DÜNYA BASINI

“Çin barış yanlısı, ABD savaş kışkırtıcısı”

Yayınlanma

Foreign Policy’ye göre Beyaz Saray, Orta Doğu’daki gelişmeler üzerine gelişen bu söylemle mücadele etmeli.

Orta Doğu’da İran-Suudi Arabistan normalleşmesiyle zirveye ulaşan, gerginliğin düşürülmesi ve normalleşme eğiliminin altında yatan motivasyonlar ve bu eğilimin devam edip etmeyeceği tartışılmaya devam ediyor. Foreign Policy’de yayınlanan, Pittsburgh Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Orta Doğu Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı Ross Harrison ile Orta Doğu Enstitüsü İran Programı Direktörü Alex Vatanka imzalı makale bu sorulara yanıt vermeye çalışıyor. Yazarlar Orta Doğu’daki ülkelerin artık yabancıların dümen suyunda gitmek yerine kendi ulusal çıkarları doğrultusunda anlaşmalar yaptığına dikkat çekiyor ve “Büyük güçler arasındaki rekabet arttıkça, bölgesel güçlerin önüne daha fazla seçenek çıkıyor ve küresel güçlerin sadık müttefiklerinden ziyade serbest aktörler olarak hareket ediyorlar” diyor.

Makale, Çin’in Orta Doğu’daki diplomatik başarılarının Washington’u da diplomasiye itebileceğine dikkat çekiyor. Çünkü, “İtibar açısından Beyaz Saray, şimdi Çin’in barış yanlısı, ABD’nin ise sadece Ortadoğu’ya silah satmak isteyen bir savaş kışkırtıcısı olduğu söylemiyle mücadele etmek zorunda.”

Makalenin tamamını dikkatinize sunuyoruz:

***

Orta Doğu İstikrara Doğru İlerliyor Olabilir

Artan büyük güç rekabeti, ulusların kendi çıkarları doğrultusunda anlaşmalar yapmasına olanak sağlıyor.

Çok sayıda dışişleri bakanı bölgesel kargaşaya son vermek üzere müzakerelerde bulunmak için bir Asya başkentinde bir araya geldi. Toplantıda temsil edilen ülkelerden biri, diğerleri arasındaki düşmanlıkları sona erdirecek bir anlaşmaya aracılık etti.

Bu, İran ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkileri normalleştirmek için 2023 Pekin anlaşması olabilir. Ama aynı zamanda 1967’de Tayland Dışişleri Bakanı’nın Endonezya ve Malezya arasındaki düşmanlıkları sona erdirmek için bir anlaşma yapılmasına yardımcı olduğu Bangkok da olabilir. Bu toplantıda dünyanın en başarılı bölgesel örgütlerinden biri olan Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) konsepti doğdu.

60’lı yılların sonlarına gelindiğinde, Güneydoğu Asya devletlerinin iş birliği yapmadan ekonomik olarak gelişemeyecekleri açıktı. Ayrıca, özellikle yükselen Çin’e karşı kendi güvenliklerini de sağlayamayacaklardı. ASEAN’ın oluşumunda bölge ve dünyadaki dönüştürücü olaylar da aynı derecede önemliydi.

Vietnam’da savaş sürerken ve Çin destekli hareketlerin komünizmi yayacağına dair endişeler artarken, düşük performans gösteren ekonomiler Güneydoğu Asya’daki hükümetleri meşruiyetlerini kaybetmekle tehdit ediyordu. İngiltere bölgeden çekilmenin eşiğindeydi; küresel olarak ise yirmi yıl sonra Soğuk Savaş sona erdi. Bu faktörler ASEAN’ın kurulmasına ve daha sonra üye sayısının artmasına katkıda bulundu.

Son dönemde yaşanan gerilimler, 1960’larda Güneydoğu Asya’da görülen bölgesel farkındalığın Orta Doğu’da da görülmeye başlanabileceğine işaret ediyor. İran ve Suudi Arabistan arasındaki görüşmeler Nisan 2021’de Bağdat’ta başladı, Umman’ın Maskat kentine devam etti ve nihayetinde Pekin’e ulaştı ve burada sürdürülebilirlik vaat eden bir anlaşmayla sonuçlandı. İbrahim Anlaşması ve Türkiye ile Mısır arasında ortaya çıkan yakınlaşma gibi diğer gelişmeler de normalleşme yönünde bir eğilim olduğunu gösteriyor.

Orta Doğu’da diplomasinin geleceği konusunda şüpheci olmak kolay. Bu durum özellikle İran-Suudi normalleşmesi için geçerli, taraflardan birine ya da diğerine orantısız fayda sağladığına dair soru işaretleri normalleşmenin ne kadar süreceğine ilişkin endişeleri artırıyor. Ancak 1960’larda Güneydoğu Asya’da olduğu gibi bugün de Orta Doğu’da ve dünyada şüpheciliğimizi yumuşatacak güçler iş başında.

İçinde bulunduğumuz dönemin temalarından biri, Orta Doğu’daki ülkelerin yabancıların dümen suyunda gitmek yerine kendi ulusal çıkarları doğrultusunda anlaşmalar yapması. Bu bağımsızlık paradoksal bir şekilde bölgedeki büyük güç rekabetine rağmen değil, bu rekabet nedeniyle ortaya çıkıyor. Büyük güçler arasındaki rekabet arttıkça, bölgesel güçlerin önüne daha fazla seçenek çıkıyor ve küresel güçlerin sadık müttefiklerinden ziyade serbest aktörler olarak hareket ediyorlar.

Örneğin İsrail ve Suudi Arabistan, enerji politikalarından Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına yönelik yaklaşımlarına kadar çeşitli konularda ABD’den önemli ölçüde bağımsızlık sergiliyor. Rusya-Ukrayna savaşı için Rusya’ya insansız hava aracı tedarik etmedeki rolü bağlamında İran da kendini daha güvende hissediyor.

Dahası, ABD Orta Doğu’dan çekilmese de Basra Körfezi’ndeki müttefikleri onun bir güvenlik garantörü ve ortağı olarak güvenilirliğini sorgulamaya başladı. Bu da onları İran’dan uzaklaştırmak yerine daha da yakınlaştırıyor. Suudi Arabistan için bardağı taşıran son damla, 2019 yılında devlet şirketi Aramco’ya ait Bıkayk ve Hırays adlı iki petrol rafinerisine düzenlenen insansız hava aracı saldırıları oldu. Bu saldırıların Tahran’ın işi olduğuna inanılıyordu ancak ABD Başkanı Donald Trump’ın yönetimi İran’a yönelik sürdürdüğü kuru gürültüye rağmen karşılık vermek için neredeyse hiçbir şey yapmadı. Suudiler için, 1980’de ABD’nin Basra Körfezi’ndeki çıkarlarını korumak için güç kullanma taahhüdü olarak formüle edilen Carter Doktrini’nin süresi dolmuştu. Bu gelişme hiç şüphesiz Suudileri İran ile müzakereye yatkın hale getirdi. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Umman da 2021 yılına kadar İran’la diyaloglarını genişletmek için tüm hızlarıyla çalıştılar.

Washington’da Orta Doğu’nun ABD müdahalesi olmaksızın istikrara kavuşamayacağına dair bir inanç var. Ancak mevcut ortamda istikrarı sağlamaya yönelik birincil itici gücün bölgesel güçlerden gelmesi gerektiği açık. Diyaloga yönelik bu son hamlelerin de gösterdiği gibi, Yemen ve Suriye’deki iç savaşlardan Lübnan ve Irak’taki sorunlara kadar bölgede istikrar ve gerilimin azaltılmasının, ABD’nin müdahalesi olsun ya da olmasın, bölgesel aktörler arasında iş birliğini gerektirdiği görüşü hâkim olmaya başladı.

Çin’in Orta Doğu’daki yeni diplomatik rolü de gerilimi azaltma eğilimlerinin sürdürülmesine yardımcı olabilecek diğer bir faktör. Pekin, ABD’nin Suudi Arabistan ve İsrail aracılığıyla İran’a karşı, denizaşırı dengeleme yaklaşımından kaçınıyor; böyle bir yaklaşımın gerilimi tırmandıracağını düşünüyor. Bunun yerine Çin, bölgesel çatışmalarda daha tarafsız bir yaklaşım benimseyerek gerilimi tırmandırmak yerine yatıştırmayı tercih ediyor.

Bazı İranlı kaynaklar Çin’in bölgesel bir dengeleyici olarak ortaya çıkan kritik rolüne dikkat çekiyor. İran devlet medyası, İran’ın 2019’da Suudi petrol varlıklarına saldırmasının ardından Çin’in Tahran’ı, bu tür eylemlerin Pekin’in çıkarlarına zarar verdiği konusunda uyardığını bildirdi. Çünkü Pekin’in enerji güvenliği politikası Suudi ve Körfez petrolünün kesintisiz ithalatına dayanıyor.

Çin-Suudi ticareti Çin-İran ticaretinden yaklaşık altı kat daha büyük olmasına rağmen Pekin hem İran hem de Suudi Arabistan’ın en büyük ticaret ortağı. Çin’in, petrolün yarısını Basra Körfezi’nden aldığı düşünüldüğünde enerji güvenliği, Tahran’daki İranlılar ile Riyad’daki Suudiler arasında çatışma olasılığını azaltacak politikaları zorlamasını gerektiriyor. İran ve Suudi Arabistan’ın, Avrupa kıtasının İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda gördüğü türden bir ekonomik entegrasyona gitmelerine Çin’in yardımcı olacak güce ve siyasi iradeye sahip olup olmadığını göreceğiz. Bu Çin için büyük bir sınav olacak.

Çin’in Orta Doğu’daki diplomatik atakları belki de sezgisel olarak Washington’u da diplomasiye itebilir. Çin’in hamleleri, İran ile ABD arasında nükleer konuda gayrı resmi bir anlaşmaya varılması için itici güç olmuş olabilir. İtibar açısından Beyaz Saray, şimdi Çin’in barış yanlısı, ABD’nin ise sadece Ortadoğu’ya silah satmak isteyen bir savaş kışkırtıcısı olduğu söylemiyle mücadele etmek zorunda.

Dengede ve kısa vadede, Çin’in dahlinden en kazançlı çıkacak Riyad olacak. Çin, Tahran’a Yemen’deki Husileri Suudi Arabistan’la siyasi bir anlaşmaya varmaya zorlaması ve Suudi altyapısına, ticaretine ve ekonomik planlarına yönelik tehdidi durdurması için baskı yapabilirse Riyad kazanır. İranlılar bunu yapmada da Suudiler yine kazanır çünkü Riyad Pekin’e gerilimi azaltma konusunda ciddi olmayanların İranlılar olduğunu gösterebilir.

Diplomasinin yeniden başlamasının Riyad için başka bir faydası daha var: İran ile ABD ya da İran ile İsrail arasında olası bir askeri çatışma durumunda Suudiler, Suudi Arabistan’ın İran’ın misillemesinin hedefi olma ihtimalini çok daha düşürdüler.

Tahran için kısa vadeli kazanç, Riyad’la yapılan bu anlaşmanın Suudi Arabistan’ı en azından şimdilik İsrail’den uzaklaştırabilecek olması. Daha da önemlisi, bu anlaşma en azından Tahran ve Riyad arasında yeni bir “soğuk barış” dönemine işaret edebilir ve bu dönemde her iki taraf da birbirlerinin içişlerine karışmaktan vazgeçebilir. Suudi Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan Al Suud’un 17 Haziran’da Tahran’a yaptığı ziyaret sırasında da tekrarlanan bu mesaj, her iki tarafın da bu müdahale etmeme vaadini çok önemli bulduğunu gösteriyor.

Bu değişen hesaplar, sadece bölgesel ve küresel düzeyde değişen gerçekleri değil, aynı zamanda İranlı ve Suudi yönetici elitlerin yerel düzeyde karşılaştıkları baskıları da yansıtıyor.

Suudi Arabistan örneğinde, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın gündemi Suudi toplumunda büyük bir dönüşüm gerçekleştirmek. Her şeyden önce Riyad’daki liderlik, ülkenin geleceği için en iyi ulusal stratejinin, Veliaht Prens’in Vizyon 2030 tasarısına bağlılık da dahil ülke içinde ekonomik kalkınmaya odaklanan bir strateji olduğuna inanıyor.

Öte yandan İran’ın radikal Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin gelişi de Tahran ve Riyad’ı birbirine yaklaştırmış olabilir. Hasan Ruhani’nin sözde pragmatik hükümetinin 2021’de görevden ayrılmasının ardından Suudiler, tüm gücün radikal grubun elinde olduğu bir İran rejimiyle karşı karşıya kaldı. Bu arada Tahran’daki bu sertlik yanlısı grup da sonuç alma baskısı altındaydı. Dolayısıyla, Tahran’ın bölgesel gündeminin sertlik yanlısı Devrim Muhafızları’nın elinde olduğu düşünüldüğünde, İran’ın vaatlerini yerine getirme olasılığı özellikle de bölgesel politikalarını düzenleme konusunda arttı.

Bu arada Tahran’da rejim Washington ile girdiği çıkmazdan bir çıkış yolu göremiyordu. Bunun yerine, ABD yaptırımlarını aşmak amacıyla Arap rakiplerine yönelik yeni bir politika arayışına girebilirdi. Tahran’daki politika yapıcılar, yakın komşuların küresel ticaret için bir kanal olarak faydasını fark etti.

Bu sayede BAE, Irak ve Umman son dönemde İran’ın en büyük ticaret ortakları arasında yer aldı. En azından Tahran’daki rejim, Riyad’la yakınlaşmanın İran’ın geniş diasporasındaki muhalif medya faaliyetlerine mali destek de dahil Suudilerin İran karşıtı eylemlerini azaltacağını umuyor; bu, 2022 Eylül’ünde Mahsa Amini’nin rejim gözetiminde ölümü üzerine patlak veren protestolardan bu yana Tahran için aciliyet arz eden bir konu.

Tahran’da iktidarın el değiştirmesi faktörü de var. Ancak şimdilik, 84 yaşındaki dini lider Ali Hamaney’in gündeminin kendi siyasi ihtiyaçlarıyla örtüşmesi Reisi için bir şans.

Bölgesel istikrarın devamı yerel, bölgesel ve küresel güçlerin aynı yönde hareket etmesiyle sağlanabilir. İzlenmesi gereken bir husus da İbrahim Anlaşması ile İran-Suudi yakınlaşmasının birbirini tamamlayıp tamamlamayacağı ya da birbiriyle çatışıp çatışmayacağı. İsrail ve İran arasında resmi bir iş birliği ihtimali düşük olsa da İbrahim Anlaşması’nın Suudi-İran yakınlaşmasına paralel ilerlemesi mümkün. Çin’in daha tarafsız tutumu buna olanak sağlayabilir. Asıl belirleyici olan Suudi Arabistan’ın İbrahim Anlaşmalarına katılıp katılmayacağı olacak ki bu da bir bakıma iki girişim arasında gayrı resmi bir köprü oluşturabilir.

İran ve Suudi Arabistan’ın son dönemde ilişkilerini normalleştirmesinin ardındaki motivasyonları sorgulamak ve iki ülkenin gerilimi azaltma yönündeki siyasi iradesini test etmek sağlıklı olsa da şüphecilik bizi bu sorunlu bölge için daha iyi bir gelecek olasılığına karşı körleştirebilir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version