Çevirmenin notu: Çiftçilerin öfkesi tüm Avrupa’ya yayılıyor, zira tarımın hızla gerilemesinin başlıca kaynağı tam da Avrupa Birliği’nin izlediği politikalarla alakalı. Durum, ilerlemenin kaçınılmazlığı sloganı altında onlarca yıldır kötüye gidiyor. Protestolar Brüksel tarafından fanatizm derecesinde desteklenen ekolojik dogmayı konu alıyor. Elbette profesyonel Avrupalılar kuraklıktan ve diğer tartışılmaz dogma olan küresel ısınmadan bahsediyorlar.
Öte yandan çiftçiler yaşlanan bir toplam; çiftlik yöneticilerinin neredeyse yüzde 60’ı 50 yaşın üzerinde, daimî çalışanların sayısı 10 yılda yüzde 12 azaldı ve Fransız nüfusunun ortalamasından daha yüksek bir intihar oranına sahipler. Kısacası, mevcut politika geleneksel çiftçi ahalisinin fiziksel olarak ortadan kalkmasına yol açıyor. Sorunu gerçekten çözmenin yolu vergi oranlarını arada bir değiştirmek değil, yönetici elitleri değiştirmektir ki bu da en azından AB’den çıkmak anlamına geliyor.
Çırpınmakta olan Almanya Avrupa’nın geleceğidir
Çiftçilerin protestoları Berlin’in zayıflığını ortaya çıkardı
Thomas Fazi
Unherd
2 Şubat 2024
Merkel döneminin büyük kısmında Almanya, Avrupa’nın sürekli fırtınalı sularında bir iktisadi ve siyasi istikrar adası olarak durdu. Ancak o günler artık uzak bir anı gibi görünüyor. Avrupa hala krizde ama şimdi Almanya krizin merkez üssü. Almanya bir kez daha Avrupa’nın hasta adamı.
Almanya’da hükümet karşıtı gösterilere nadiren rastlanır. Bu nedenle yüzlerce öfkeli çiftçi traktörleriyle birlikte aralık ayı ortasında Berlin’e akın ederek yeni kemer sıkma tedbiri dalgasının bir parçası olarak tarım araçlarına yönelik dizel sübvansiyonlarında ve vergi indirimlerinde yapılması planlanan kesintiyi protesto ettiğinde işin içinde bir iş olduğu barizdi. Endişeli olduğu anlaşılan hükümet, derhal geri adım atarak indirimin devam edeceğini ve dizel sübvansiyonunun hemen kaldırılmak yerine birkaç yıl içinde aşamalı olarak kaldırılacağını duyurdu. Fakat çiftçiler bunun yeterli olmadığını söyledi ve hükümet planlarından tamamen vazgeçmediği takdirde protestoları şiddetlendirme tehdidinde bulundu.
Sözlerinde durdular; takip eden haftalarda binlerce çiftçi sadece Berlin’de değil, pek çok kentte kitlesel protestolar düzenledi, hatta otoyolları kapatarak ülkeyi fiilen durma noktasına getirdi. Hükümet ise siyasi oyun kitabındaki en eski ve en etkili numaralardan birine başvurdu; çiftçileri gayri meşrulaştırmak ve insanları korkutup kaçırmak amacıyla protestoların arkasında aşırı sağcıların olduğunu iddia ettiler. Ancak bu kez işe yaramadı. Protestolar devam etmekle kalmadı, büyüdü ve hatta sıradan yurttaşların yanı sıra balıkçılık, lojistik, konaklama, karayolu taşımacılığı, süpermarketler gibi diğer sektörlerden işçileri de çekti.
Sonuç olarak, dizel sübvansiyonlarıyla ilgili bir protesto olarak başlayan gösteriler, Alman hükümetine karşı çok daha geniş çaplı bir isyana dönüştü. Gösterilerdeki en yaygın sloganlardan biri: “Trafik lambası gitmeli!” (iktidardaki Sosyal Demokratlar, Hür Demokratlar ve Yeşiller koalisyonuna bir gönderme). Tıpkı 2018’de akaryakıt fiyatları nedeniyle protesto gösterileri düzenleyen Gilets Jaunes [Sarı Yelekler] gibi çiftçiler de çok daha geniş bir siyasi öfke havuzunun sesi oldular.
Biri Washington Post’a şunları söyledi: “Başta tarım sübvansiyonlarındaki kesintilerin iptal edileceğini umuyorduk. Ancak… Bence bu protestonun çok daha fazlası ile ilgili olduğu açık. Sadece biz çiftçiler değil, diğer kesimler de mutsuz. Zira Berlin’den gelenler ülkemize, özellikle de ekonomiye zarar veriyor.” Bu bile örtmeceye yaklaşıyor; yükselen yaşam maliyetleri, düşen reel ücretler, kitlesel işten çıkarmalar ve gelişen konut krizi, Scholz hükümetinin onaylanma oranlarını rekor düşük seviyelere indirdi ve Almanlar huzursuzlanmaya başladı.
Çiftçilerin protestolarının yanı sıra, geçtiğimiz ay boyunca ülke son on yılların en büyük grevlerinden bazılarıyla sarsıldı; tren makinistleri, yerel toplu taşıma çalışanları, havaalanı güvenlik personeli, doktorlar ve perakende çalışanları, hepsi daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları talep ediyor. Önümüzdeki haftalarda daha fazla endüstriyel eylem bekleniyor. Almanya’nın tarihsel olarak işçi sendikaları ve işveren federasyonları arasındaki işbirliğini vurgulayan, çatışmacı olmayan endüstriyel ilişkiler modeliyle uzun zamandır övündüğü düşünüldüğünde bu durum özellikle şaşırtıcı.
Sorun şu ki, Almanya’nın sosyal barışı, bir zamanlar övgüyle bahsedilen Modell Deutschland gibi artık iflas etmiş bir iktisadi modele dayanıyordu. Almanya’nın 21. yüzyıldaki iktisadi başarısı iki temel —ucuz hammadde ve enerji ithalatı (özellikle Rusya’dan) ve dünyanın geri kalanında yüksek talep— üzerine kuruluydu. Fakat son birkaç yıldır, küresel duraklama ve Ukrayna savaşı nedeniyle her ikisi de çöktü. IMF’ye göre Almanya geçen yıl dünyanın en kötü performans gösteren büyük ekonomisi oldu ve ülke şu anda resesyonun eşiğinde sallanıyor. Sanayi üretimi beş ay üst üste düştü: Hans-Jürgen Völz’ün (küçük ve orta ölçekli işletmeler adına lobi yapan BVMV’nin baş ekonomisti) geçtiğimiz temmuz ayında söylediği gibi: “Bazen ‘sürünen sanayisizleşmeden’ bahsedilir ama bu artık sadece sürünen bir şey değil.”
Çarpıcı olan, Alman liderliğinin bu krizi büyük ölçüde tek başına getirmiş olması. Önce Rusya karşıtlığı kervanına katılarak ana enerji kaynağından ayrıldı, ardından da Alman müesses nizamının en sevdiği iki takıntı olan yeşil politikalar ve kemer sıkma politikalarıyla krizi daha da derinleştirdi. Yakıt sübvansiyonlarının kaldırılması önerisi bu konuda mükemmel bir örnek. Hükümetin Kovid yardımları için ayrılan 60 milyar avroyu iklim değişikliğiyle mücadeleye dönük tedbirlere dönüştürerek kendi mali kurallarını baypas etme teşebbüsünün anayasaya aykırı olduğuna dair bir mahkeme kararıyla ortaya çıktı. Sübvansiyonları kesme kararı, hükümet tarafından hem mali hem de iklim hedeflerine ulaşmanın tek yolu olarak sunuldu. Verilen mesaj artık alıştığımız bir mesajdı: “es gibt keine Alternative [Başka alternatif yok].”
Ancak elbette bu hedeflerin her ikisi de kendi kendini dayatıyor. Bunlar doğa kanunlarının değil siyasi kararların sonucu, ki sıradan Almanlar bunun fazlasıyla farkında. Artık, halktan destek görmeyen politikaları siyasi çekişmelerden yalıtmak için çok sık başvurulan bir taktik olan bu tür sahte ikiliklerin aracılık ettiği siyaseti kabul etmeye istekli değiller. Nitekim protestocular daha şimdiden bu mantığı tersine çevirmiş durumdalar. Organik çiftçi ve Alman Yeşiller Partisi üyesi Martin Häusling’in (ki bu parti alışılmadık bir şekilde çiftçilerin protestolarını destekledi) FAZ’a söylediği üzere: “Çiftçiler için dizel traktör sürmenin alternatifi yok. Henüz elektrikli traktörler yok.”
Almanya’nın bütçe açıklarını kısıtlamak üzere 2009 yılında anayasasına koyduğu ve “borç freni” olarak nitelendirilen yasayı sorgulayan sesler de giderek yükseliyor. Kendi kendine dayatılan bu kemer sıkma kurallarının, hükümetin okullardan kamu yönetimine, demiryollarından enerji ağlarına kadar kamu altyapısına çok ihtiyaç duyulan yatırımları yapmasını engellediği ve paradoksal bir şekilde hükümetin kendi emisyon azaltma hedeflerini karşılamak için gereken yatırımları engellediği giderek daha belirgin hale geliyor. Alman Ekonomi Uzmanları Konseyi Başkanı Monika Schnitzer’in de belirttiği gibi: “Kimse [bu kuralların] ciddi bir krizde ne anlama gelebileceğini, yeterli manevra alanı olmadığını sonuna kadar düşünmedi.”
Sonuç olarak Alman modeli kendi iç çelişkilerinin ağırlığı altında çöküyor gibi görünüyor. Fakat bunlar uzun zamandır inşa ediliyordu. Sanılanın aksine, Almanya’nın avro sonrası ihracat başarısı, ülke ekonomisinin daha üretken ya da verimli olmasına değil, 2000’li yılların başında uygulamaya konulan ve şirketlerin ücretleri ciddi ölçüde sıkıştırmasına olanak tanıyan bir dizi neoliberal “yapısal reforma” dayanıyordu. Bu durum, “Alman avrosunun” yapısal olarak değer kaybetmesiyle birleştiğinde, ülkenin Avrupalı ticaret ortaklarına kıyasla rekabet gücünü önemli ölçüde artırmasına ve Avrupa sahnesindeki hegemonik hakimiyet politikasını pekiştirmesine olanak sağladı.
Fakat bunun yüksek bir sosyal ve iktisadi maliyeti de oldu; iç talepte gerileme, kronik yetersiz yatırım, kötü altyapı ama en önemlisi siyasi sonuçları açısından, milli gelirin ücretlerden kârlara doğru muazzam bir yeniden dağılımı, giderek büyüyen bir güvencesiz, düşük ücretli işçi alt sınıfına yol açtı. On yıl önce yazdığım üzere: “Almanya’nın ihracata dayalı modeli uzun vadede sürdürülemez olmakla kalmıyor, başından beri başarısız oluyor.”
Ancak ekonomi büyüdüğü sürece —ve Angela Merkel ülkeye sert ama anaç rehberliğini sunarken Alman gücünü Avrupa ve küresel sahneye yansıttığı sürece— tüm bunlar halının altına süpürülebilirdi. Ta ki bu ortadan kalkana kadar.
Bunun Almanya için yalnızca iktisadi bir kriz olmadığını, varoluşsal bir kriz olduğunu belirtmek önemli. Almanya’nın kendini iktisadi ve jeopolitik bir güç olarak algılaması ulusal kimliğinin bir parçası; Hans Kundnani’nin Exportnationalismus olarak adlandırdığı, Almanya’nın iktisadi başarısının bir tür açık kader olduğu inancı üzerine kuruldu. Ama ülkenin jeopolitik açıdan gözden düşmesi —Der Spiegel’in 2015 tarihli tartışmalı başyazısında ifade edildiği gibi “Dördüncü Reich”tan Scholz döneminde Amerika’nın baş vasallığına— bu inancı da yıktı.
Bu durum hem sağda hem de solda düzen karşıtı “popülist” partilerin yükselişinde açıkça görülüyor. AfD bir süredir bir başarı dalgası yakalamış durumda ve son anketlere göre ülke genelinde ikinci sırada yer alıyor. Fakat yeni partiler de ortaya çıkıyor ve daha önce istikrarlı olan parti yelpazesini parçalıyor. Milliyetçi muhafazakâr grup Değerler Birliği kısa süre önce yeni bir siyasi parti kurma niyetini açıklarken, Sahra Wagenknecht’in AfD’ye sol popülist yanıtı da güçlü oranlar yakalıyor. Bu partilerin farklı yol gösterici felsefeleri olsa da farklı derecelerde hepsi ekonomi, göç, Avrupa Birliği ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı ile ilgili yaygın bir hüsrandan ve iktidardaki koalisyona karşı genel olarak artan düşmanlıktan faydalanmayı amaçlıyor.
Alman müesses nizamının yanı sıra daha ılımlı eğilimli Almanlar da son popülist ayaklanmaya tipik bir öfkeyle tepki veriyor. AfD’nin üst düzey üyelerinin geçen yılın sonlarında bir toplantıda Alman sığınmacıların ve yabancı kökenli vatandaşların kitlesel olarak sınır dışı edilmesine dönük bir “ana planı” tartıştıklarına dair haberlerin ardından ülkeyi kitlesel AfD karşıtı protestolar sardı ama bu durum partiye olan desteği azaltmışa benzemiyor.
Politikacılardan ve medya kuruluşlarından AfD’nin yasaklanması yönünde çağrılar da geliyor ki bu çağrıların Alman halkının neredeyse yarısı tarafından desteklendiği anlaşılıyor. Ülkenin en popüler ikinci partisini yasaklamaya kalkışmanın sadece demokratik açıdan dehşet verici olmakla kalmayacağını, aynı zamanda beklenmedik ve geniş kapsamlı sonuçlar doğuracağını ve ülkeyi gergin bir siyasi durumdan sivil bir şiddet durumuna doğru itebileceğini söylemeye gerek yok.
Kıta genelinde sağ popülist partilerin popülaritesinin arttığı bir dönemde Avrupa, eski dayanak noktasını yakından takip etse iyi olur. Deyim yerindeyse, Almanya hapşırdığında Avrupa nezle oluyor ve bu siyasi illet yakın zamanda iyileşecek gibi görünmüyor.