DÜNYA BASINI

Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim saldırısından sonraki bir ay epey debdebeli geçti ve Gazze’de devam eden savaşın hem Filistin hem de İsrail tarafı açısından büyük değişimler getirdiği muhakkak. Nihayetinde Filistin, İkinci İntifada’dakine benzer türden bir viraj aldı ve İsrail, eski statükonun sürdürülemeyeceğinin farkında. İşgal rejimi, şimdi galip gelenin kendi barışını karşıdakine dayatacağı bir alternatiften ötesini göremiyor.


Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Daniel Lindley

Ebb Magazine

9 Kasım 2023

“Avrupa’nın her yerinde lambalar sönüyor, ömrümüz boyunca onları bir daha yanarken göremeyeceğiz.” — Sir Edward Grey, Avrupa’nın savaşa girmesinin kaçınılmazlığı üzerine, 1914.

İsrail devleti şu anda uçurumun eşiğinde duruyor. Seymour Hersh’ün “Netanyahu’nun işi bitti” başlıklı makalesinde, “Hamas’ı açlıktan öldürmek ya da Gazze’de 100 bin kadar insanı öldürmek” arasında bir seçim yapmak zorunda olduğu ikilem oldukça veciz bir şekilde ifade edildi. Hamas’ı yok edememek Siyonist sömürgeci proje açısından yıkıcı bir mağlubiyet olacaktır zira bu, devletin halkını tüm sömürgeci yerleşimcilerin korktuğu türden şiddetli bir yerli ayaklanmasından koruyamayacağının kabulü anlamına gelecektir. Ancak böyle bir hedefe ulaşmak, bir AB diplomatının deyimiyle “büyük bir etnik temizlik” olmadan muhtemelen imkânsız. Likud’lu Knesset üyesi Ariel Kellner, 7 Ekim’de “tek bir hedefleri olduğunu” açıkladı: “Nekbe! 48’deki Nekbe’yi gölgede bırakacak bir Nekbe. Gazze’de Nekbe ve kalmaya cesaret edecek herkes için Nekbe!”

Açık sözlülüğü aydınlatıcı olsa da onun ve benzer tehditlerin gözden kaçırdığı en ciddi dinamik, Orta Doğu’nun 1948’den bu yana epey değişmiş olması. Filistin direnişi hiç bu kadar hazırlıklı olmamıştı, İsrail’in geniş bölge üzerindeki askeri hakimiyeti azaldı ve baş hamisi ABD düşüşe geçti. Bu da İsrail’in ciddi sonuçlar doğurmadan etnik temizlik yapabileceği günlerin geride kaldığı anlamına geliyor. Bu durum bizi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Arşidük Franz Ferdinand suikastının intikamını almak için Sırbistan’ı işgal etmesi gerektiğine inandığı, fakat bunu yapmanın kaçınılmaz olarak Rusya’nın müttefiki ile dayanışma içinde savaş ilan etmesi anlamına geldiği ve bu noktada Avrupa çapında savaşın kaçınılmaz hale geldiği 1914 Temmuz Krizi ile pek çok benzerlik taşıyan tarihi ana getiriyor.

Batı basını, 7 Ekim’de yaşanan olaylarla ilgili haberlerinde İsrailli sivillerin Filistinli savaşçılar tarafından öldürülmesine odaklanırken bazı İsrailli görgü tanıklarının sivillerin Gazze’ye rehine götürülmesini engellemek amacıyla kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü bildirmesi detayları belirsiz hale getirdi. Eğer Hamas liderliği hesaplanmış bir tırmanma stratejisi izlemeye başladıysa, bu durum Hamas’ın siyasi lideri İsmail Heniye’nin 5 yıl önce İsrailli nişancıların 214 Filistinliyi öldürdüğü ve 36 bin 100’den fazlasını yaraladığı Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında Gandi portresi önünde şiddet içermeyen gösterileri desteklediği dönemden belirgin bir şekilde farklı olacaktır.

Batı basınında pek dikkat çekmeyen, ancak 7 Ekim’in muhtemelen en önemli tarafı, İsrail ordusunun Filistinli militanların doğrudan saldırısı karşısında hakikaten şok edici bir şekilde çökmesiydi. Hamas öncülüğünde çeşitli askeri üslere ve karakollara düzenlenen saldırıda yüzlerce İsrail askerinin öldürüldüğünü biliyoruz; sahiden de birkaç İsrail kenti iki gün boyunca Hamas’ın askeri kontrolü altındaydı ki bu daha bir ay öncesine kadar düşünülemeyecek bir senaryoydu. 1948’den bu yana hiçbir Arap askeri gücü İsrail’in orijinal sınırları içindeki toprakları ele geçirip elinde tutamamıştı; bunu İsrail’in düşmanları arasında askerî açıdan en zayıf güçlerden biri olan Hamas’ın başarmış olması bilhassa utanç verici.

İsrail gibi bir yerleşimci devlet için, düşmanlarının askerî açıdan kendisine meydan okumaya cesaret bile edememesi için baskın bir askeri güç imajı yansıtmak mecburi. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon, bu mantığı 2002 yılında şöyle izah etmişti: “Ben [zaferi] çatışmanın başından itibaren tanımladım: Filistinlilerin terör ve şiddetin bizi yenemeyeceğini, bizi pes ettiremeyeceğini oldukça derin bir şekilde içselleştirmesi. Eğer bu derin içselleştirme çatışmanın sonunda mevcut olmazsa, İsrail’e dönük varoluşsal bir tehdit içeren stratejik bir sorunumuz olacaktır. Eğer bu [ders] Filistinlilerin ve Arapların bilincine kazınmazsa, bizden taleplerinin sonu gelmeyecektir. Askeri gücümüze rağmen bölge bizi daha da zayıf olarak algılayacaktır.”

Hamas savaşçılarının askeri üsleri ele geçirdiği ve yerleşim yerlerinden engellenmeden geçtiği görüntüler İsrail’in caydırıcılık kapasitesine vurulmuş yıkıcı bir darbe, belki de devletin varoluşundaki en büyük darbedir. Onların mantığına göre, buna verilecek tek tatmin edici tepki, genel manada statükoya dönmeden önce sivillere yönelik olağan misillemeler değil, böyle bir saldırının bir daha gerçekleşme ihtimalini ortadan kaldıracak bir şeydir. İsrail Savunma Bakanı, amaçlarının sadece “tüm Hamas görevlilerine ulaşmak olduğunu, onları yok etmeden görevi sonlandıramayacaklarını” ve bunun “Gazze’deki son harekât olduğunu, zira bundan sonra Hamas’ın olmayacağını” resmen ifade etti. Gazze Şeridi’nde Hamas’a sunulan yaygın destek ve İsrail’in Hamas’ın tüm mensupları öldürüldükten sonra Gazze’yi kimin kontrol edeceğine dair herhangi bir planının olmaması göz önüne alındığında, bu hedefler —eğer Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya sürerek etnik temizlik yapma niyeti olarak yorumlanmıyorsa— pek pratik görünmüyor. Bu durum, Gazze’deki tüm nüfusun Sina’ya sürülmesini açıkça onaylayan 13 Ekim tarihli İsrail İstihbarat Bakanlığı belgesinin yakın zamanda sızdırılmasıyla daha da pekişti.

Bölgesel gericiler ve Direniş Ekseni kırmızı çizgiler belirledi

İsrailli politikacıların asıl maksadın bu olduğunu ağızlarından kaçırmış olmaları, bölgedeki kilit aktörlerin İsrail’in bunu yapma niyetine çoktan ikna olmuş olmalarından ve etnik temizliğin kırmızı çizgi olduğu konusunda ortak bir tepki vermiş olmalarından daha az önemli. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi, “Filistinlileri Sina’ya yerleştirmenin Mısır’ı İsrail’e karşı savaşa sürüklemek anlamına geldiğini” ifade etti. Mısır anayasası, Cumhurbaşkanı’nın parlamento onayı olmadan savaş ilan etmesine izin vermiyor ama Arap İşleri Komitesi Müsteşarı Eymen Muhsab, CNN’e yaptığı açıklamada Mısır parlamentosunun, “Sisi ve Mısır ordusuna savaş açmak da dahil olmak üzere ülkesinin ulusal güvenliğini koruma konusunda gereken tüm tedbirleri alma yetkisi vermeyi kabul ettiğini” doğruladı. Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen Sefadi de “Filistinlileri anayurtlarından tehcir etmeye dönük her türlü girişimin savaş ilanı olduğunu” ifade etti. Bu beyanlar, söz konusu liderlerin savaşa en ufak bir heves duydukları şeklinde yorumlanmamalı, aksine durumun ciddiyetinin bir işareti olarak görülmeli; İsrail’in en uysal komşuları bile onun karşı koymadan bir etnik temizlik yapmasına izin veriyormuş gibi görünmeyi düşünmeyecektir. Daha alaycı gözlemciler (doğru bir şekilde) bu açıklamaların Filistin davasına ilkeli bir destekten ziyade içeriden devrilme korkusuyla ilgili olduğundan şüphelenseler de bu durum pratikte çok az fark yaratacaktır.

Fakat İsrail’in baş düşmanları elbette Mısır ve Ürdün devletleri değil. Bilakis İran, Suriye, Hizbullah, Hamas, Yemen Ensarullah’ı ve Halk Seferberlik Kuvvetleri gibi Iraklı milislerden oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak bilinen koalisyon. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emi Abdullahiyan’ın 7 Ekim’den bu yana son derece yoğun olduğu ve neredeyse her gün Lübnan, Suriye, Irak ve Katar’ı ziyaret ederek müttefikleriyle bir araya geldiği görülüyor; bu, kriz dönemleri dışında bir dışişleri bakanı için nadiren görülen yoğun bir program. Direniş Ekseni’nin tüm varlık sebebinin İsrail ve ABD’nin bölgedeki varlığına karşı çıkmak olduğu düşünüldüğünde Gazze krizi ciddi bir ortak tepki verilmeden geçiştirilebilecek bir mesele değil. Bu tutum ve bu toplantıların ardından yapılan açıklamalar, İran’ın savaşın ilk aşamalarındaki rolünün, müttefikleriyle koordinasyon içinde, kuzey cephesinin açılması tehdidiyle İsrail’i Gazze’de sert adımlar atmaktan caydırmaya dönük planı harekete geçirmek ve nihayetinde İsrail’in birincil destekçisi olarak ABD’yi sorumlu tuttukları için bölgedeki ABD çıkarlarına koordineli bir saldırı düzenlemek olduğunu gösterdi.

Hizbullah, Lübnan sınırındaki İsrail mevzilerine saldırmaya başladı ve 3 Kasım itibariyle 120 İsrail askerini öldürdüğünü ya da yaraladığını iddia ederken 60 savaşçısını da çatışmalarda kaybetti. İsrail ayrıca artan çatışmalar nedeniyle sınır bölgesindeki 42 köyü ve Kiryat Şimona kasabasını tahliye etti. Hizbullah’ın bugüne kadar gerçekleştirdiği eylemler, İsrail ordusuna zayiat verdirmeye yönelik ciddi bir girişimden ziyade taciz operasyonları. Yine de İsrail ordusuna sınırın ötesinden bu kadar küstahça saldırması ve İsrail vatandaşlarını tahliyeye zorlaması, İsrail’den ateşle karşılık vermek dışında neredeyse hiçbir karşılık görmemesi daha önce düşünülemezdi. En önemli etki ise İsrail’e Hizbullah’ın sınırda olduğunu ve savaşmaktan korkmadığını hatırlatarak İsraillileri, ordularının büyük bir kısmını Gazze’ye göndermeleri halinde kuzey sınırlarını Hizbullah tarafından açılacak ikinci bir cephe gibi bir “kâbus senaryosuna” tehlikeli bir şekilde açık bırakacakları endişesine sevk etmesi oldu.

İsrail cephesinden uzakta Gazze krizi, ABD ordusunun Direniş Ekseni’ne bağlı grupların bölgedeki saldırılarına maruz kalmasıyla genişliyor. ABD’nin Irak’taki El Esad Hava Üssü ve Suriye’nin güneyindeki El Tanf garnizonu insansız hava araçları tarafından hedef alınırken Donanma destroyeri USS Carney 19 Ekim’de Ensarullah tarafından ateşlenen üç kara saldırısı seyir füzesini ve birkaç insansız hava aracını düşürdü ve ayın ilerleyen günlerinde de saldırılar devam etti. 24 Ekim itibariyle ABD’li yetkililer, üslerine dönük saldırı dalgası esnasında en az 24 ABD askerinin yaralandığını ve bir sözleşmelinin de kalp krizi geçirerek öldüğünü açıkladı. Hizbullah’ın İsrail’in kuzey sınırına dönük saldırılarına benzer şekilde, ABD’den herhangi bir misilleme gelmemesi dikkat çekiciydi; ABD Suriye’ye yönelik hava saldırılarını ancak 27 Ekim’de gecikmeli olarak başlattı. Basında görece az yer bulması bile ABD’nin misilleme yapmak zorunda kalmaktan kaçınmaya çalıştığını gösteriyor. Eğer ABD’nin bölgeye iki uçak gemisi göndermesinin nedeni Hamas’ın müttefiklerini İsrail’in planlarını bozmaktan caydırmaksa, bu işe yaramış gibi görünmüyor. Hatta ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın İran’a, Amerikalıların saldırıya uğraması halinde ABD’nin “kararlı bir şekilde karşılık vereceği” yönünde “şimdiye kadarki en sert uyarıyı” yaptığı, fakat saldırıların böyle bir karşılık verilmeden hızla devam ettiği acınası sahneye tanık olduk. Bu yazının kaleme aldığı sırada, Yemen’deki Ensarullah hükümetinin İsrail’e yönelik bir balistik füze saldırısının sorumluluğunu üstlenmesi ve “İsrail saldırganlığı durana kadar” bu tür saldırılara devam edeceği uyarısında bulunması en son tırmanış oldu.

ABD’nin bölgedeki konumunun kırılganlığı

Bunun önemi, ABD’nin İsrail’e Gazze’ye kara harekâtını ertelemesi konusunda baskı yaptığı, zira ABD’nin bölgedeki askeri ve donanma varlığını artırmasıyla birlikte bölge genelinde ordusuna dönük saldırıların kaçınılmaz olarak artmasına hazırlanmak için daha fazla zamana ihtiyaç duyduğu bildirildi.

ABD’nin şu anda Orta Doğu’da bölgesel bir savaş için son derece zayıf bir konumda olduğu neredeyse herkes tarafından biliniyor. Rusya-Ukrayna savaşı işleri karmaşık hale getirene kadar ABD dış politikasının ana odağı yükselen Çin’i kontrol altına almak için Hint-Pasifik bölgesinde askeri kabiliyetlerini geliştirmekti. Barack Obama’nın dış politikası “Asya’ya Yöneliş” ve Orta Doğu’da uzun vadeli savaşlara kuşkuyla yaklaşması ile tanımlanır hale geldi. Trump ve Biden yönetimlerinin Güney Çin Denizi ve etrafındaki ABD askeri üslerini genişletmesi ve Çin’i caydırmak amacıyla Britanya ve Avustralya ile yeni bir savunma paktı olan “AUKUS’u” kurmasıyla bu durum devam etti.

Ancak bu yeni odaklanma Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle sekteye uğradı. Temmuz ayında ABD’nin Avrupa’daki Hava Kuvvetleri Komutanı James Hecker, ABD silah stoklarının “tehlikeli bir şekilde azaldığı” uyarısında bulundu. ABD, Rusya ile savaşın başlamasından bu yana Ukrayna’ya 41,3 milyar dolar askeri yardımda bulundu ve bunun büyük bir kısmı yeni üretim yerine mevcut mühimmat stoklarının transferi şeklinde gerçekleşti. Hatta ocak ayında ABD’nin Ukrayna’ya bir milyondan fazla 155 milimetrelik mermi sağlama taahhüdünde bulunduğu ve bunun kayda değer bir kısmının İsrail ve Güney Kore’deki stoklardan alındığı kamuoyuna duyurulmuştu. Savunma sanayii ve Pentagon, Ukrayna’ya silah göndermek ve ABD raflarını dolu tutmak için çabalarken Pentagon da şu anda “ABD stoklarını taramak ve İsrail’e ikmal yapmak için mühimmat aramakla” görevlendirilmiş durumda. Axios CEO’su ve kurucu ortaklarının ortak köşe yazısı genel tabloyu şöyle özetliyor: “Daha önce özel hayatlarında aynı anda bu kadar çok denizaşırı çatışmadan endişe duyan hiç bu kadar çok sayıda üst düzey hükümet yetkilisiyle konuşmamıştık. ABD’li yetkililer, bu krizlerin bir araya gelmesinin destansı bir kaygı ve tarihsel bir tehlike yarattığını söylüyorlar.”

Amerikan halkının savaş yorgunluğundan ne ölçüde mustarip olduğu göz önüne alındığında —Joe Biden’ın bile Afganistan gibi “sonsuza kadar sürecek savaşların” sona erdirilmesini seçim kampanyasının bir parçası haline getirdiği noktada— bir başka uzun vadeli Orta Doğu macerası herhangi bir ABD Başkanının seçmenlerine sunmak isteyeceği son şey. 11 Eylül sonrası savaşların en azından ABD’nin doğrudan saldırıya uğramış olması gibi bir avantajı vardı. İsrail’in devredilemez etnik temizlik yapma hakkını savunmak adına yapılacak bir savaşın bu kadar destek görmesi pek mümkün değil.

ABD, şu anda bölgesel bir savaşa özellikle hazırlıksız olsa da İran ve müttefikleri için bunun tam tersi söylenebilir. Filistin dışında Orta Doğu şu anda yıllardır olmadığı kadar huzurlu. Bu yılın başlarında İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin Çin’in arabuluculuğunda yeniden tesis edilmesi kritik bir hadiseydi. Bu, özellikle Irak ve Suriye’deki çeşitli vekalet savaşlarının fiilen sona ermesiyle aynı zamana denk geldi. Beşar Esad’ın Arap Birliği’ne yeniden kabul edilmesi, Suriye iç savaşının sona erdiğinin ve Esad’ın konumunun tartışılmaz olduğunun bir işaretiydi. Suudilerin Yemen’e dönük saldırıları da yatışmış olsa da ABD anlamlı bir çözümü engellemeye çalışmayı sürdürdü.

Bunun manası, artık bu iç savaşlarda savaşarak geçimini sağlayamayan çok sayıda milisin var olduğu. Bir yandan bu tecrübeli profesyonel asker fazlası, İran ve müttefiklerine bu insanları ABD ve İsrail’e karşı savaşmak üzere kullanma fırsatı sunuyor. Öte yandan, ABD ve İsrail’e karşı doğrudan direniş düzenlemeye daha az hevesli olan Arap yöneticilerin artık aktif olarak bunu engellemeye çalışma konusunda daha az teşvikleri olduğu anlamına da geliyor, zira bu savaşçıların evlerine dönüp potansiyel sorun çıkaran insanlar olmaktansa savaşacakları bir sınır ötesi savaşa sahip olmaları kendi çıkarlarına daha uygun. Arap rejimleri, Sovyet-Afgan Savaşı’nın sona ermesinin ardından binlerce Arap mücahidin ülkelerine döndüğünü ve onları meşgul edecek başka bir şey kalmayınca da iç savaşların ve kanlı isyanların başladığını hatırlıyordur. Iraklı “meşhur militan” Ebu Azrail’in Lübnan-İsrail sınırında kendi videolarını yayımladığını ve Irak Halk Seferberlik Kuvvetleri milislerinin Lübnan’a girmeye başladığına şahit olduk. Bu hareketler muhtemelen daha çok İsrail’i etnik temizlikten caydırmaya dönük olsa bile, bu birlikler bir kez fiziksel olarak harekete geçirildiğinde ve belli bir “savaş ateşi” yakalandığında, örneğin İran böyle bir şeye kalkışsa bile onları geri tutmak zor olabilir.

İnsanlar Filistin’in Orta Doğu’da ne kadar duygusal bir mesele olduğunu ve Direniş Ekseni açısından Filistin’in merkeziliğini asla unutmamalı. Filistinliler, Arap dünyası üzerinde dayanışma bağları kurmak için 75 yıllık bir mücadele avantajına sahipti; savaşmadan ikinci bir Nekbe yaşamalarına izin vermek Direniş Ekseni’nin meşruiyetine felaket bir darbe olacaktır. Eksen grupları arasında —yani bazı Iraklı gruplar arasında— şu anda nasıl hareket edileceği konusunda ihtilaflar olduğunu iddia eden haberlerin olduğu yerlerde bile en açıklayıcı olan şey, hala “İsrail Gazze’yi karadan işgal etme tehdidini gerçekleştirmedikçe müdahale etmeyeceğiz ve o zaman Hamas’ın değil [Lübnan] Hizbullah’ın emrinde olacağız,” gibi açıklamalar yapmış olmaları.

İsrail’in Gazze’ye yönelik bir kara harekatının savaştan başka bir anlama gelebileceğini kimse söylemiyor.

Savaşın kaçınılmazlığı

Gazze krizinin bölgesel bir savaşa yol açmasını engellemekle meşgul olanlar, İranlıların koalisyonlarını koordine etmekle meşgul olduğu ve kumda bu çizgilerin çizildiği bir ortamda, Batı’nın bölgede ciddi bir diplomasiyi tamamen terk etmiş gibi görünmesinden endişe duymalı. Bu kısmen ABD’nin artık Arap başkentlerinde hoş karşılanmamasından kaynaklanıyor. 15 Ekim’de Suudi Arabistan’a yaptığı ve aşağılandığı ziyarette Anthony Blinken, Muhammed bin Selman’ın o akşam düzenlenecek bir toplantı için kendisini tüm gece beklettiği, ertesi sabaha kadar da gelmediği, bunun üzerine Blinken’a İsrail’in Gazze’ye saldırmayı durdurması konusunda bir dizi talepte bulunduğu ve oradan ayrıldığı bildirildi. Joe Biden Orta Doğu turu için geldiğinde durum daha da kötüleşti ve İsrail’in El Ehli hastanesini bombalamasının ardından Filistin, Mısır ve Ürdün hükümetlerinin kendisiyle yapacakları görüşmeleri aniden iptal etmeleri nedeniyle İsrail hükümeti dışında kimseyle görüşmedi. ABD Başkanı’nın tek bir Arap liderin bile kendisini ağırlamak istemediği bir Orta Doğu ziyareti oldukça tarihi bir gelişme. Blinken’ın bölgeye yaptığı ikinci diplomatik tur, hükümeti açısından iyimser olma konusunda pek bir neden sunmadı.

Böyle bir durumda ABD’nin sorumlu müttefiklerinin devreye girip arabuluculuk yapmaları beklenirdi ama elbette bu yaşanmıyor. Bunun yerine, Gazze’de binlerce sivili öldüren, onları yiyecek, su, yakıt ve elektrikten mahrum bırakan ve tüm bölgeyi ateşe verme tehdidiyle daha da ölümcül bir kara işgali başlatmayı düşünen İsrail’i ziyaret eden ve onunla dayanışma sözü veren AB liderlerinin mide bulandırıcı sahnelerine de maruz kaldık.

Ülkeler kendilerini ya bölgesel bir savaşı ya da küçük düşürücü bir geri çekilmeyi garantileyecek gibi görünen bir hareket tarzına sıkıştırdıklarında, bundan çıkmanın tek gerçekçi yolu diplomasidir. Batılı ve Orta Doğulu tarafların en üst düzeyde iletişimi tamamen kesmiş gibi görünmesi, gerilimi azaltmanın ana yolu da kapandığından, bu krizin nasıl ilerleyeceği konusunda iyiye işaret değil.

Bu kesinlikle bir tür erteleme ihtimalini ortadan kaldırmıyor. İsrail’in Gazze’de etnik bir temizliğe girişmemesi için pek çok geçerli nedeni var. İsrail tanklarının Gazze’de manevra yapmaya başlamasından bu yana görüldüğü üzere, direniş ordularının alışık olduğu her şeyden daha şiddetli olacak, Savunma Bakanı Yoav Gallant, kara harekâtının aylar sürebileceği konusunda şimdiden uyarıda bulundu ve İsrail savaş makinesi, çatışmalar Gazze ile sınırlı kalsa bile —ki muhtemelen kalmayacak— uzun savaşlar için inşa edilmedi. Olası bir senaryo da İsrail’in zevahiri kurtarmak için topyekûn bir kara harekâtı ilan etmesi ki bu da gerçekte 2014’teki Koruyucu Hat’a benzer bir başka harekât anlamına geliyor; savaşmak için bir Hamas taburu seçiyorlar, bazı tünelleri yok ediyorlar, İsrail’e dönüyorlar ve zafer ilan ediyorlar. Bu muhtemelen Netanyahu’yu siyasi olarak mahvedecektir ve Siyonist projenin salahiyeti için bunu göze alıp almayacağını kestirmek zor.

Bir başka potansiyel faktör de topyekûn bir kara saldırısı başlatma konusundaki tüm bu tereddüt ve gecikme boyunca Gazze’nin hala ağır bir şekilde bombalanması ve kuşatma altında tutulması. Çok geçmeden çok sayıda Filistinli susuzluktan ve hastalıktan ölmeye başlayacaktır. Şu anki gidişatlarını “Leningrad yaklaşımı” olarak nitelendiren ismini vermek istemeyen İsrailli yetkili, kuşatmanın süresiz olarak devam etmesinin doğuracağı sonuçların kesinlikle farkında. Bu nedenle, Direniş Ekseni üzerindeki daha doğrudan müdahale baskısı çok güçlü hale gelmeden önce topyekûn bir kara işgaline bile gerek kalmayabilir. Fakat bu olursa ve İsrail etnik temizliğe başlarsa, Orta Doğu’nun lambaları uzun süre yanmayabilir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version