Görüş

İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak

Yayınlanma

20 Haziran itibarıyla İsrail ile İran arasındaki karşılıklı hava saldırıları ikinci haftasına girdi ve her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Saldırıların şiddeti artıyor ve kısa vadede bir ateşkes umudu görünmüyor. Dahası, ABD açıkça İsrail’e destek vererek İran’ın füzelerini ve İHA’larını engelledi ve İran’a karşı doğrudan askeri müdahaleye hazırlanıyor. Başkan Trump, yalnızca İran’ı “tam teslim olmaya” zorlamakla kalmadı, aynı zamanda üç uçak gemisi filosunu Orta Doğu’ya göndererek İsrail-İran çatışmasını ikiye bir hâline getirme ihtimalini doğurdu ve Yugoslavya Savaşı benzeri bir senaryo—uzun süreli ve yoğun hava saldırılarıyla düşmanı yenme—ortaya çıkabilir.

Basra Körfezi, dünya petrol rezervlerinin kritik noktasıdır ve İran’ın hedef alınan başlıca noktaları nükleer tesislerdir. Bu durum, küresel petrol ve doğalgaz arzında kesinti riski yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda nükleer sızıntı ve yayılma riski de doğuruyor. Bu çatışma, bölgesel savaşlardan daha endişe verici ve dünya güvenliğini daha fazla etkiliyor. Askerî ve diplomatik ayrıntıların ötesinde, İsrail-İran karşılaşmasının haklılık ve haksızlık boyutlarını büyük tarih perspektifinden değerlendirmek gerekiyor.  Bu, kırk yılı aşkın süredir devam eden düşmanlığın ardından gelen son hesaplaşmayı işaret ediyor; yıllarca süren karşılıklı hakaretler, tehditler ve vekâlet savaşlarının sona erdiği bir nokta. Şimdi her iki ülke de doğrudan, yüksek yoğunluklu bir düelloya giriyor.

Öncelikle, İsrail’in ilk saldırgan taraf olması meşruiyetten ve adaletten yoksundur ve bu nedenle uluslararası kamuoyundan yoğun tepki görmektedir. Birleşmiş Milletler üyesi bir ülkenin, sadece İran’ın nükleer silaha yaklaşabileceği kuşkusuyla diğer bir BM üyesine savaş ilanı olmaksızın saldırması, açıkça uluslararası hukuku ve BM Anayasası’nı ihlal etmektedir. Bu, egemen bir devlete doğrudan saldırı, İran halkının temel insan haklarının çiğnenmesi ve modern hukuk düzenine karşı pervasız bir meydan okumadır.

Bu, İsrail’in başka egemen devletleri ihlal ettiği ilk örnek değildir. 1956’da İngiltere ve Fransa ile Süveyş Krizi’ni başlatmış, 1967’de Mısır, Suriye ve Ürdün’e önleyici saldırılar düzenleyip topraklar işgal etmiştir. 1981’de Irak’ın nükleer tesislerini bombalamış, 2007’de Suriye’deki reaktörü yok etmiştir. 2009–2012 arasında defalarca Sudan’da hedefler vurmuştur. İsrail, küçük toprak ve stratejik kırılganlık gerekçesiyle genellikle ilk saldırıyı yaparak askeri üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. Ancak bu yaklaşım, ülkesini adeta bir askeri devlet hâline getirmiştir.

Kuşkusuz, İsrail bu Arap ülkeleriyle düşmanlık veya ateşkes halindeydi ve bu ülkelerin hükümetleri İsrail’e düşmanlık besliyordu. Bazılarının savaş hazırlığı içinde olduğu da mümkündür. Ancak İsrail, mutlak askeri üstünlüğünü korumak ve kendi güvenliğini sağlamak için önleyici saldırılar düzenlemenin gerekçesi olarak sürekli olarak küçük toprakları, stratejik derinliğinin olmaması ve düşman güçler tarafından kuşatılmış olmasını göstermiştir. Gerçekte, İsrail 1948’deki kuruluşundan bu yana stratejik çıkmazını temelden aşamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri, askeri araçlara aşırı bağımlılığı ve savaşa olan derin bağlılığıdır. Bu durum, İsrail’i fiilen bir devlet kisvesi altında faaliyet gösteren bir askeri güç haline getirmiştir.

Bugün nükleer silaha sahip ve büyük bir üstünlüğü olan İsrail’in, İran’ın “nükleer silah edinme ihtimali” bahanesiyle saldırması, hem mantıksız hem de uluslararası ahlaka aykırıdır.

İsrail-İran çatışması, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın devamıdır. Her ne kadar bu savaş Hamas tarafından başlatılmış olsa da, kökeninde İsrail’in Filistin topraklarını uzun süredir yasa dışı olarak işgal etmesi ve sömürmesi yatmaktadır. İsrail, görünürde Hamas ve müttefiklerini yenmiş olsa da, asıl sorun hâlâ işgal edilen Filistin, Lübnan ve Suriye topraklarının iade edilmemesidir. Uluslararası hukuka göre, işgal altındaki halkların silahlı direniş hakkı, saldırıya uğrayan devletlerin ise meşru müdafaa hakkı vardır. Ortadoğu’daki çatışmaların temel meselesi budur ve İsrail’in yalnızlaşmasının nedeni de budur.

Bununla birlikte, İran da İsrail saldırıları karşısında tamamen masum sayılamaz. İsrail’in Arap topraklarını yasadışı işgali, temelde İsrail ile Arap devletleri arasındaki bir anlaşmazlıktır ve uluslararası kamuoyu büyük ölçüde Arap tarafının yanında yer almış ve İsrail’in işgal uygulamalarını tutarlı bir şekilde kınamıştır. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana İran, İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayı reddetmiş ve ne sınırı olduğu ne de toprak anlaşmazlığı bulunduğu bir ülkeye karşı düşmanca bir tutum sergilemiştir. Dahası, İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve İsrail’e karşı askeri mücadelelerinde Filistin’in sertlik yanlısı fraksiyonlarını sürekli desteklemiş ve böylece İsrail’in ulusal güvenliğine ve bölgesel istikrara ciddi bir tehdit oluşturmuştur.

Son yıllarda İran, uluslararası terörle mücadeleye katılımı ve Obama yönetimiyle yaptığı nükleer anlaşma sayesinde, nüfuz alanının fiili olarak tanınmasını sağladı. Böylece Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan “Şii Hilali”ni başarıyla oluşturdu ve “Tahran–Bağdat–Şam–Beyrut–Sana” eksenini kurdu. İran Devrim Muhafızları ve büyük Şii milis grupları Suriye’ye sızarak çok sayıda askeri üs kurdu ve İsrail’e doğrudan tehdit oluşturmaya başladı. Bu durum, İsrail’in defalarca Suriye’yi bombalamasına neden oldu—Suriye’nin karşılık verme niyeti vardı ama gücü yoktu—ve sonunda onlarca yıldır ülkeyi yöneten Esad rejiminin çökmesine yol açtı.

İran’ın Orta Doğu’daki çatışmalara—özellikle Filistin-İsrail ve Arap-İsrail ihtilaflarına—derinlemesine müdahalesi, uluslararası hukuk ilkelerine değil, pan-İslamcı ideolojiye dayanıyor. Bu ideolojiye göre, Müslüman ülkelerin işgal altındaki İslami toprakları ve ezilen Müslüman kardeşlerini kurtarmak gibi bir görevi vardır. Ancak geleneksel İslam hukuku, modern uluslararası hukukun yerini alamaz. Filistin, Lübnan veya Suriye’ye duyulan sempati de vekâlet savaşlarını başlatmak için bir gerekçe olamaz. Zamanla İran, yalnızca İsrail’in düşmanlarının ana üssü ve destekçisi olmakla kalmadı, aynı zamanda kendine de savaş ve yıkım getirdi. Uluslararası hukuk ve devletlerarası ilişkiler açısından bakıldığında, İran’ın İsrail tarafından saldırıya uğramasını “kendi hataları getirdi” demek pek de yanlış sayılmaz.

Özünde İran hükümeti gerçekten Filistin-İsrail ve Arap-İsrail çatışmalarını çözmek mi istiyor? Eğer öyleyse, İran BM kararlarına uygun olarak taraflar arasında müzakereyle çözümü desteklemeliydi; İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımalıydı, ilişki kurmasa bile. Eğer öyleyse, İran Arap ülkelerinin ortak duruşunu benimsemeli, “toprak karşılığı barış” ilkesini savunmalı ve İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarını geri vermesi koşuluyla egemenliğini tanımalıydı. Ama bunun yerine İran, Arap kolektif iradesini aşan bir hedef izledi, kendisini Arap ülkeleri adına öne attı. İran’ın Orta Doğu politikası, gerçekte Fars milliyetçiliğinin güdümündedir: Arap kayıplarını geri alma iddiası altında, Fars ve Şii kimliğiyle bölgesel siyaset sahnesinde söz hakkı ve etki elde etmeye çalışmaktadır.

Üçüncü husus, İsrail ve İran halklarının günümüzdeki acıları ve tarihî tercihleri. Savaş başladığında önce ve en fazla acı çeken hep halklardır. Ancak bu savaşın belki de en büyük anlamı, her iki ülke halkını uyandırıp hükümet politikalarını değiştirecek kolektif bir irade doğurup doğurmayacağıdır.

İsrail ve İran, farklı düzeylerde de olsa demokratik ülkeler sayılır; en azından yasal olarak, halk egemenliğine dayanan ve güçler ayrılığına sahip sistemlere sahiptir. Elbette aralarında ciddi farklar vardır: İsrail Batı tarzı çok partili bir demokrasidir; İran ise teokratik ve otoriter bir İslam Cumhuriyeti’dir. Ancak sonuçta her iki ülkenin yönetim sistemleri de halk iradesiyle şekillenmiştir. Bugünkü sonuçlara yol açan uzun süreli devlet politikalarının sorumluluğu yalnızca hükümetlere değil, halklara da aittir.

İsrail’in uzun süredir izlediği saldırgan ve yayılmacı politikalar, özellikle Yahudi halkının tarihî travmalarıyla ve güvenlik algısıyla bağlantılıdır. Yüzyıllar süren sürgün, soykırım tehlikesi ve zulüm, Yahudi toplumunun kültürel genetiğine işlemiş ve bu da onları komşu halkların haklarını görmezden gelecek kadar kendi güvenliklerine odaklanmalarına neden olmuştur. Bu, hükümetin işgal ettiği toprakları geri vererek barış sağlama yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşmasını engellemiş, tam tersine aşırı sağın yükselişine zemin hazırlamıştır.

Gazzelilerin milyonlarca kişiyle “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi”nde yaşamasına, 50 binden fazla Filistinlinin bir yılda ölmesine, açlık ve kan içinde yaşamasına rağmen İsrail halkı büyük ölçüde kayıtsızdır. İsrail’in işgal ettiği komşu topraklarla büyümesi, düşmanlıkları kalıcılaştırsa da halk bunu sorgulamak yerine sürdürmeye razıdır. Mevcut aşırı sağcı liderlerin kendi siyasi kariyerini kurtarmak için İran’a savaş açması ve karşılık bulması da halkta sadece korku ve daha sert misilleme isteği doğurmuştur; barış arayışı değil.

İran’da da iktidar düzenli değişse bile saldırgan dış politika değişmemektedir; çünkü halk bunu ya seçmekte ya da sessizce onaylamaktadır. 40 yıl önce İran halkı, yolsuz ve zalim Şah rejimini devirerek İslam Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak bu yeni rejim kısa sürede devrim ihracı uğruna Irak’la sekiz yıllık bir savaşa girdi ve neredeyse bir milyon insanın hayatına mal oldu. Fakat bu acı tarih halkı uyandırmak yerine, onları Fars milliyetçiliği, cihatçı şehitlik ve trajedi romantizmine daha fazla bağladı. İran halkı, hükümetin Arap komşularla ve dış dünyayla sürtüşmeler içinde yürüttüğü çatışmacı politikaları sürdürmesine göz yummaktadır.

Son birkaç on yılda Arap-İsrail ihtilafı köklü bir dönüşüm geçirdi. Süreç, Mısır, Ürdün ve FKÖ’nün İsrail’le barış yapmasıyla başladı; ardından Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkileri normalleştirmesiyle yeni bir evreye ulaştı. Orta Doğu’nun siyasi yelpazesi belirgin şekilde değişti; bölgede siyasetin ana teması artık barış, uzlaşı, iş birliği ve kalkınma yönüne kaydı. Ancak İran halkı hâlâ hükümetinin köhnemiş ve katı politikalarına körü körüne bağlı kalmakta, zorluklara, siyasi baskıya katlanmakta; ekonomik gelişme ve ulusal ilerlemeyi feda ederek “İsrail karşıtlığı” ve “İsrail’in yok edilmesi” sloganlarına sarılmakta; Arap topraklarını geri alma misyonunu kendine görev bilmekte; bu uğurda ABD ve Batı ile uzun soluklu, tüketici bir gerilim sarmalına girmeyi göze almaktadır. Bu gidişat, ülkeyi uçuruma sürüklemekte ve başkenti adeta insanların terk ettiği bir hayalet şehre çevirmektedir.

2500 yıl önce, İran halkının ataları Asya, Afrika ve Avrupa’yı kapsayan ilk büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kurdular. Ahameniş Hanedanı, çokkültürlü ve kapsayıcı bir yönetim anlayışı benimsedi. Bu hanedan, Babil’de 70 yıl köle olarak tutulan Yahudileri cömertçe özgürleştirmişti. Yahudiler, bu kurtuluş karşısında gözyaşları içinde Pers hükümdarı Büyük Kiros’u bir kurtarıcı olarak benimsediler. Yahudi prenses Ester, kimliğini gizleyerek saraya girdi, Kral Serhas’ın (Xerxes) sevgisini kazandı ve yüksek makamlarda bulunan amcası Mordehay ile birlikte düşmanları Amaleklileri yok ederek halkını korudu. Bu tarihî efsaneler, Yahudiler ile İranlılar arasında barış içinde bir arada yaşamanın parlak örneğidir.

Ancak modern çağda, İsrail ile İran neredeyse yarım yüzyıldır birbirine düşman hâline geldi. Bu, büyük bir ironi; iki ülkenin ve halklarının trajedisi; Yahudi ve Pers uygarlık tarihine aykırı bir sapmadır. Bugün sürmekte olan ve giderek şiddetlenen bu dolaylı savaş, sonucu ne olursa olsun kazananı olmayan bir çatışmadır. Dileğimiz; iki ülkenin karar vericileri ve seçmenleri, bu kan ve ateşten ders çıkararak politikalarını gözden geçirir, düşmanlıklarını terk eder ve Arap ülkeleriyle birlikte “toprak karşılığı barış” ilkesine sadık kalır.

Filistin meselesi, iki devletli çözüm temelinde ele alınmalı; Lübnan ve Suriye topraklarının müzakere yoluyla geri alınması hedefiyle İbrahim Anlaşmaları’nın kapsamı genişletilmelidir. Karşılıklı anlayış, kabullenme ve saygı temelinde İsrail ile İran arasındaki uzun süredir süregelen çatışma sona erdirilmeli; Orta Doğu, çatışma ve savaşın sarmalından tamamen kurtarılmalı; dünyada büyük ölçekli şiddeti geride bırakan diğer bölgeler gibi barış ve kalkınma yolunda ilerlemelidir. Böylece kaybedilen zaman telafi edilir, ertelenen kalkınma ve refah yeniden yakalanır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Çok Okunanlar

Exit mobile version