DÜNYA BASINI

‘Y kuşağı’nın makûs talihi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Türkiye’de de ithal biçimde yoğun olarak tartışılan ‘X, Y ve Z’ kuşakları üzerine Anton Jäger’in yazdığı makale önemli ipuçları sunuyor. ‘İsyankâr’ olarak görülen Y kuşağı (ya da milenyaller), isyanının gerisinde neredeyse hiçbir tortu bırakmadan yaşlanmaya başlamış görünüyor. Yüzer gezerlik, kurumsal örgütlüüğe yönelik düşmanlık, yazarın deyişiyle ‘yalnızlık ve ajitasyonun kendine özgür karışımı’, milenyallerin zihnini belirleyen unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Buna, ‘postmodern zihin’ demek de mümknü görünüyor. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene ait.


Y Kuşağı Zihni

Anton Jäger
Granta
8 Şubat 2024

Bugün ‘Y kuşağı’ [millennial] olmak ne anlama geliyor? 1981 ve 1996 yılları arasında Batı’da doğan ve ilk olarak 1991’de yarı resmi bir terimle vaftiz edilen nesil, rutin olarak ahlakçı, iflah olmaz bir şekilde literalist ve belirsizliğe tahammülsüz olarak kınandı. Y kuşağı internetle büyümüş ve internetin erken evrimsel sancılarını gözlemlemiş olsa da, zoomer’lar mutlu bir şekilde internetin içine doğmuş gibi görünüyor; Y kuşağı nesiller arası savaşlara (İşgal Et, Domuz Jambonu Seddi(*), vb.) alenen katılırken, X Kuşağı herhangi bir kolektif çabayı tamamen reddetmeye şartlandırılmıştı; boomer’lar trente glorieuses’in [otuz şanlı yıl] meyveleriyle yaşayabilirken, Y kuşağı 2008 çöküşünden sonra çekiç üzerlerine düşene kadar kredi patlamasının yapay dalgalarında sörf yaptı.

Diğer gruplarla karşılaştırıldığında, Y kuşağı kapana kısılmış görünüyor: Ne Z Kuşağı’nın zahmetsiz öznelliğinden ne de baby boomer’ın tarihsel kibrinden hoşlanıyorlar. 1990’larda küreselleşmenin vaadiyle doğan, gezegensel mal ve bilgi akışını özgürleştiren ve yeni bir sivil toplumun habercisi olan 1981 sonrası yaş grubu, yeni yüzyıla karşılanması zor umutlarla girdi.

Y kuşağının şevki ve tıkanıklığı emsalsiz değildir. Weimar Cumhuriyeti’nde kuşak siyaseti genellikle ölümcül bir meseleydi. Almanya Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra belini doğrulturken, nesiller boyunca katmanlaşmış hareketler savaş sonrası düzenin geleceği için savaştı: genç Komünistler parlamentolardan ziyade konseyler cumhuriyeti için çabalarken, yaşlı sosyal demokratlar onları çatışmaya kışkırtan imparatorun istifasından memnundu. 1926’da Alman Komünist Partisi’nin (KPD) önde gelen görevlilerinin yüzde 80’i kırkın altında, yüzde 30’u otuzun altındaydı ve yaş ortalaması otuz dörttü. Karl Kautsky ve Eduard Bernstein gibi Sosyal Demokratların önderleri, genç ırgatların akınının yaşlı sanayi proletaryasının saflarını şişireceğinden endişe ediyorlardı.

Alman sağında ise bölünme daha az keskin değildi. Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ında, muhafazakâr bir ticaret hanedanının nesiller boyu düşüşü yarı-biyolojik yasalara uyuyor gibi görünürken, yirmi yıl sonra Nazi safları 1914’ün neden olduğu ‘medeniyet kırılması’ deneyimi olmayan gençlerle dolup taştı. Aynı nesil, Ödön von Horváth’ın Üçüncü Reich döneminde öğretmenlik görevini anlatan romanında tasvir edilen ‘Tanrısız gençlik’ olacaktı. “Düşünmek, nefret ettikleri bir süreçtir,” diye yakınıyordu Horváth öğrencileri hakkında. “İnsanlara burun kıvırırlar. Vidalar, topuzlar, kayışlar, tekerlekler ya da daha iyisi mühimmat – bombalar, mermiler, şarapneller gibi makineler olmak istiyorlar. . . İsimlerinin bir savaş anıtında yer alması – bu onların ergenlik çağının hayalidir.

Alman sosyolog Karl Mannheim, 1920’lerin ortalarında Kuşak Sorunu (Generationsfrage) olarak adlandırılan konu üzerine ilk kez düşünce taslağı hazırladığında, yaş gruplarının incelenmesi hâlâ toplumu incelemenin nispeten yeni bir yoluydu. Mannheim, nesillerin basit kronolojik oluklar olduğu fikrine katılmadı. Nesiller, biyolojik bir sürekliliğin sıralı bir olay düzeniyle çatışmasından doğan bileşik yapılardı, bu da söz konusu varlığın sadece bir pasaportta doğum yılını değil, kültürel-politik bir deneyimi paylaşması gerektiği anlamına geliyordu. Mannheim’ın iddiasına göre, “kuşaklar arası uyumun sosyolojik olgusu”, kuşkusuz “doğumların ve ölümlerin biyolojik ritmi gerçeği üzerine kurulmuştu.” Fakat biyolojik temelin politik-kültürel bir üstyapıya ihtiyaç duyduğunu vurgulamaya özen gösteriyordu: bir kuşak “kendi içinde anlaşılmaz bir üsttoplam [superadditive] barındırır”, bu grubu doğal olandan insanlık tarihine fırlatan bir tür paylaşılan deneyim. Mannheim, Napolyon zamanında Fransız köylüleri örneğini verdi. Napolyon’un ordularına katılmayanlar, gelenek ve göreneklerin babadan oğula geçtiği ebeveynlerinin ve büyükanne ve büyükbabalarının zihinsel dünyasında kapalı kaldılar. Buna karşılık, Napolyon’un askeri seferlerini, zaferlerini ve yenilgilerini deneyimleyen genç adamlar, onları kendilerinden önce gelenlerden ve takip edenlerden ayıran ortak bir kuşak deneyimi edindiler.

Kendi içinde bir nesil, hiç de bir nesil değildi; sadece kendisi için bilinç kazanarak ve kendisini diğer gruplarla karşı karşıya getirerek, adına layık hale gelebilirdi.

Mannheim’ın zamanında, nesiller arası çatışmalar bariz zaferler getirmedi: Avrupa’nın savaş sonrası refah devleti, savaş öncesi militan zirvesinde işçi sınıfına verilen tavizlerin bir kısmını somutlaştırmış olsa bile, ne bir Nazi İmparatorluğu hayali ne de bir konsey cumhuriyeti hayali Avrupa’da hiçbir zaman sürdürülebilir bir şekilde şekillenmedi. Aynı şey, yirminci yüzyıl kuşak savaşındaki karşı kutuptaki diğer zirve için de geçerlidir: Mayıs 1968, burjuva ebeveynler ve burjuva çocukları, Fransız eleştirmenlerin iddia ettiği gibi, kendilerini ‘barikatın zıt taraflarında’ bulduklarında. Deneyimi daha sonra hatırlayan soixante-huitard’lar [68’liler] için 1968, adetler ve değerler açısından bir gençlik zaferi gibi görünebilirdi, fakat şimdi galipler, 1960’larda gençleri egelleyen kendi rakiplerinden daha yetenekli, yaşlı servet istifçileri.

Bugün, bir kez daha, kuşak tartışmaları onlar hakkında kaçınılmaz bir şekilde kazanılamaz bir şey taşıyor. Y kuşağı, önceki nesillerden daha fazla protesto etti; aslında, 2008-2022 yıllarında protesto faaliyetlerinde küresel bir rekora tanık olduğumuza dair tahminler var. Grup üyeliğine derinden karşı olan ve siyasi katılımı tatsız veya aykırı bulan X kuşağı grubunun aksine, Y kuşağı isyanla pazarlık yapmaya fazlasıyla istekliydi. Aynı zamanda, uzun on yıllık protestolar, serbest piyasa hakimiyeti çağına damgasını vuran örgütsel yaşamdaki düşüşe de katıldı ve onu hızlandırdı. Kültür savaşının, dijital demagojinin ve geçici tıklamaların ana siyasi angajman biçimi haline geldiği bir dünyada, Y kuşağı tuhaf bir militan tipi sunuyor: kurum inşasına ve kolektif eyleme adanmış, fakat Mannheim’ın radikallerinin güçlü örgütsel biçimlerine pek yerleşmiyor.

Yalnızlık ve ajitasyonun güçlü karışımı, Y kuşağının kötü şöhretli hale gelmesine neden olan belirgin ahlaki duyarlılığı açıklamada yararlı olabilir. Y kuşağı olmak güçlü bir ahlaki duruş gerektirir, fakat söz konusu bağlılığı sürdürülebilir bir şekilde kolektif olan herhangi bir şeye kanalize etmek için çok az araç sunar. Ahlakçılık, tercihlerini bir araya getirmek ve alenen müzakere etmek zorunda olmayanlar için lüks ve yoksunluk arasında gidip gelir. Y kuşağı, kamusal ve özel arasında belirgin bir şekilde yeni bir etkileşim moduyla karşı karşıya kaldı: enerjik ama yaygın, çevrimiçi dünyanın akışkanlığına göre modellendi. Mannheim’ın tanık olduğu kitle siyasetini bugün tespit etmek zor; 1990’ların karakteristik özelliği olan post-siyaset gibi, X kuşağı herhangi bir siyasi taahhüdü açıkça reddetti ve kolektif yaşamın sonunu ilan etti. Kuşak standardı taşıyan romancılar David Foster Wallace (X Kuşağı) ve Sally Rooney (Y kuşağı) arasındaki fark, değişimin önemli bir göstergesidir. Wallace’ın dünyasında siyasi çatışma, yalnızca çılgın teröristlerin aktif olarak karşı çıktığı ticarileşmeye ve reklamcılığa esir olan bir kamusal alandan dışarı atıldı. Sonuç, yalnızca bireysel yeniden büyüleme veya terapötik grup terapisi eylemleriyle doldurulabilecek bir boşluk. Buna karşın Rooney, siyasetin aciliyetini açıkça geri kazandığı ve kolektif sınıf kavramlarının yeni keşfedilmiş bir inandırıcılık kazandığı bir kamusal alanda faaliyet gösteriyor. Fakat ortaya çıkan duruş hâlâ temelde kendini ifade etme duruşudur: bir karakter, temizlikçisinin proleter kimliğine serenat yapabilir, bir başkası Marksist olduğunu ilan edebilir, fakat hangi Marksist örgütün üyesi olduğu açık değildir.

‘Hiperpolitika’ kavramı, Y kuşağının kuşak bilincini ilk kez edindiği 2008 sonrası dönem için bazı ipuçları sunabilir. Hiperpolitika, yirmi birinci yüzyılımızda baskın siyasi angajman biçimidir: kutuplaştırıcı ve yoğun, ancak geçici ve yaygın; özel ve kamusal arasındaki sınırları bulanıklaştırır, ancak kalıcı bir bağlılığa veya bağlılığa dönüştürülmesi zor. Yirminci yüzyılın kitle siyasetinin aksine, hiper siyaset ‘düşük’ bir siyaset biçimidir – düşük maliyetli, düşük girdili, düşük süreli ve çoğu zaman düşük değerli. George Floyd protestoları, milyonları bitimiyle birlikte dağılmak üzere harekete geçirdi; iklim grevleri Almanya’dan ABD’ye okulları sarstı, birkaç ay sonra, hareketin bir hatırasından başka bir şey kalmadı. Finansal piyasaların ve yeni medyanın kısa döngüleri gibi, günümüzün kamusal alanı da kalıcı örgütsel altyapıya asla kristalleşmeden düzensiz bir şekilde sarsılıyor ve daralıyor.

Mekansal olarak, Y kuşağı hiperpolitikası, vatandaşların bir kurumdan diğerine atlamayı daha kolay bulduğu bir toplumla ilişkilendirilebilir. İşyeri dışında, bir aileden, ilişkiden, partiden, gruptan veya arkadaşlık çevresinden ayrılmak, Mannheim’ın zamanına göre daha az zorlu bir süreç haline geldi. Zamansal olarak, bu çıkış seçenekleri, sosyal hayatımızın tüm seviyelerinin giderek daha kısa vadeli mantığa tabi olduğu bir toplum yaratır. Arkadaşlıklar, evlilikler, işler ve siyasi angajmanlar daha kısa zaman dilimlerinde ortaya çıkıyor. Çalışma hayatımızın değişen koordinatları hiperpolitik davranışı daha da teşvik ediyor: kalıcı işlere veya tasarruflara erişimi olmayan çalışanlar, dünyaya yatırımcıların borsaya yaklaştığı gibi yaklaşacak, getiriler artık garanti edilmediğinde fonlarını batıracak ve geri çekecek. Atomizasyon ve hızlanma el ele gidiyor: insanlar yeni yüzyılda daha depresif ama aynı zamanda daha heyecanlı; daha atomize, ama aynı zamanda daha bağlantılı; daha erdemli, ama aynı zamanda kafası daha karışık.

Yalnızlık ve ajitasyonun kendine özgü karışımı, Y kuşağının geliştiği ve hatta zaman zaman öncülük ettiği siyasi projelerin çoğunu mahvetti. Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi örneğinde, Britanya’daki sendikal güçteki kalıcı gerileme, genç Corbyncileri, hızlı seçim zaferleri için tasarlanmış bir siyasi araç inşa ederken, kurumlar üzerinde uzun bir sıçrama yapmaya zorladı. Parti ve seçmenleri içinde, borçlu Y kuşağı ile varlık zengini boomer’lar arasındaki uçurum, yalnızca siyasi sorular üzerindeki gerilimleri daha da kötüleştirebilir. Kemer sıkma dogmalarına karşı ortak muhalefetleri aynı zamanda farklılığı da gizledi: yaklaşan servet transferi, varlıklar daha zengin üyelere aktarıldıkça, Y kuşağı grubunun kendisini 1980’lerden beri görülmemiş bir dereceye kadar yeniden katmanlaştıracaktı. Sonuç, uzun vadeli bir ‘Buddenbrooklar etkisi’dir: boomer serveti, onu elde edecek kadar şanslı olanlara akacak ve ardından Y kuşağının nispeten daha küçük bir bölümü bunu kendi çocuklarına verecektir.

Y kuşağı nesiller arası savaşa mahkûm görünüyor: Bir zamanlar eşitsizlik sorununu farklı, sınıf temelli terimleriyle ele almaya çalışan örgütler ve kategoriler olmadan, nesiller arasında bir mücadele artık tek makul seçenek. İroni şu ki, kuşak kategorilerinin artan belirginliği, daha az sosyolojik hale gelen bir dünya için bir sosyoloji sağlıyor: diğer tüm bağlılık ve aidiyet biçimleri zayıfladığında, kuşak ayrımları son çare olarak yeniden ortaya çıkmaya mahkumdur. Irk, cinsiyet veya etnik kökenle birlikte, kuşak belirteçleri, kolektif yaşam krizi için bir çare olmaktan ziyade bir kriz anlamına gelir. Mannheim’ın kendisinin de asla unutmadığı gibi, kuşak düşüncesinin sürekliliği, insanlığın kendisini biyolojiden tamamen özgürleştirmediği anlamına gelir: bu anlamda nesiller arasındaki mücadele, türlerin mücadelesinin bir başka örneğidir.


(*) Yazıda The Great Wall of Gammon (Domuz Pastırması Seddi) olarak geçen ifade, Britanya’da 2010’lu yıllarda, özellikle suratı çeşitli nedenlerle kırmızı görünen beyazlara yönelik olumsuz bir nitelendirme olarak, domuz pastırması türüne (gammon) atıfla kullanılmaya başlandı. ABD’deki ‘redneck’ terimine veya bizdeki ‘çomar’ veya ‘göbeğini kaşıyan adam’a benzetilebilir. (ç.n.)

Çok Okunanlar

Exit mobile version