1870 Sedan Savaşıyla başlayan Fransa ile Almanya arasındaki kanlı savaş, iki büyük dünya savaşında da devam etmişti. Her iki ülke 60 yıl önce Elysée Anlaşması’nı imzalayarak, aralarındaki düşmanlığa nihai olarak son vermeyi amaçlamıştı.
Bugün her iki ülkenin basını ve kanaat önderleri, kriz ve savaş koşullarında Avrupa’da istikrarın ve barışın sürdürülebilmesi için, Fransa ile Almanya’nın dostluğunun önemine dikkat çekiyor.
Özellikle birçok Avrupa ülkesinden AB’ye yönelik sert eleştirilerin yükseldiği bu dönemde, Fransa-Almanya dostluğu, ittifakı AB’yi bağımsız emperyal güç olarak ayakta tutmak isteyenler için vazgeçilmezdir.
Ne var ki Almanya ile Fransa arasında eşit olmayan, asimetrik ilişki AB’nin geleceği açısından belirsizliklere yol açmaktadır.
Avrupa’yı iç pazarına dönüştüren Almanya, ekonomik zenginliğiyle Fransa dahil tüm ülkeleri ekonomik ve siyasi olarak baskılayarak kendisine rakip olmasını engellemeye çalışmaktadır.
Gelinen noktada, 2000’li yılların başından itibaren ekonomisi giderek güç kaybeden Fransa, Almanya karşısındaki eşit konumunu kaybetmiştir.
Merkel’in uzun dönemi boyunca ilişkileri denk bir noktaya getirebilecek siyaseti izleyecek iradeyi gösteremeyen Fransa, Almanya karşısında gerilemeye devam etti.
Uluslararası sermayenin Fransız öpücüğüyle iktidara gelen Macron dönemindeyse Fransa, Almanya’ya boyun eğme noktasına gelmiş durumda.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ordusuz bırakılan Almanya, Ukrayna savaşını fırsata dönüştürerek askeri bütçesini çarpıcı biçimde artırdı. Artık Almanya’nın, Avrupa üzerinde hakimiyetini sadece ekonomik gücüyle değil askeri gücüyle de tesis edeceği bir gerçek.
Bu gelişmeler sonucu Fransa’nın hem solundan hem sağından Almanya’ya karşı eşit ve onurlu bir siyaset izlemesine yönelik ciddi sesler yükselmektedir. Bu itirazlar genel anlamda, Almanya ile adil ve eşit rekabet edebilen dostluğu talep etmektedir.
Ancak Fransız düşüncesinde iki ülke arasındaki keskin önyargılara nihai olarak son verecek, iki toplumu belli etik ve siyasi ilkeler temelinde birleştirmek isteyen bir gelenek de vardır.
Fransız Direniş hareketinin en önemli temsilcilerinden Camus, 1943 yılında yayımlanan Bir Alman Dosta Mektuplar eseriyle Alman toplumuyla çatışmalara sonsuza kadar son verme özlemini dile getirmişti.
Son dönemlerdeyse başta Alain Badiou olmak üzere Fransız solu, Almanya ile tek bir siyasi yapı altında bütünleşme hayalini dillendirmektedir.
De Gaulle sonrası ‘dostluğun’ bile adım adım gerilediği bugün, iki ülkeyi nihai olarak barıştırıp birleştirmek ne kadar gerçekçidir? Özellikle AB’ye eleştirel mesafede duran Fransız solunun uzun zamandır dile getirdiği, AB’ye alternatif Fransa-Almanya ilişkisinin gerçekliği bu bağlamda tartışılmalıdır.
Fransa solunun Almanya hayali
Fransa solunun yaşayan en önemli temsilcilerinden ‘Maocu’ filozof Alain Badiou’nun, 2016 yılında Jean-Luc Nancy ile Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde gerçekleştirdikleri konferanstaki, Fransa-Almanya ilişkisine dair düşüncelerini bugünkü tartışmalar içinde değerlendirmek önemlidir.
Badiou, konuşmasında öncelikle AB’ye eleştirilerini yöneltir: “Avrupa’nın öyle ateşli bir taraftarı değilim. Rusya’sız, Türkiye’siz bir Avrupa, eski emperyal büyüklüğüyle savunmacı ve pek yaratıcı olmayan bir ilişki içinde sıkışıp kalmış Avrupa nedir ki özünde?”
Kuşkusuz Badiou, AB’nin hiçbir zaman Rusya ve Türkiye’yi kabul etmeyeceğinin farkındadır ve böyle Avrupa’nın kendisini yenilemekten uzak, insanlık için yeni bir şey söylemekten yoksun olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Badiou’nun Avrupa’yı farklı politik zeminde yeniden canlandırmak için önerisiyse Fransa ile Almanya’yı tek çatı altında birleştirmektir: “Şahsi olarak uzun süredir Fransa ile Almanya’nın birleşmesinin taraftarıyım… Tek bir ülke, tek bir federal devlet, iki egemen dil. Pekala mümkün bu. Fransa tarihi altında ezilmiş, iki büklüm hale gelmiş, nedensiz yere kasıntı olan çok yaşlı bir ülke. Almanya ise fazlasıyla belirsiz bir ülke. Kendisinin ne olduğunu bilmiyor, ezelden beri çaresizlik içinde kendisini arıyor. Fransa ile Almanya’yı birleştirirsek yaşlı Fransa’ya son vermiş ve Almanya’ya gerçek bir gençlik bahsetmiş oluruz. Bu bağlamda felsefe ne olacaktır? İşte bence böylece felsefe hakikaten Fransız-Alman felsefesi olacak ve belki de en ihtişamlı dönemini yaşayacaktır. Bu benim çağdaş mitim.”
Badiou’nun felsefi özleminin siyasi ve toplumsal zeminde gerçekleşmesinin imkânsız olduğu, bu hayalini ütopya değil de mit olarak tanımlamasından anlaşılabilir.
Fransa’nın yaşlı olduğu ve toplumsal değişim için esnekliğini kaybettiği konusunda Badiou’ya katılmamak zor.
Badiou’nun konuşmasındaki en çarpıcı noktaysa, Almanya’nın hala kimliğini arayan belirsiz bir ülke olduğu değerlendirmesidir. Bu konuyu irdelemek gerekir. Çünkü Almanya’yı doğru bir tarihsel bağlamda tanımlamak, hem Fransa- Almanya ilişkilerinin geleceği hem de dünyadaki güç ilişkileri açısından önemlidir.
Junkerler’in gölgesinde Alman aydını
Söz konusu tarihin ağırlığıysa, bu mirasın getirdiği zorunluluklar her ülke için geçerlidir. Aydınlanma, Devrim, cumhuriyetçilik, özgürlük gibi insanlığın tutkularını ateşleyen Fransız geleneğinden yoksun Almanya’nın payına düşen Prusya tarzı, yukarıdan inme, otoriter modernleşme olmuştur.
19. yüzyılın son çeyreğine kalabalık modern bürokratik sınıfın öncülüğünde hızla sanayileşen Almanya, hala aristokrasinin vesayeti altındaydı. Junkerlerin gölgesinde yeşeren zayıf Alman burjuva toplumunun yaratabildiği, ekonomik ve siyasi krizlerle 14 yıl yaşayabilen güçsüz Weimar Cumhuriyeti olmuştu. Çöken cumhuriyet sonrası yaşananlar herkesin malumu…
Şüphesiz modern bir ülkeye kimliğini verenler, toplumun kolektif bilincinin ve eyleminin cisimleştiği, siyasi liderler, düşünürler yani entelektüel sınıftır. Bu anlamda Almanya’nın çaresizce kendini aramasının nedeni, Alman entelektüel sınıfının kendi kimliğini ortaya koyamaması, kendini gerçekleştirememesidir.
Fransız Devrimi’nden önce Fransız aydınlanması monarşiye karşı alternatif yönetim biçimlerini tartışıp, demokratik devlet teorileri ortaya koymaktaydı.
Almanya tarihinin en ihtişamlı iki ismi Goethe ve Schiller ise aynı dönemde, bireyin kendisini yetkinleştirmesine yönelik Bildungsroman kuramlarını edebiyatta islemekteydi. Bildungsroman’in Almanya’da bu denli merkezi konu olması, Alman aydının yetkinleşme eksikliğinin ifadesiydi.
Yetkinleşmekle anlatılmak istenen salt bilgi değildi; bireyin otonomu, özgürce düşündüğü ifade edip bunun gerektirdiği eylemde bulunmasıydı.
Ne var ki Alman aydının iradesi mühürlenmişti; siyasi ve kültürel birlikten yoksun, onlarca prensliklere bölünmüş coğrafyada entelektüelin kendisini var edebileceği kamusal alan yoktu. Toplumsal hareketlerin yokluğunda, büyük Alman dehası küçük salon toplantıları dışında nadiren uzak yerleri aydınlatabiliyordu.
Madam de Staël, devrim sonrası Almanya’ya yaptığı seyahat sonrası kaleme aldığı, 1810 yılında yayımlanan Almanya Üzerine (De L’Allemagne) kitabında birçok çarpıcı gözlemde bulunmaktadır.
Madam de Staël kitabının başlarında, Alman entelektüelinin filizlenme dönemindeki bu açmazı açıkça dile getirmişti: “Siyasi kurumlar tek başına bir ulusun karakterini benimseyebilir. Almanya’da hükûmetin yapısı, Almanların felsefi aydınlanmasıyla neredeyse taban tabana zıttır. İşte bu nedenle, düşünce alanında ne kadar cüretkarlarsa, karakter açısından da o kadar itaatkârdırlar. Askerliğin üstün tutulması, mertebeler arasında fark gözetilmesi, onları toplumsal ilişkilerde de en keskin itaate alıştırmıştır.”
Staël’in yorumu belki en çok Alman felsefesi için geçerlidir. Kant, Fichte, Schellin, Hegel başta olmak üzere Alman felsefesinin en cüretkârları dahi kendi siyasi yönetimlerine karşı açıktan tavır alamadı. Bütün Alman filozofları toplansa, Rousseau kadar cesaret örneği sergileyememiştir.
Badiou’nun Fransa’nın Almanya’ya vereceği ‘gençlik’ dediği şey belki gençliğin cesareti, eylemdeki cüretkârlığıdır.
Ancak yüzyıllık Fransız-Alman felsefi yakınlaşmasının sonucu Badiou’nun hayalinin tersi yönünde gerçekleşti. Savaştan önce Berlin’e giden Sartre, Nazi taraftarı Heidegger’in koyu muhafazakar Varlık (Dasein) felsefinin etkisiyle dönüp, Varlık ve Hiç eserini yayımladı. Daha sonraki Marksizm’in kızılı bile Sartre felsefesinde bu koyu karanlığı örtemedi.
1960 sonrası Alman felsefesinin, özellikle Hegel sonrası filozoflar, etkisiyle Fransa’da sahneye Foucault, Derrida gibi Aydınlanma karşıtı düşünürler çıktı.
Engels Almanya’da Köylüler Savaşı eserinde, Almanya ile Fransa’da feodalizmin tasfiyesini modern devletin gelişimini karşılaştırmıştı. Fransızların her dönem tarihsel sorunlara ilerici bir çözüm bulurken, Almanların gerici bir çözüm bulduğunu dile getirmişti.
Bugün Almanya tam da kimliğine uygun şekilde Ukrayna krizi karşısında gerici çözümler sunup, kamuoyunu baskılarken, Alman aydını da itaat geleneğini onur nişanı gibi taşımaya devam etmektedir.
Almanya’nın Ukrayna politikasına ürkek eleştiriler yönelten Alman aydınları, geçmişte olduğu gibi, savaşa karşı kökten, açıktan siyasi tavır gösterememektedir.
Bu koşullarda Fransa ya Junkerlerin Almanya’sı karşısında eşitsiz konumunu kabul edecek, ya da en azından De Gaulle kadar dik duracaktır.
Her iki koşulda da Badiou’nun hayal ettiği imkânsız birliktelik gerçekleşemeyecektir.
Badiou’nun hayali kadar zayıf bir ihtimal daha var: Fransa ile Almanya’nın Amerika’dan uzaklaşarak farklı sosyo-ekonomik politikalarla Asya’ya yönelmesidir ki yakın gelecekte gerçekleşmesi zor bir ütopyadır.