DÜNYA BASINI

Postmodern kimlik siyaseti: Nihai adalet mi, yoksa anti-realist bir safsata mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Doktorların fiziksel olarak sağlıklı gençlere doğurganlığı yok eden ilaçlar vermesi, tecavüzcü erkeklerin kadın mahkumların yanına yerleştirilmesi ya da herhangi bir erkeğin kendi isteğiyle bir kadının soyunma odasına girmesine izin verilmesi artık süregelen cinnet halinde kanıksanan hadiseler oldu. Ya da izbandut gibi erkeklerin kadın sporlarında rekor kırması da eklenebilir. Dünyanın en ünlü toplumsal cinsiyet çalışmaları gurusu Judith Butler’ın Kim Korkar Toplumsal Cinsiyetten? kitabı hazır çıkmışken, aşağıda postmodern kimlik siyasetinin çarpıcı bir eleştirisi var.


Postmodern kimlik siyaseti: Nihai adalet mi, yoksa anti-realist bir safsata mı?

Paul Tyson

The Philosophical Salon

19 Şubat 2024

Yirmi birinci yüzyılda sıklıkla “kimlik siyaseti” olarak adlandırılan şey, güçlü yeni iletişim teknolojisi biçimlerinin yükselişiyle yakından alakalı görünüyor. Facebook’un 2004’te doğuşuna, iPhone’un 2007’de piyasaya çıkışına, süper bilgisayar destekli algoritmaların gelişimine, Amazon ve Alibaba gibi küresel bulut derebeyliklerinin yükselişine ve yapay zekâda kayda değer atılımlara tanık olduk. Bu çevrim içi iletişim ve ticaret teknolojileri, insanların sosyalleşmesini kökten etkiliyor, insanların sanal varlıklarını yansıtışlarını şekillendiriyor ve kamusal söylemimizin gidişatını yeniden yapılandırıyor.

Bu teknolojiler aynı zamanda en mahrem duyarlılıklarımızı ve kendimiz ve başkaları hakkındaki fikirlerimizi de etkiliyor. Çevrim içi dikkatimizin algoritmik olarak haritalanması, tutulması ve koşullandırılması, internet pornografisinin patlaması ve bir takım çirkin çevrim içi korku ve öfke davranışları gibi gelişmelerle el ele gitti. Telefon kullanım bağımlılığı, kompulsif kıyamet, kötü haber bağımlılığı ve yüz yüze gelenekler tarafından sınırlandırılmayan çevrim içi eleştiri sunma ve alma artık neredeyse normal görünüyor. Arzularımızın, bağımlılıklarımızın, korkularımızın ve kızgınlıklarımızın sürekli çevrim içi olarak manipüle edilmesi, ilkel dürtülerimizin algoritmik olarak manipüle edilmesi için en basit ve en etkili dikkat kaldıraçları olması nedeniyle artık her yerde var.

Tüm bunlarda “algoritmanın” kendisi tamamen tarafsızdır, zira programcılarının ilgilendiği tek şey dikkatimizi tutmak, artırmak ve ticari olarak toplamaktır. Bizi cezbeden ürün ve bilgilere anında erişimin cazibesine kapılıp, neşeyle bu yolculuğa çıkıyoruz. Yine de bu çevrim içi gelişmelerin üzerimizdeki etkisi pek de nötr değil. Gençlerin ruh sağlığı göstergeleri, psikolojik kırılganlık, sosyal kaygı, depresyon ve felç edici bir kıyamet korkusu gibi rahatsız edici eğilimler gösteriyor. Ve yalnızız. Çevrim içi ortam bizi gerçekte yaşadığımız yerden ve gerçekte ait olduğumuz insanlardan koparıyor. Zygmunt Bauman’ın bireylerin atomizasyonu ve hepimizin akışkan modernitenin hızlı akan ben merkezli tüketim akımlarında “öylece akıp gitmesi” anlayışı, gerçekliğin sanallaşması ile aşırı hızlanıyor.

Muhtemelen bu yeni teknolojilere verilen yanıtlardan biri de “kimlik politikalarıdır”. Atomize olmuş ve yabancılaşmış bireyleri kendine çeken yeni tür “sanal topluluklar” ortaya çıkıyor ve bunlar giderek artan bir şekilde kim olduklarını bulutta konumlandırılmış sonsuz kimlik inşası alternatifleri arasından tanımlıyor. Bu toplulukların en yüksek sesle konuşanları genelde güçlü bir şikâyet duygusuna sahip. Mağdur edilmiş, dışlanmış, şu ya da bu şekilde yabancılaştırılmışlardır ve artık buna tahammülleri kalmamıştır. Sanal şikâyet toplulukları artık giderek parçalanan ve ayrışan siyasi manzaralarımızın önemli bir özelliği. Dışlanan ve ötekileştirilen her azınlığa karşı adaletsizliklerin düzeltilmesi, kimlik siyasetinin ahlaki motorudur.

Belki de sosyal medya destekli kimlik siyasetinin yükselişi, geçmişte sesi ya da platformu olmayan marjinalleştirilmiş azınlıklar için adaleti teşvik eden insan gücünde cesur yeni bir ilerlemeye işaret ediyor. Belki de sanallık ve insanlığın bir nevi post-insan bütünleşmesi, eski sosyalleşme, ilişki ve kimlik biçimlerini kaçınılmaz bir şekilde geçersiz kılıyor ve hoşumuza gitse de gitmese de artık işler böyle yürüyor? Ya da belki de sosyal medya, gizli ve özel çıkarlarla tanımlanmış kimlik gruplarına bir megafon vererek, kamu yararını aktif olarak tahrip eden yankı odası anlatı darlığını teşvik ediyordur? Büyük ihtimalle mevcut eğilimlerle bütünleşik hem olumlu hem de olumsuz dinamikler var. Fakat yirmi birinci yüzyıl kimlik siyaseti yalnızca teknolojik ya da ticari olarak belirlenen bir mesele değil. Felsefi seçimler ve taahhütler de mevcut dinamiğimizin ayrılmaz bir parçası.

Üzerinde durmak istediğim felsefi meseleler, belki de makul bir biçimde postmodern olarak adlandıracağım belirli bir kimlik politikası türüyle alakalı. Daha spesifik olarak, felsefi olarak incelenmesi gerektiğini düşündüğüm kimlik, doğa ve siyasetin anti-özcü, anti-realist ve anti-idealist yorumlamaları.

Anti-özcülük, tüm anlamların akışkanlığını savunan postmodern bir duruştur, zira —savunulduğu üzere— gerçeklikte özsel anlamlar yoktur. Yani, tüm anlamlar öznel ve kültürel olarak uydurduğumuz insan şiirleridir. Tüm değer yargıları —iyi, kötü, güzel, çirkin, anlamlı, iğrenç vs— şeylerin aslında nasıl olduğuyla ilgili değil, daha ziyade kişinin kendisinin —ve diğer insanların— “çıplak” fiziksel ihtiyaçlarını ve öznel arzularını düzenlemeye ve düzenlemeye çalışan tercihler ve yönetimlerdir.

Doğaya dönük anti-realist yaklaşımlar, postmodern özcülük karşıtlığı ile süreklilik arz eder. Doğadaki hiçbir şeyin gerçek değeri bir yana, bilinebilir gerçek bir anlamı bile yoktur. Dolayısıyla “doğal olan” (gerçek olan) kültürel bir inşadır. Örneğin “cinsiyet”, “toplumsal cinsiyet”, “ırk”, “insanlık” doğal gerçeklikler değil, bedenlere, benliklere ve tarihlere (baskıcı bir şekilde) dışsal ya da (özgürce) içsel olarak uygulanan inşa edilmiş anlamların kültürel tanımlamalarıdır. Doğal olarak verilmiş hakikatler, temel anlamlar ve değerler olduğunu düşünen herkes büyük bir yanılgı içindedir. Zira yorumlanmamış anlamlar, saf hakikatler, kaba doğal doğrular yoktur. Özünde tüm hakikat iddiaları, her zaman şu ya da bu şekilde iktidara ve güç çıkarlarına hizmet eden performatif anlam ve yorum iddialarıdır. Örneğin bir kadın, biyolojik olarak kadın olduğu için gerçek bir kadın olamaz.

Anti-özcülük aynı zamanda geleneksel siyasi metafizik kategorilerinin reddini de gerektirir. Siyasi idealistler müşterek iyiyi ilerletmeyi amaçlar ve ikna edici konuşma forumu ve yurttaşların erdemli sivil taahhütleri aracılığıyla sivil adalet, hakikat ve iyiliğin ulaşılamaz amaçlarının peşinden giderler. Burada kamu makamı iktidarı yönetir, ancak uygun ahlaki siyasi otorite asla sadece iktidarın yönetilmesine indirgenemez. Buna karşılık, özcülük karşıtı bir siyasi iktidar anlayışı, tüm “yüksek” siyasi ideallerin gerçekliğini ve anlamını reddeder ve iktidarın sadece iktidar olduğunu ve adalet, hakikat ve iyilik gibi aşkın ideallere bağlanan otoritenin her zaman kişisel çıkar ve salt iktidar için aldatıcı bir örtü olduğunu savunur. İktidar, yönetim normlarını —her ne şekilde olursa olsun— dayatma kabiliyetinden başka bir şey değildir. İktidarı siyasi otoriteden ayıran, herkesin kişisel çıkarlarının ve değer tercihlerinin üzerinde duran hiçbir şey yoktur.

Postmodern kimlik siyasetinin aslında herhangi bir gerçek kimlik ya da herhangi bir gerçek doğal olgu hakkında olamayacağı ve postmodern öncesi inandırıcı felsefi taahhütlerin çoğuna göre gerçekten siyasi olamayacağı belirtilmeli. Esasında, bu tür eski moda felsefi taahhütlere sahip olunması halinde, postmodern kimlik siyaseti ancak kimlik ve siyaset karşıtı bir bakış açısı olabilir. Zira herhangi bir gerçek kimlik varsayımı (anti-özsel ve şiirsel bir “kimlik” inşasından ziyade) ve doğanın gerçek olgularının kısmen bilinebileceği herhangi bir doğal gerçekçilik iddiası, kısmen kavranan ahlaki hakikat iddiası bir yana, postmodern kimlik siyasetinin lanetidir. Dahası, salt güçle yönetim siyasi bir bakış açısı değildir.

O halde kim haklı? Özcülük karşıtı postmodernistler mi, yoksa en azından kısmen kavranmış temel anlama bir tür bağlılığı olan herhangi biri mi?

Michel Foucault, Jean-François Lyotard, Jacques Derrida ve Judith Butler gibi güçlü anti-özcülükçü, anti-natüralist ve anti-politik-idealist teorisyenlerden oluşan farklı bir grup, şu anda akademik manzaramızın kayda değer şekillendiricileri. Sadece akademide değil, tüketim toplumunun içkin çerçeveli ve pragmatik varsayımlarında, “akışkan modernitenin” sosyal atomizasyonunda ve anlam akışkanlığında ve giderek artan bir şekilde yasalarımızın ve kamu kurumlarımızın biçiminde de onların günü geldi. Bunların yükselişi, Batı’nın metafiziksel olarak özcü, bilimsel olarak gerçekçi ve siyasi olarak idealist geleneklerinin yüzyıllardır devam eden erozyonunun mantıksal sonucu.

Augustinus’un Hıristiyan Platoncu teolojisi, Batı üniversitesinin doğduğu temel meta-perspektifti. Paris Katedral Okulu on ikinci yüzyılın ortalarında Paris Üniversitesi’ni kurmuştu. Peter Lombard’ın Kutsal Kitap, Augustinus’un öğretileri ve Kilise Babaları’nın bir derlemesi olan Cümleler’i, orta çağ üniversitesinin ana söyleminin (teoloji) dayandığı temel entelektüel çerçeveydi. On üçüncü yüzyılda Aquinas, yeni kurtarılan Aristoteles külliyatını Batı Hıristiyan âleminde vaftiz etti. Böylece Batı üniversitesi, Hıristiyan kutsal kitaplarına, Platon ve Aristoteles’e derinden borçlu olan ve inanç, vahiy, akıl, etik ve doğa felsefesini karmaşık bir şekilde birleştiren zengin bir felsefi teoloji geleneği içinde doğdu.

Skolastik düşüncenin temel kategorileri öz ve varoluşla alakalı. Ebedi ve ilahi olanın (aşkınlık) duyulur ve geçici olanla (içkinlik) olan karmaşık ilişkisi ve tikel, nicel ve maddi alanın evrensel, nitel ve akli alanla olan ilişkisi skolastik tartışmalara hâkim olmuştur. Ardından, bugün on yedinci yüzyılın bilimsel devrimi olarak nitelendirdiğimiz şey geldi. Üniversitelerin dışında başlayan pragmatik ve deneysel doğa felsefesi, Aristoteles’in doğa felsefesini büyük ölçüde bir kenara bırakarak, genelde Protestan ve Angloların Aristotelesçi doğa felsefesi ile Katolik teolojisinin skolastik sentezini bir kenara atma arzusuyla birleşerek doğdu. Aynı zamanda Katolik rahip Pierre Gassendi gibi düşünürler Epikuros, Lucretius, Democritus ve Empiricus’u erken modernitenin doğa felsefesine ve Hıristiyan teolojisine vaftiz ediyorlardı. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllar bilimde radikal ilerlemelere, rasyonalist Deizmin yükselişine ve agnostik ya da gizli ateist bir ampirizme tanıklık eder. “Tamamen” rasyonel ve “tamamen” ampirik metafiziğe doğru bu erken modern dönüş, metodolojik olarak teoloji ve inançtan giderek daha fazla ayrışırken, teoloji ve inanç hala büyük ölçüde varsayılır. Amos Funkenstein, on altıncı yüzyılda natura pura’nın [salt doğa] icadı ile Immanuel Kant’ın Aydınlanma felsefesi arasındaki dönemi “seküler teolojinin [burada] bilim, felsefe ve teolojinin neredeyse tek ve aynı uğraş olarak görüldüğü”* bir dönem olarak tanımlar.

Funkenstein’ın kitabının son sayfalarında açıklandığı üzere, vahiy ve inancın akıl ve bilimle skolastik sentezini mutlak anlamda sona erdiren Kant’tır. Belki de bu, sonunda bilimsel gerçekçiliğin kaybolmasına yol açar, zira Yaratılışın Logos’u aynı zamanda Augustine’e zihnimizin içinde konuşan Gerçek olan Mesih’tir, öyle ki öznel bilinç, ilahi olarak aracılık edilmiş olsa da nesnel doğal anlamla hakikat bir paydaşlığa sahip olabilir. Bilimsel anti-realizme yönelik postmodern eğilim ne olursa olsun, inanç ve aklın Kantçı kesin ayrımı, öz (artık saf aklın alanı ve anlaşılabilir anlamın koşulları) ve varlık (artık doğa bilimlerinin alanı ve pratik yargılar) temel kategorilerinin Kant’ın saf felsefi aklın uygun sınırları anlayışına oturacak şekilde yeniden işlenmesini gerektirmiştir.

Kant, Batı’nın Aydınlanma öncesi metafizik geleneklerinden belirleyici bir kopuşu gerçekleştirir; bu geleneklerde aşkın gerçekliğe dair inançla aktarılan anlayışlar akıl, etik ve doğa felsefesi alanlarıyla bütünleştirilir. Kant ile Judith Butler arasında pek çok adım vardır ama aşkın hakikatin herhangi bir özsel bilgisinin kabul edilemez olduğuna karar verildiğinde ve insan bilicinin zihni aklın ve bilginin tek odağı haline geldiğinde, özün anlamı, tabiatın doğası ve dünyanın tamamen içkin terimlerle yorumlanması, herhangi bir geleneksel metafizikte bulunan esasen çerçevelenmiş anlam anlayışlarının sürdürülmesini imkânsız hale getirir. Nihayetinde doğanın kendisi, olumsal dilsel kurgular ve tamamen içkin kültürel gelenekler dışında gerçek bir anlamı olmayan, tamamen insani şiirlerin bir kurgusu haline gelir. Siyaset de eninde sonunda ideal bir referans çerçevesini kaybeder ve iktidar her yerde bulunur ve doğası gereği araçsal hale gelir.

Post-Kantçı ve postmodern akademiye karşı, özcü ve realist “sağduyunun” uzun bir Batı mirası hala büyük ölçüde temel anlamları en azından kısmen kavradığımızı, doğal hakikatlerin nesnel olarak doğrulanabilir olduğunu, gerçek amaç ve değer analojilerinin doğada fark edilebilir olduğunu ve hakikaten müşterek iyiyi hedefleyen aşkın idealler ve ahlaki hakikatlerin siyasi otoriteyi salt güçten ayırdığını varsayar. Böyle bir sağduyunun postmodern kimlik siyasetiyle felsefi bir bağlantısı yoktur. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, kimlik siyaseti bu tür taahhütleri bağnaz ve baskıcı olarak yaftalar.

Belki de geleneksel sağduyulu felsefi bakış açısı olarak nitelendirdiğim şey, artık hiçbir eğitimli insanın ciddiye almaması gereken bağnaz, savunulamaz bir saçmalıktır. Ya da belki de eski moda metafizik, en azından kısmen doğru olduğu için hala sağduyu ile uyumludur. İkisi arasında nasıl bir yargıya varılırsa varılsın, postmodern akademinin şu anda sağduyuya ilişkin hala derinden kök salmış geleneksel kültürel bakış açısıyla topyekûn bir savaş içinde olduğu aşikâr. Ya sağduyu uygun bir şekilde queer anti-özcü, anti-realist ve anti-idealist bir şekle bürünecek ya da özcü ve realist (ve muhtemelen teolojik olarak çerçevelenmiş) anlamın bir tür yeni geri kazanımı Batı zihnine yeniden ışık verecektir.


(*) Amos Funkenstein, Theology and the Scientific Imagination, Princeton: Princeton University Press, 1986, 3.

Çok Okunanlar

Exit mobile version