DÜNYA BASINI

Yeni Sağ’ın ‘dekolonyalist’ mantığı: Denize karşı kara emperyalizmi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda okuyacağınız makale, dünyada sadece kitleler arasında değil, entelektüeller arasında da taraftar sayısını artıran Yeni Sağ düşüncesindeki önemli bir temayı takip ediyor. ‘Tektipleştirici’ küreselci-neoliberal düzene karşı partikülarist, kültüralist, etnomilliyetçi ve ‘yerli kimliği’ne sahip çıkan entelektüellerin, nazizmin aşkın hukukçusu Carl Schmitt’ten devraldıkları ‘imperium, Reich’a karşı’ görüşünü mahir biçimde analiz ediyor ve Yeni Sağ’ın sözümona ‘antikolonyalizminin’, sömürgeciliğe karşı faaliyetleri ile tanınan Frantz Fanon gibi isimlerin düşünceleri ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını savunuyor. Yeni Sağ, küresel emperyalizmin çarpık ve geri(ci) bir karşıtını sunmaktadır; hiper-modern küreselciliğe karşı önerdikleri çözüm, modern-öncesi bir etnomilliyetçilikle imparatorlukların bir hercümercidir. Bu anlamda, iki dünya savaşı arasındaki Aydınlanma karşıtı ‘gerici modernizm’ ile faşist-nazist teorileri andırmaktadır. Felsefe ve siyaset ilişkisi ile ilgilenen okur, Yeni Sağ’ın düşünürleri de Benoist ile Dugin’in zihin dünyasındaki Martin Heidegger etkisini de fark edecektir.  Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Deniz ve kara

Miri Davidson
New Left Review
4 Nisan 2024

Aşırı sağ dekolonizasyon istiyor. Fransa’da aşırı sağcı entelektüeller Avrupa’yı rutin olarak küreselci elitler tarafından düzenlenen bir ‘göçmen kolonizasyonunun’ yerli kurbanı olarak gösteriyor. Büyük İkame [The Great Replacement] teorisyeni Renaud Camus, sömürgecilik karşıtı kanonu övmüş –”sömürgecilik karşıtı mücadelenin tüm önemli metinleri, özellikle de Frantz Fanon’unkiler, Fransa için takdire şayan bir şekilde geçerlidir”– ve yerli Avrupa’nın kendi FLN’sine ihtiyacı olduğunu iddia etmiştir. Benzer bir akıl yürütme tarzı, etnomilliyetçiliği radikal yerli eleştirisinin bir biçimi olarak sunmak için Latin Amerikalı sömürgecilik karşıtı teorisyenlerin fikirlerini kullanan Hindu üstünlükçüler arasında da görülmektedir; avukat ve yazar Sai Deepak bunu o kadar başarılı bir şekilde yapmıştır ki, sömürgecilik karşıtı teorisyen Walter Mignolo’yu bir destek yazısı yazmaya ikna etmeyi başarmıştır. Bu arada Rusya’da Putin, Rusya’nın ‘tek kutuplu hegemonyaya karşı sömürgecilik karşıtı hareket’teki öncü rolünü ilan ederken, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da ‘sömürgecilikten kurtulma sürecinin tamamlanması için Afrika’nın talepleriyle dayanışma içinde olma’sözü veriyordu.

Bu olgu, gerici söylemde yaygın olan tersine çevirme türlerinin ötesine geçmektedir. Sömürgecilik karşıtı bir perspektif, Avrupa Yeni Sağının önde gelen iki entelektüeli tarafından savunulmaktadır: Alain de Benoist ve Aleksander Dugin. De Benoist’nin durumunda bu, daha önceki sömürgeci bağlılıklarından büyük bir kopuşu içeriyordu. Cezayir Savaşı sırasında siyasi bilince ulaşan de Benoist, Fransız imparatorluğunun çöküşünü engellemeye çalışan beyaz milliyetçi gençlik örgütleri arasında kendini bulmuştur. OAS’yi cesaretinden dolayı övmüş ve ilk iki kitabını Güney Afrika ve Rodezya’da beyaz milliyetçiliğin uygulanmasına adamıştı ve apartheid altındaki Güney Afrika’yı ‘bizim de geldiğimiz Batı’nın son kalesi’ olarak tanımlamıştı. Fakat 1980’lere gelindiğinde de Benoist yön değiştirmiştir. Pagan bir tahayyülü benimseyerek ve beyaz milliyetçiliğe yaptığı açık atıfları bırakarak, düşüncesini kültürel çeşitliliğin savunusu etrafında şekillendirmeye başlamıştı.

Liberal çokkültürlülük ve kitlesel tüketimciliğin saldırısına karşı de Benoist artık Nouvelle Droite’nin [Yeni Sağ] ‘farklılık hakkını’ korumak için mücadele etmesi gerektiğini savunuyordu. Buradan, Üçüncü Dünya uluslarının kötü durumuyla gecikmiş bir akrabalık iddia etmek için kısa bir mesafe vardı. Charles Champetier ile birlikte kaleme aldıkları Manifesto for a European Renaissance [Avrupa Rönesansı için Manifesto] (2012) adlı eserlerinde, “Misyonerlerin, orduların ve tüccarların himayesinde gerçekleşen gezegenin Batılılaşması, tüm ötekilikleri silme arzusuyla beslenen emperyalist bir hareketi temsil etmektedir,” diye yazmıştı. Yazarlar, Nouvelle Droite’nin ‘yok olma tehdidi altındaki etnik grupları, dilleri ve bölgesel kültürleri eşit şekilde desteklediğini’ ve ‘Batı emperyalizmine karşı mücadele eden halkları desteklediğini’ ısrarla vurgulamışlardır. Bugün, antropolojik farklılığın korunması ve yerli kırılganlık duygusu Avrupa aşırı sağının ortak söylemleridir. Neo-faşist gençlik grubu Génération Identitaire’in [Kimlik Nesli] manifestosu, “Avrupa’nın Kızılderilileri olmayı reddediyoruz,” diyor.

De Benoist’nin yakın bir çalışma arkadaşı olan Dugin, bu sömürgecilik karşıtı ruhu kendi dünya görüşüne daha da derinlemesine entegre etmiştir. Neo-Avrasyacılık ya da Dördüncü Siyaset Teorisi olarak adlandırdığı düşünce sistemi, Lévi-Strauss gibi antropologlardan türetilen bir Avrupa-merkezcilik eleştirisi ile desteklenmektedir. Rusya’nın postkolonyal dünya ile çok şey paylaştığını iddia eder: Rusya da, ontolojik çeşitliliğe sahip bir dünyayı düz, homojen, de-partikülarize edilmiş bir kütleye zorlayan Batı liberalizmine özgü asimilasyon dürtüsünün kurbanıdır (Renaud Camus’nün ‘Farklılaşmamış İnsan Maddesi’ ya da Marine le Pen’in küreselciliğin ‘tatsız lapası’ olarak adlandırdığı şeyi düşünebiliriz). Dugin, bu evrenselleştirici gündemin aksine, her biri kendi ritmine göre hareket eden farklı medeniyetlerden oluşan bir ‘çoklu evrende’ yaşadığımızı ileri sürer. “Tek bir tarihsel süreç yoktur. Her halkın farklı bir ritimde ve bazen farklı yönlerde hareket eden kendi tarihsel modeli vardır.” Mignolo ve Anibal Quijano’nun dekoloniyal ekolüyle paralellikleri gözden kaçırmak zor. Her uygarlık kendine özgü bir epistemolojik çerçeveden yeşerir, fakat bu yeşerme ‘Modernitenin üniter epistemesi’ (Dugin’in sözleri, ama Mignolo’nun da olabilirdi) tarafından sekteye uğratılmıştır.

Modernleşme, Batılılaşma ve sömürgeleştirme “eşanlamlı bir dizidir”: her biri çoğul medeniyetlere dışsal bir kalkınma modeli dayatmayı içerir. Dugin’in savunduğu etnik-ulusal kimliklerin, sömürgeci farklılık üretiminin –sömürüyü ve çıkarımı farklılaştırdığı, kategorize ettiği ve organize ettiği ırksal rejimlerin– eserleri olduğu dikkate alınmıyor. Bu nedenle, geleneksel bir kültüre geri dönmeyi değil, dünya sistemini yeniden inşa etmeyi amaçlayan birçok antikolonyal hareketin özünde modern olan karakteri de dikkate alınmıyor. Fanon’un ifadesiyle, dekolonizasyon ne ‘mistik bir geçmiş lehine bugünden ve gelecekten’ vazgeçebilir ne de yazdığı dönemde ‘atomik ve ruhani parçalanma arasında salınan’ aşağılanmış bir Avrupa’nın ‘steril ayinlerine ve mide bulandırıcı taklitçiliğine’ dayanabilirdi. 

Dugin ve de Benoist bu tür çelişkilerden etkilenmez. Dugin, “Dördüncü Siyaset Teorisi, siyasi bilincin dekolonizasyonu için bir slogan haline geldi,” diyor ve bunun ilk pratik ifadesinin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali olduğunu belirtiyor. Bu, Batılı tasarımlar tarafından parçalanan kadim bir pan-Slav uygarlığı olan Avrasya’nın yeniden birleşmesi için uzun zamandır beklenen bir mücadele olarak anlaşılmaktadır; aynı zamanda Dugin’in Büyük Uyanış olarak adlandırdığı, liberal dünya düzenini yıkmak ve çok kutuplu bir dünyayı başlatmak için bin yıllık bir savaşın ilk aşamasıdır. Dugin bu savaşa katılacak dünya çapında bir hareketler koalisyonu öngörüyor: “Amerikalı protestocular bir kanat, Avrupalı popülistler diğer kanat olacak. Rusya genel olarak üçüncü kanat olacak; birçok kanadı olan melek gibi bir varlık olacak: bir Çin kanadı, bir İslam kanadı, bir Pakistan kanadı, bir Şii kanadı, bir Afrika kanadı ve bir Latin Amerika kanadı.” Peki Ukrayna’daki savaş bir emperyal savaş ya da Liz Fekete’nin deyimiyle bir ‘rakip emperyalizmler’ savaşı değil mi? Dugin de buna katılacaktır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, ‘emperyal rönesans’ının önemli bir adımıdır.

Emperyal rönesans ve dekolonizasyon dilini aynı nefeste konuşmak nasıl mümkün olabilir? Dugin ve de Benoist bu noktada temel kaynaklarını Carl Schmitt’ten alır. Jeopolitik üzerine yazılarında Schmitt, Anglo-Amerikan deniz imparatorluklarının ‘deniz gücünde’ belirli bir tür emperyal tahakküm tanımlar:  dağınık, bölgesel olmayan, yüzen, finansal, akışkan. Deniz gücü, teritoryal tutarlılıktan yoksun dağınık bir imparatorluk doğurur ve yeryüzünü yalnızca bir dizi trafik yolu olarak okuyan mekânsal-hukuksal bir çerçeve üretir. Bu emperyalizm aynı zamanda kendi epistemolojisini de üretir: Schmitt, “Yeryüzüne dağılmış, coğrafi olarak tutarsız bir dünya imparatorluğuna ait hukuksal düşünme biçimi, kendi doğası gereği evrenselci argümantasyona yönelir,” diye yazar. İnsan hakları gibi soyut evrenseller kisvesi altında bu imparatorluk “her şeye müdahale eder.” Schmitt’e göre bu “insancıllık kılıfı altında her şeye müdahale eden bir ideolojidir.”

Schmitt, deteritoryal imperium’un karşısına, meşru, teritoryal bir emperyalizm olarak gördüğü şeyi çıkarır. Bu, onun Grossraum ve Reich kavramlarına dayanır: Grossraum bir medeniyet bloğu olarak anlaşılabilirken, Reich onun manevi, lojistik ve ahlaki merkezidir. Schmitt’in yazdığı gibi, “her Reich, siyasi fikrinin yayıldığı ve yabancı müdahalelerle karşı karşıya kalmaması gereken bir Grossraum’a sahiptir.” Eğer imperium ‘boş, tarafsız, matematiksel-doğal bilimsel bir mekan anlayışına’ karşılık geliyorsa, Grossraum onu işgal eden belirli bir halktan ayrılamaz ‘somut’ bir anlayışı içerir. Schmitt’e göre bu teritoryal mekan kavramı “Yahudi ruhu için anlaşılmazdır.” De Benoist’nin ilan ettiği gibi: “Politika ve ticaret, katı ve sıvı, alan ve ağ, sınır ve nehir arasındaki ayrımı tanımlayan kara ve deniz, kara ve deniz güçleri arasındaki temel ayrım yeniden daha önemli hale gelecektir. Avrupa, ABD’nin deniz gücüne bağımlı olmaktan vazgeçmeli ve yeryüzünün kıtasal mantığı ile dayanışma içinde olmalıdır.” Toprak su tarafından, kalpgahlar [heartlands] liman kentleri tarafından, egemen otorite ulusötesi sermaye akışları tarafından sömürgeleştirilir.

Imperium ve Grossraum arasındaki bu karşıtlıkla Schmitt’in düşüncesi etkileyici bir yeniden düzenleme sağlar: bölgesel imparatorluk inşası belirli bir sömürge karşıtı duyguyla uyumlu hale gelir. Dugin ve de Benoist’nin son yazılarında, ‘sömürgeleştirme’ hor görülen bir deteritoryal meseleyken, ‘emperyalizm’ daha asil, teritoryal bir yayılma biçimine ayrılmıştır. Dolayısıyla sömürgecilik, siyasi ya da askeri tahakküm olgusundan ziyade ‘entelektüel köleleştirme durumu’, Dugin’in ifadesiyle, bir toprak ilhakı meselesinden ziyade ‘sömürgeci düşünce biçimlerine’ tabi olma biçimi anlamına gelmektedir. İhlal edilen zihinlerin, kelimelerin ve kategorilerin ‘egemenliğidir.’ Sömürgecilik, kimlikleri ortadan kaldırarak dünyaya hakim olur: artık kadın yoktur, (Giorgia Meloni’nin terminolojisini kullanırsak) sadece X Cinsiyeti vardır. Özünde ‘etnosidal’dir; kültürel silme ve demografik değiştirme başlıca araçlarıdır. “Askeri, idari, siyasi ve emperyalist sömürgeler, sömürgeleştirilenler için kesinlikle acı vericidir,” diyor Renaud Camus bize, “fakat fethedilen toprakların varlığına dokunan, ruhlarını ve bedenlerini dönüştüren demografik sömürgelerle karşılaştırıldığında bunlar hiçbir şeydir.”

Sömürgeleştirmenin anlamı (küresel ekonominin sömürgeci yapısından başka bir şey olmayan) değişen göç modellerine, değişen toplumsal cinsiyet normlarına ve homojenleştirici bir liberal kültüre atıfta bulunacak şekilde dönüştürüldüğünde, aşırı sağ kendilerini halk egemenliğinin ve halkların kendi kaderini tayin hakkının savunucuları olarak sunabilir. Ayrıca ulusötesi sermayenin tahribatına karşı hayali bir mücadele sahneleyebilirler. Bu düşünürler için sömürgecilikten arındırmak, bir tür kapitalizmi diğerinden ayırmak anlamına geliyor ki bu da aşırı sağ düşüncede yerleşik bir prosedür. Küreselci, köksüz, asalak, finansal kapitalizm (şimdi sömürgeci olarak hayal ediliyor) ırksal, ulusal, endüstriyel kapitalizmden (kendi kaderini tayin eden, hatta sömürgecilikten arındırılmış olarak hayal ediliyor) ayrılır. Böyle bir ayrımın hayali olduğunu söylemeye gerek yok: küresel sermaye birikim sistemleri, iç içe geçmiş gayri maddi spekülasyon ve dünyevi çıkarım süreçleriyle bu şekilde ayrıştırılamaz. Fakat ayrılmaz olanı ayırmak gerici düşünce için bir sorun teşkil etmiyor gibi görünüyor. Aslında, bu onun için hayati önemde olabilir. Çünkü bir kez hayali bir çatışkı [antinomy] inşa edildiğinde, kişi bunun nefret edilen tarafını reddedebilir ve bu şekilde kendi parçalanmış iç dünyası üzerinde hakimiyet kazanmış gibi görünebilir.

Çok Okunanlar

Exit mobile version