınmıştır.
Barqawi, düşüncelerini kötülüğün özüne dair bir kitap olan Karanlık Varlık’ta özetledi ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Füceyre’de, düşüncenin kendisine dair entelektüel araştırmanın bir işareti olan Felsefe Evi’nin kurulmasına yardımcı oldu.
Al Majalla ile yaptığı röportajda bu kurum, Filistinli kimliği ve akademik disiplinin Arap dünyasında nasıl daha derin bir önem kazandığı hakkında konuştu.
Felsefenin 2.500 yıldır entelektüel çevrelerdeki geçerliliğini ve önemini koruduğu göz önüne alındığında, önemini vurgulamaya hâlâ ihtiyaç var mı?
Başlangıcından bu kadar uzun bir süre sonra ve entelektüel ve kültürel söylemin küresel bir köşe taşı olarak süregelen rolü göz önüne alındığında, felsefenin önemini savunmak gereksiz görünebilir.
Filozofların toplumun manevi ve entelektüel dokusuna önemli katkılarda bulunan saygın statüsü, felsefenin düşünce ve bilinç üzerindeki kalıcı etkisinin altını çizmektedir.
Yine de, bazı bölgelerde felsefenin eğitim müfredatından çıkarılması, hayati rolünün tekrarlanmasını zorunlu kılmaktadır.
Felsefi söylemin temel eğitim ve yükseköğretim müfredatından dışlanması, bilişsel gelişimde kritik bir boşluğa yol açarak, zihni temel analiz, sentez, anlama ve yorumlama araçlarından mahrum bırakmaktadır.
Felsefe, düşüncenin özü, gerçekliği deşifre etme metodolojisi ve felsefenin tarihsel olarak kurduğu ve geliştirmeye devam ettiği evrensel akıl yürütme tekniklerine dayanan gerçek sorgulama arayışıdır.
Bize tarihi ve olguları zamansal bağlamları içinde yorumlamamızı, belirli olaylara yol açan nesnel ve öznel unsurların karmaşık ağını çözmek için tarihsel yöntemi kullanmamızı öğütler.
The Arabs and the Return of Philosophy [Araplar ve Felsefenin Dönüşü] kitabını 2000 yılında yayınladınız. Yirmi yılı aşkın bir süre sonra, Arap bağlamında felsefenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz, özellikle de bazıları onun varlığını sorgularken?
Başlangıç olarak, felsefi söylemi tanımlamak için bir ölçüt oluşturmak zorunludur. Varoluş, bilgi ve değerlere ilişkin her türlü sorgulama doğası gereği felsefi bir sorudur.
Aslında, bir ikileme dönüşen ve öz üzerine bir söylem ortaya çıkaran tefekkür analizine tabi tutulan yaşanmış gerçekliğimizin herhangi bir araştırması da bu niteliktedir: insanlığın doğasından hakikat, adalet, devlet, özgürlük ve yorumlama kavramlarına, varoluşsal özerkliğe ve anlam arayışına kadar uzanabilir.
Bu sorunların kataloğu oldukça geniştir. Arap Rönesansı’ndan bu yana Araplar arasında ortaya çıkan ve önemli meydan okumalara dönüşen soruların izini sürmek, çoğunun kader, tarih, özerklik, ilerleme ve kimlik etrafında yoğunlaştığını ortaya koymaktadır; her biri doğası gereği felsefi niteliktedir.
Gerçek şu ki, biz Arap filozofların birçoğu zaman zaman kendimizi ideoloji ile gerçek felsefe arasında sıkışmış bulduk.
Çok sayıda Arap entelektüelin felsefi sorgulamanın periferisinde kalmasının başlıca nedeni budur.
2005 tarihli çalışmanız The Philosophy of the Ego’dan [Ego Felsefesi] önce odak noktanız genel olarak felsefe ve onun Arap dünyası ile ilişkisi gibi görünüyordu. Egoya doğru bu dönüşü tetikleyen neydi?
Ego üzerine felsefi söylem, Arap dünyasındaki insani ikilemi derinlemesine kabul eder.
Her ne kadar soyut bir felsefi kavram olarak algılansa da, özü bireyin tarih ve gerçeklikle etkileşimine dayanır. Tarih, kozmostaki önemlerinin farkında olan egolar tarafından yaratılır.
Arap dünyasındaki bireyin yok olmadığı –çünkü ölümle yüzleşmek için gerçekten yaşamamıştır, sona ermemiştir, çünkü hiçbir zaman bir sonla karşılaşmaya başlamamıştır, solmamıştır, çünkü hiçbir zaman yok olmak için var olmamıştır– düşüncesi, harekete geçirilmeyi bekleyen gizli bir canlılığın altını çizmektedir.
Dolayısıyla, egoyu savunmak insanlığın uyanışı için bir çağrı anlamına gelir.
Egonun zaferi, tekilliğinin farkına vararak, egoların çeşitliliğini kasıtlı tarihlerini oluşturmak için bir katalizöre dönüştürür.
Hem eylemde hem de teoride özgürlüğe bu uyanış, egonun özgürlük alanının dışında tezahür edemeyeceğini ortaya koyar.
Bununla birlikte, Arap dünyası egonun ortaya çıkması ve gerçekleştirilmesi önünde, ağırlıklı olarak bireyi gölgede bırakan sistemler aracılığıyla engellerle karşılaşmaktadır.
Bunu, kökleri savaşçı despotizme dayanan bir siyasi rejimi içeren ve doktriner saflıklarıyla benliği irdeleyen ve sınırlayan dini otoritelerle birleşen baskıcı bir yapı olarak algılıyorum.
Dinin siyasetle birleşmesi, güçlü bir bastırma gücü oluşturmaktadır.
Ego Felsefesi’nden on yıl sonra, 2015 yılında The Ontology of the Self [Benliğin Ontolojisi] ile bu kavramı yeniden ele aldınız. Neden bu temaya geri döndünüz? Ego hakkında daha fazla ne ifade etmeniz gerekiyordu?
Benlik, dış eylem alanına girdiğinde ve somut varoluşun modaliteleriyle hizalandığında ego olarak tezahür eder.
Benliğe geri dönüşüm, teknokratik-kapitalist akıl ve insanlığı Doğa Ana’nın evladı olarak tanımayan küresel finans zihniyetiyle eleştirel bir ilişkiyi temsil ediyor.
Bu yeniden ziyaret, doğaya kaprisli bir geri çekilme değil, onu kapitalizm ve destekçilerinin yol açtığı çevresel tahribattan korumaya yönelik kasıtlı bir yaklaşımdır.
Dolayısıyla, felsefi düşüncenin çevresinden, felsefenin özüne ilişkin bir ön kavrayışa dayanan çekirdeğine geçmenin zamanı gelmiştir.
Felsefenin amacı sadece mağaranın sınırlarını aydınlatmanın ötesine geçerek bireylerin sınırsız varoluş alanına çıkmalarını kolaylaştırmaktır.
Benliğin Ontolojisi’nde, benliği metafiziğin prangalarından kurtarmaya çalışıyorum.
Özcü bir mercekten bakıldığında, benlik Platonik bir ideale benzer şekilde ciddi bir incelemeye tabi tutulmuştur.
Determinist bir felsefe tarihinin onu düşürdüğü ya da yalnızca yapısalcı bakış açılarıyla algıladığı kasvetli girintilerden yeniden canlandırılan benlik, sesi içimde yankılanan benliktir.
Bu susturulmuş sesi yükseltmeyi, susturulduktan sonra entelektüel özerkliğini yeniden tesis etmeyi amaçlıyorum.
Atıl hale getirilmiş, başkaları tarafından atılmış meşalesindeki ışığı yeniden alevlendirmeye çalışıyorum.
En son çalışmanız Karanlık Varlık. Bu kavramı detaylandırabilir misiniz? Bu ‘karanlık’ varlığın karşısındaki nedir? Işıltılı ya da aydınlık bir şey mi?
İnsanın varoluşu üç farklı anlam alanı içinde ortaya çıkar: azalmış bir anlam, aşkın bir anlam ve anlamsızlık, çünkü anlamsızlık bile kendi anlamını taşır.
Bu anlamlar, bireyin yaşamında belirgin bir şekilde ortaya çıkabilir veya iç içe geçebilir ve belirli koşullar altında bir anlam durumundan diğerine geçiş potansiyeli taşır.
Yetersiz arzular ve katıksız egoizm varlığınızı kısıtladığında, egonuz yaşamın temel yönlerine ve cazibesine yenik düşer.
Tersine, varlığınız dünyevi gerçeklikleri gölgede bırakan büyük özlemler tarafından yönlendirildiğinde, varlığınız cazip bir paradigma olarak ortaya çıkar.
Ancak, varlığınız özelliklerden yoksun ve umuttan yoksun olduğunda, unutulma beklentisiyle yalnızlığın eşiğine gelir.
Karanlık Varlık’ta, soyut kötülük kavramından doğrudan benlikle ilgili olan kötülüğe doğru yol alıyorum.
Karanlık Varlık, kötülüğün, ‘öteki’nin tüm olumsuzlama biçimleriyle, özellikle de geleneksel standartlardan salt sapma ya da saptırmanın aksine şiddet içeren olumsuzlamayla inkâr edilmesi yoluyla tezahürünü temsil eder.
Bu tefekkür şu soruyu akla getiriyor: Karanlık varlığın panzehiri aynı özü barındırabilir mi?
Bu sorgulama bizi, yeni tanımlanmış bir gerçeklik içinde değerlere ilişkin söylemi yeniden incelemeye sevk etmektedir.
Füceyre, BAE’deki Felsefe Evi projesi, dekanı olduğunuz geniş kapsamlı ve önemli bir proje. Bu evi gerçekten tanımlayan nedir ve metaforik olarak konuşursak, duvarları nelerdir?
Gerçekten de buradaki ‘ev’ kavramı, varlığın en uyumlu mekânı olan Ev’in kendisiyle kurduğu derin bir bağı ifade etmektedir.
Felsefe Evi’ni tartışırken, aklın uçuşu için geniş bir alanla, yalnızca sıradan olanı aşabilen aklın yaşayabileceği bir alanla tanışıyoruz.
Heidegger dili varlığın meskeni olarak ortaya koyduysa, felsefeyi de zihnin mabedi olarak düşünmek yerinde olacaktır.
Çünkü tıpkı varlığın tanımını dilde bulması gibi, zihin de yüce varoluşunu felsefe içinde gerçekleştirir.
Bu ev, hayaletler, yanılsamalar, naif fanteziler ve prefabrik çözümler tarafından işgal edilen konutlarla tam bir tezat oluşturuyor.
Bunun yerine, durmaksızın filizlenen sorgulamalar için bir sığınak, kavramların tohumlarının atıldığı verimli bir toprak görevi görür.
Ve felsefi bir müzakereden tam olarak şekillenmiş bir kavram ortaya çıktığında, zihin yalnızlığı içinde sevinir.
Tekrarlamak gerekirse: Felsefe Evi duvarlarla çevrili değildir; daha ziyade aklın genişlemesi için sınırsız bir alandır.
Felsefe Evi dergisi, Füceyre Felsefi Çevresi, felsefi sorgulama derlemeleri, Füceyre Felsefi Sözlük, Füceyre Dünya Felsefe Günü Uluslararası Konferansı, gençler için felsefe atölyeleri, çocuklar için felsefe programları ve Philosophy News yayınını kapsamaktadır.
Filistinli bir anne babanın çocuğusunuz. 1948’de memleketleri Tulkarim’den ayrılmışlar ve kısa süre sonra oraya dönmeyi ummuşlar. Filistin kavramıyla hem insani hem de felsefi olarak nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Bir Filistinli olarak benim için Filistin, tartışmalı bir meselenin sınırlarını aşıyor: Bu sadece Siyonist işgale karşı Filistinli mülteciler ve işgal altında yaşayanlar senaryosu değil.
Bu, halklarının kolektif iradesini hiçe sayarak uluslar tarafından parçalara ayrılacak ve çözülecek bir mesele değildir.
Filistin benim somut kimliğimin, Filistin anlatısını şekillendiren toprak ve halk arasındaki çözülmez bağdan doğan bir kimliğin somutlaşmış halidir.
Bu kimlik topraktan kopuşu tanımaz; hakikat, haklar ve kendini tanımlamanın bir birleşimidir.
Filistin kimliği ne uydurulmuş bir kavramdır, ne efsanevi metinlerden devşirilmiştir ne de gerçekleşmesi için dışarıdan bir onay gerektirmiştir.
Gündelik hayatın gerçeklerinden, kesintisiz bir tarihsel soydan ve anavatana ayrılmaz bir şekilde bağlı bir varoluş bilincinden ortaya çıkar.
Bir Filistinlinin Filistin’e duyduğu derin ve sarsılmaz sevgi, hakikat ve insanlığın bu sentezine dayanır.
Dolayısıyla Filistinli, kararlar ya da deklarasyonlar yoluyla hak talebinde bulunmaz; bu tür jestler daha önce dile getirilen açık gerçeğin yanında sönük kalır.
Anavatan hakları ellerinden alınan –toprakları, tarihleri, dilleri ve doğal çevreleri inkâr edilen– Filistinlilerin içinde bulunduğu durum, çağdaş dünyada eşi benzeri olmayan bir sapkınlığı temsil etmektedir.
Ve ben, Filistinli olarak, Filistin’deki ırkçı, Siyonist ideoloji –gayrimeşru ve geçici bir varlık– karşısında otantik bir varlık olarak duruyorum.