DÜNYA BASINI

Terry Eagleton yazdı: Grevciler kimi kandırıyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Britanya, Fransa ve Almanya gibi Avrupa’nın müreffeh ülkelerinde yoğun grevler var. İlk adım, enflasyonun geçen yıl çift haneye ulaştığı Britanya’da atıldı ve çoğu sağlıkçılardan oluşan kamu emekçilerinin büyük kısmı greve çıktı. Şimdi Britanya genelinde öğretmenler, sağlıkçılar, demiryolu ve otobüs görevlileri ve üniversite çalışanları aynı anda grevde; BBC’ye göre iş bırakanların sayısı yaklaşık 500 bin. Haliyle bundan günlük hayatın akışı da etkilendi. Oxford akademisyeni ve New Statesman, Red Pepper ve The Guardian gibi gazetelerin yanı sıra New Left Review dergisinde yazan Terry Eagleton, eleştirel bir dile grevleri yorumluyor. Eagleton, bildik ironik üslubuyla Britanya tarihinde işçi sınıfına, grevlere ve ‘toplumsal kargaşa’ya yönelik tepkileri ele alıyor, aslında tarihte ‘kargaşa’ yaratanın işçilerden çok mülk sahibi sınıflar olduğuna dikkat çekiyor: işçiler, kendilerini korumak için daha çok ‘devlete’ ihtiyaç duyarken, ‘anarşi’yi, dizginsiz piyasayı savunanlar Davos elitleridir. Britanya’yı bir süredir sarsan grevlerde medyadan sınıf aristokrasisine kadar tüm unsurlar ‘halkın grevlerden rahatsızlığı’nı dillerine dolarken, Eagleton ‘halk’ın gerçek tanımını hatırlatıyor.


Grevciler kimi kandırıyor?

Terry Eagleton — UnHerd

14 Mart 2023

Grev dalgası istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Fizyoterapistler bile işleri olan ülkeyi ayağa kaldırma görevlerini yerine getirmek yerine diz çöktürmekle tehdit ediyor. Sırada vaazlarını terk edecek, cüppelerini yırtacak ve büyükannenizi gömmeyi reddedecek olan papazlar var. Elbette ki tüm bunların büyük bir rahatsızlık barındırdığını belirtmek gerek. Mesela dondurucu soğukta elinizde bir pankartla saatlerce ayakta durmanız ve bunu yaparken kaybedeceğiniz ücreti hesap etmeniz gerekebilir. Ancak insanlar yine de bunu yapıyor, zira toplu taşımaya paranız yetmediği için yürümek zorunda kalmak ya da çocuklarınıza iyi bir kahvaltı hazırlamak için ikinci bir işe girmek daha zahmetli.

Medyanın halk olarak tanımladığı kesimde ise daha az rahatsızlık söz konusu ama bu genelde uzun süreli olmaz. Pek çok çok temizlikçi ve reyon görevlisi yıllarca yoksul kalmanın vereceği sıkıntıya katlanmak durumunda kalırken bazı borsacılar sadece iki ya da üç günlük tren seferi iptallerine öfkeleniyor. Göründüğü kadarıyla halk, hemşirelerden, postacılardan, demiryolu işçilerinden, küçük avukatlardan ve benzerlerinden oldukça farklı, efsanevi bir varlık. Bu insanlar toplumsal karmaşaya neden olurlar ve bu nedenle halkın mensubu olamazlar. Halklar da bu tür aksaklıkların failleri değil, nesneleri olurlar. Bir CEO halktan ama bir ambulans şoförü değil.

Grevler, bunları başlatanları zarara uğratan iki ucu keskin bıçaklardır. Bir yönetici bir çalışanı işten çıkardığında ya da disiplin cezası verdiğinde sadece çalışan zarar görür, oysa grev yapan işçiler halihazırda kıt olan kaynaklarını artırmaya çalışmak için azaltmak zorunda kalabilirler. Grevler de tamamen olumsuz stratejiler ve sendikalar da büyük ölçüde defansif organlar. Ellerinde yabalarla derebeyinin kalesine yürüyen köylülerden çok uzaktayız. Patronların çalışanları üzerinde güç kullanmasının bir dizi işe yarar yöntemi mevcut: Onları kovmak, ücretlerini kesmek, çay molalarını yasaklamak, daha uzun çalışma saatleri dayatmak, işlerini hızlandırmak vs. Buna karşılık sendikaların tek alternatifi emeklerini geri çekmek ki bu da pek devrimci bir eylem sayılmaz. Sivil itaatsizlik uygulayanlar gibi yapabilecekleri tek şey duruş sergilemek ve “yeter” diye haykırmak, o zaman da ülkeyi fidye için rehin alan yıkıcılar ve holiganlar olarak lanse edileceklerinin farkında olurlar.

Davranışları sadece ilkesiz değil, aynı zamanda yurtseverlikten uzak. Onlarınki bizzat topluma karşı bir saldırı ve pankart taşırken toplumun devamlılığının sağlanması da zor bir mesele. Tezgahınızdan uzaklaşmak zorbalık ve şantajcılıktır. Hazine’ye saldırmak ya da tüccar bankerleri kaçırmak yerine sadece kolunuzu bağlayıp oturarak, olsa olsa kârlarını tehlikeye atmış olduğunuz varlıklı seçkinler için birer nefret objesi haline gelirsiniz. Charles Dickens, 19. yüzyılın ortalarında sanayi grevini yakından gözlemlemek için Preston’a gitmiş ve greve katılan işçilerin makullüğü ve nezaketinden hayranlıkla bahsetmişti. Daha sonra Viktorya dönemi Britanya’sında sendikacılığın en dehşetli karikatürlerinden birini içeren Zor Zamanlar adlı bir roman yazmıştı.

Kimse emeğini esirgeme hakkına itiraz etmiyor; ancak etkili olmaya başladığında insanlar Telegraph’a mektup yağdırıyor. Grevcilerin davalarını daha etkili kılmak için yaptıkları hamleler —mesela farklı mücadeleleri ilişkilendirmek ya da belirli önemli anlarda greve gitmek— maratonda başka bir koşucuyu geçmenin kötü bir davranış olması gibi, haksız bir avantaj elde etmek olarak kabul ediliyor. Buna karşın Margaret Thatcher’ın yaptığı gibi madenci grevine hazırlık için kömür stoklamak basit bir sağduyu. Elbette ideal olanı hiçbir etkisi olmayan bir greve gitmek; tıpkı hiç ağlamayan bir bebeğe ya da hem lezzetli hem de zayıflatan bir çikolataya sahip olmak gibi.

Aynı anda hem teoride bu kadar saygı gören ama pratikte de bu kadar nefret edilen çok az vatandaşlık hakkı var. Bir televizyon muhabirinin sorduğu ilk soru “Anlaşmazlığın sebebi ne?” değil, “Bunu nasıl durdurabiliriz?” oluyor. Grevlerin, tıpkı tuz ya da sigara gibi kötü olduklarına dair yerleşik bir kanı var; bu kanı, grevlerden zaman zaman ısıtıcıyı tekrar açacak kadar fayda sağlayabilecek kişiler tarafından paylaşılmıyor. Grevleri yasaklayamazsınız zira bunu faşist toplumlar yapar ama hazmedemezsiniz de. Elli yıl evvel sendikaları çok güçlü olmakla suçlamak alışılmış bir şeydi, fakat birbirini izleyen hükümetler sendikaları yasal olarak el ve ayaklarından bağladıkça, onları taciz etmek için kullanacakları bu bahaneden kendilerini mahrum bıraktılar. Zaten bu hiçbir zaman makul bir argüman olmadı, sendikaların kas gücü sermayenin gücüyle kıyaslanamaz bile.

İngiliz işçi sınıfı hareketinin tarihi bir yıkım ve vandalizm tarihi değil. 19. yüzyıldaki en büyük toplumsal protesto hareketi olan Çartistler, parlamenter sistemde bir dizi makul reform yapılması için yasalar çerçevesinde çalıştılar; bu reformların neredeyse tamamı, o dönemde kibirli bir şekilde reddedilmiş olmasına rağmen bugün yürürlükte. Birkaç on yıl sonra Süfrajetler, hapishanede dövülmelerine, coplanmalarına ve zorla beslenmelerine rağmen militanlıkta işçi hareketini geride bıraktılar. 1926’daki genel grev sadece dokuz gün sürdü. Peterloo katliamından 1898 liman işçileri grevine(*) kadar İngiliz devletinin böyle bir suskunluğu olmadı. Bundan ziyade zaman zaman patlak veren devlet şiddeti ile beraber sonuncusu günümüze kadar ulaşan yasakçılık, polis ve asker şiddeti, hapis, nakil ve baskıcı yasalardan oluşan kirli bir tarih var.

Yine de sendikacılığın esasen arkaik —grev mazisinden kalan utanç verici kalıntı, modernleşmenin önünde bir fren, sınıf savaşının eski kötü günlerine bir geri dönüş— olduğu hissi devam ediyor (daha yüksek ücretler talep etmek sınıf savaşı, reddetmek ise böyle bir şey değil). Buradaki fikir, sendika patronlarının tüm palavralarına rağmen özünde muhafazakâr yaratıklar oldukları. Fakat bir doz muhafazakârlık tam da ihtiyacımız olan şey. Alman filozof Walter Benjamin devrimin kontrolden çıkan bir tren değil, imdat freninin çekilmesi olduğunu söylemişti. Burada Benjamin, kontrolden çıkan ve hayatı fazlaca mahvetmeden önce dizginlenmesi gereken şeyin küresel kapitalizm olduğunu kastetmişti. Viktorya dönemi Britanya’sında işçi sınıfı militanları sıklıkla anarşistlikle suçlanırdı, ancak hakikat bunun tam tersi.

Çağrıda bulundukları şey çocukları, yoksulları ve tekstil işçilerini korumak için devletin daha az değil, daha fazla müdahalesiydi. Gerçek anarşistler, her yıl Davos’ta toplananlar da dahil hiç kimsenin yönetimde olmadığı piyasa odaklı bir topluluk (Davos’un aynı zamanda Thomas Mann’ın herkesin ölüm döşeğinde olduğu bir sanatoryumda geçen Büyülü Dağ romanının mekânı olması da uygun). İklim değişikliği söz konusu olduğunda korumacı olanlar Sol, vandal olanlar ise Evrenin Efendileri. Kapitalizm, eğer yanına kâr kalacaksa ve bunu yapmak kendisi için kârlı olacaksa, toplum karşıtı davranışlarda bulunabilir. Bunu boş bir slogan olarak gören herkes, gezegenin devam eden yıkımından bahsetmek yerine devlete ait gıda bankalarına bir bakmalı. Hâlâ kontrolden çıkan trenin frenine basmış değiliz.

Toplumsa kargaşanın başlı başına kötü bir şey olduğuna dair tuhaf bir inanç var. Miss World yarışmasını düzenleyenler, birkaç yıl önce yarışmayı gürültülü bir şekilde kesintiye uğratan feministler hakkında bu görüşü benimsemişlerdi, her ne kadar protestoları gösterinin tek ilgi çeken kısmı olsa da. 1989’da Tiananmen Meydanı’nda bir tankın önünde duran ve kendisini bir anda küresel bir ikona dönüştüren genç adam, tıpkı bugün İran’daki genç kadınlar gibi, politik açıdan yıkıcı bir davranış sergiliyordu. Manchester’da öğrenciyken kollarına sarı yıldızlar dikilmiş Yahudi kadın ve erkeklerin Oswald Mosley ve Britanya Faşistler Birliği’nin kentin çoğunlukla siyahların yaşadığı bir bölgesinde yaptığı yürüyüşü engellemek için yola yattıklarını görmüştüm. Toplumsal kargaşa yalnızca tolere edilebilir değil, aynı zamanda zaruri.

Bununla beraber Shakespeare’in Budala figüründe olduğu gibi ehlileştirilebilir. Budalalar ve soytarılar, kraliyet büyüklerine kabul edilemez gerçekleri söylemek için vardır, fakat bunları daha tatlı hale getirmek için bilmece paradoksla sararlar. Onların rolü, etraflarındaki herkesin nasıl rol yaptığını göstermektir. Aradaki fark, Budala rol yaptığını bilirken diğerlerinin bilmemesidir. Ancak başkalarıyla alay etmek ve onları azarlamak resmi görevinizin bir parçasıysa bu daha tolere edilebilir hale gelir. On İkinci Gece’de Olivia, “Yol verilmiş bir Budala’dan zarar gelmez,” der. Denildiği gibi, siz sadece işinizi yapıyorsunuz. Toplumsal sistem sarsılır ama isyana sürüklenmez. İsyanın bu kurumsallaşmış biçimi İngiliz siyasetinde parlamentodaki İşçi Partisi ya da daha genel olarak Majestelerinin Uslu Muhalefeti şeklinde yaşamaya devam ediyor.

Sendikalar sömürüye karşı bir savunmadan daha fazlası. İşçi hareketi geleneksel olarak kendisini rekabetten ziyade işbirliğine, bireysellikten ziyade dayanışmaya dayalı, şu anda sahip olduklarımıza alternatif bir yaşam biçimi sunuyor olarak görür. Eğer meşguliyeti şimdiyleyse aynı zamanda farklı türden bir geleceğin habercisidir. Grevleri nasıl durduracağız? Kaynakların grevleri gereksiz kılacak türden yeniden dağıtılmasıyla. Aksi takdirde kişisel servet ve kamusal sefaletin aynı eski antitezini sürdürmeye devam edeceğiz.


(*) Peterloo katliamı: 16 ağustos 1819 günü, parlamenter reform talebiyle Manchester’da bir araya gelen işçilere süvariler saldırmış ve 15 kişiyi öldürmüştü; 1889 Londra liman işçileri grevi (Terry Eagleton tarihleri karıştırıyor olmalı), Friedrich Engels’in de büyük bir coşkuyla karşıladığı, İngiliz emek hareketinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen, yaklaşık 100 bin işçinin zaferle sonuçlanan eylemi.

Çok Okunanlar

Exit mobile version