GÖRÜŞ

Suriye ile normalleşme hem kolay hem de çok zor

Yayınlanma

Moskova’da 15-16 Mart tarihleri arasında Türkiye ve Suriye dışişleri bakan yardımcıları arasında yapılması planlanan ve Ankara-Şam arasında normalleşmeye giden yolu açması beklenen görüşmelerin ertelenmiş olmasını endişeyle not etmek gerekir. Medyada yer alan haberlerden hareketle ertelemenin Suriye Devlet Başkanı Esat’ın Rus basınına yaptığı açıklamalar olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.

Söz konusu açıklamada Esat iki konunun özellikle altını çiziyor. Birincisi Türkiye’nin kontrolü altında tuttuğu Suriye topraklarından çekilmesi, diğeri ise Ankara’nın Şam hükümeti tarafından terörist olarak görülen grupları desteklemekten vazgeçmesi. Suriye ile gerçekten normalleşmek istiyorsak bu talepleri değerlendirmemiz gerekiyor.

SURİYE TOPRAKLARINDAN KADEMELİ ÇEKİLME

Öncelikle kendimizi Suriye ve Şam hükümeti yerine koyarak ve sonra da bu ülkeyle normalleşme ile neler elde etmek istediğimize odaklanarak bu analizi yapmakta büyük fayda var. Örneğin Suriye’de kontrolümüz altında tuttuğumuz topraklarda ne kadar kalmak istiyoruz? Eğer bu toprakların Suriye’nin tam ve etkili egemenliğine girmesine karşı değilsek ve sorun sadece bir zamanlama veya takvim meselesi ise sorunun üstesinden gelinebilir. Mesela bizim Suriye’den beklentilerimiz (sığınmacıların geri gönderilmesi ve teröre karşı ortak mücadele) doğrultusunda Şam hükümeti ile bir mutabakat imzalanarak harekete geçildiğinde kontrol altında tuttuğumuz topraklara Suriye devletinin kademeli bir şekilde yöneticiler ataması ve belli bir takvim çerçevesinde bu toprakları kendi idari sistemine entegre etmesi neden mümkün olmasın? Daha açık bir ifadeyle, Suriye ile sığınmacıların geri gönderilmesi ve Adana Mutabakatı’nın güncellenerek uygulamaya konulması gibi konularda uzlaştığımız zaman Şam hükümeti ile bu toprakları Suriye’nin doğrudan ve etkili egemenliğine terk edeceğimize dair bir başka mutabakat imzalamak neden düşünülmesin?

Buna göre sığınmacılar ve Adana Mutabakatı konularında ortak tutum belirlendiği zaman Türkiye de bu toprakları Suriye’nin doğrudan egemenliğine bırakacağını taahhüt eden bir mutabakata imza atar ve bunun kademeli bir şekilde nasıl olacağı da takvime bağlanabilir. Türk güvenlik güçleri o bölgelerde varlığını sürdürürken Suriye’nin oralara yönetici, öğretmen, doktor ve diğer kamu görevlileri tayin etmesi sağlanabilir ve ayrıca Şam hükümetinin Türk güvenlik güçleriyle irtibat kuracak timler göndermesi düşünülebilir. Sonuçta Türkiye’nin fiili kontrolünde bulunan bu bölgelerdeki kamu kurumlarının ve yönetimin Suriye sistemine entegre edilmesi ve sınır geçişlerinin Türk ve Suriye gümrük memurları tarafından kayda alınması süreci başlatılabilir. İki ülke arasındaki ticaret kayda  alınır ve vergiye tabi tutulur. Böyle bir geçiş süreci boyunca Türk güvenlik güçleri bölgeyi kademeli bir şekilde terk eder, bu sırada zaten güncellenmiş haliyle Adana Mutabakatı devreye girer ve Türkiye’nin en önemli güvenlik kaygısı giderilmiş olur. Suriye ise topraklarını yeniden kendi egemenliğine dahil eder. Tam bir kazan/kazan stratejisi geliştirmek mümkün olabilir.

AMACIMIZ SURİYE TOPRAKLARINDAN ÇEKİLMEK DEĞİLSE…

Eğer amacımız kontrol altında tuttuğumuz topraklardan çekilmek değilse o zaman senaryolar farklılaşır ve zaten Suriye ile sığınmacıların geri gönderilmesi ve Adana Mutabakatı temelinde teröre karşı ortak mücadele mümkün olamaz. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 6 Ağustos 2022 tarihinde Putin ile Soçi’de yaptığı görüşmeden sonra Suriye ile normalleşme ve Esat ile görüşme niyetini açıklaması üzerine bazı üst düzey yetkililerimizin yakın zamanlara kadar ısrarla vurguladıkları gibi amacımız Suriye’ye bir siyasi çözüm empoze etmek ise bütün bu fikir jimnastiğini bir kenara atmak gerekir. Gayet incitici ve toksik içerikli ‘Rejim’ lafını kullanan bu üst düzey yetkililerimize göre, Suriye ile uzlaşmanın/normalleşmenin yolu bu ülkeye yeni bir anayasa getirmekten geçiyor. Yani milli-üniter yapıdaki ülkenin anayasasını değiştirerek yerine özerk bölgeler içeren adı konulmuş veya konulmamış federal bir anayasa istiyor gibiyiz. Hatta aynı üst düzey yetkililer ‘rejim’ ile ‘muhalifleri’ uzlaştırmaktan bile bahsediyorlardı yakın zamanlara kadar.

Böyle bir beklentinin gerek alandaki gerekse uluslararası arenadaki gerçeklerle hiç mi hiç uyumlu olmaması bir tarafa Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmediği de ilk bakışta gözlemlenebiliyor. Örneğin kontrol altında tuttuğumuz toprakları doğrudan Suriye devletinin etkili egemenliğine devretmek yerine Suriye Milli Ordusu (SMO) adınız verdiğimiz ve bizimle birlikte hareket eden grupların fiili denetiminde tutmak istiyorsak, bunu Suriye ve hatta Rusya’nın kabul etmeyeceği bir yana, eğer mümkün olsa bile, bu ülkeyi içinde otonom bölgeler barındıran bir federasyona dönüştürmüş oluruz. O zaman İdlib’de bizim de terörist kabul ettiğimiz grupların ve daha da önemlisi Fırat’ın doğusunda ABD güçleriyle birlikte büyük çaplı etnik temizlik yaparak bölgeye el koyan PKK/PYD teröristlerinin ekmeğine yağ sürmüş olmaz mıyız? Çünkü içinde otonom bölgeler barındıran bir Suriye her iki grubun da sonuçta istediği nihai çözüm, en azından şimdilik. Böyle bir sonuç Türkiye’nin hangi ulusal çıkarlarına hizmet eder? Bu soruyu açıkça sormak ve ulusal çıkarlar açısından cevaplamak zorundayız; çünkü, savaş boyunca yaptığımız hata ve yanlışların ortaya çıkardığı bazı grupların geleceği konusu Türkiye’nin ulusal çıkarlarının önüne geçer hale gelmiş durumda.

Konunun Türk medyasında ‘Esat zirve için kabul edilemez şartlar ortaya koydu’ gibi psikolojik harekat kokan şekilde ele alınmasıyla elde edilecek hiçbir ulusal çıkar söz konusu değildir; çünkü, o mantığın arka planında ‘aslında Halep’i de alalım, işimizi sağlam kazığa bağlayalım’ düşüncesi yatıyor. Ve işin esasında Esat diye gördüğü Suriye ile uzlaşmak istemeyen bir kafa yapısını yansıtıyor. ‘Rusya işin içine bu denli girmeseydi biz bu Esat yönetimini çoktan devirmiştik’ diye hayıflanan bir kafa yapısı… Buna göre, deviremediğimiz Esat yönetimine hiç olmazsa bazı şartlar dayatmak ve kontrol altında tuttuğumuz toprakların yönetimini fiilen devredeceğimiz SMO yoluyla ‘rejim’ üzerinde sürekli baskı kurmamızın mümkün ve doğru olduğunu zanneden bir düşünce tarzı…

SURİYE’DEN ÇEKİLMEMENİN AĞIR BEDELİ

Oysa dikkatle incelediğimiz zaman bunların hepsi de Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından oldukça tehlikeli ve zararlı unsurlar içermektedir. Mevcut şartlarda mümkün olmamakla birlikte, Suriye’yi mevcut milli-üniter yapısından çıkararak içinde otonom bölgeler barındıran bir federasyona zorladığımız zaman SMO şu anda kontrol ettiğimiz bölgelerin güvenlik güçleri haline gelecekse, otonom bölgelere dönüşecek olan İdlib ve PKK/PYD bölgelerinde de HTŞ ve PKK/PYD güvenlik güçleri olarak kendilerini konumlandıracaklardır. Böyle bir senaryodan Türkiye’nin hiçbir çıkar elde etmesi mümkün olamayacağı gibi, bu devlet yapısıyla Suriye’nin bir sonraki adımda parçalanmasının önünün açılması söz konusu olacaktır; çünkü, başta Amerika olmak üzere Batı dünyasının, mevcut sınırları içerisinde kalmasını istemediği ve mümkünse üçe bölünmesinden yana oldukları Suriye’nin orta vadede ayakta kalamayacağı ve federal sınırlara göre bağımsız devletlere bölünmesinin kaçınılmaz olacağı söylenebilir.

Sonuçta Yugoslavya, Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği federal yapıların birbiri ardına dağıldığı ve İspanya ve hatta İngiltere (Birleşik Krallık) gibi devletlerin dağılmasının gayet mümkün göründüğü bir uluslararası ortamda bir yandan Amerika öte yandan da İsrail ve diğer devletlerin kışkırtmalarına ve güç mücadelesine sahne olacak federal bir Suriye’nin ayakta kalması düşünülemez. Pekiyi, dağılan bir Suriye’nin SMO kontrolü altındaki toprakları Türkiye’ye katılmak istese bile PKK/PYD’nin bu sayede bağımsız devlete dönüşmesinin önünün açılması Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından makul ve mantıklı bir politika olabilir mi? Olamaz; çünkü Türkiye’nin ne toprağa ne de ilave nüfusa ihtiyacı vardır. Böyle bir senaryoda Suriye ile artan bir oranda ilişkilerini normalleştiren Arap Dünyası’nın tepkilerini ve bir Arap devletinin topraklarına el koyan veya koymaya çalışan Türkiye’ye karşı birlikte hareket etmelerinin gayet öngörülebilir olduğunu da not etmek lazımdır. Böyle bir durumda, BM Güvenlik Konseyi’nin Türkiye’ye karşı birleşmesinin oldukça kuvvetli bir ihtimal olacağının da altını çizelim.

Yapılması gereken bir an evvel Erdoğan-Esat zirvesine gidecek yolu açmaktır. Eski yanlış ve yıkıcı politikaların alt yapısını oluşturan fikirleri bir tarafa atarak uzlaşma ve normalleşme amaçlı yeni düşüncelere ihtiyacımız vardır. Rusya ve İran’ın da katılımıyla yapılacak dörtlü liderler zirvesi öncesinde Suriye ile sığınmacıların geri gönderilmesi ve teröre karşı ortak mücadeleyi öngören iki mutabakat imzalanmalıdır. Adana Mutabakatı güncellenirken PKK’ya ilaveten PYD, YPG ve bunların bütün türevleri metne yazılmalı ve Suriye’nin terör örgütü olarak gördüğü – bir kısmını biz de terörist kabul ediyoruz – Batı’nın tabiriyle cihatçı gruplar o metne ilave edilebilir. Ayrıca imzalanacak bir başka mutabakat ile Türkiye, kontrolü altında tuttuğu Suriye topraklarını Şam hükümetinin etkili egemenliğine teslim edeceğinin garantisini vererek çekilmenin takvimi konusunda uzlaşılır. İki devletin bu şekilde uzlaşmasının iki tarafa da olağanüstü yatırım, yeniden yapılandırma ve ticaret-ekonomi alanlarında sağlayacağı alanlara yoğunlaşmak ve ilişkilerin normalleşmesinden hareketle Suriye’nin KKTC’yi tanımasını temine çalışmak çok daha yerinde olur. Aksine her girişim ve her geciktirme çabası hem mevcut iktidara hem de devlete/millete büyük mali külfet getirmeye devam edecektir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version