Yunanistan ile ilişkilerimizde bir uçtan diğerine gidip geliriz. Önce gerginlik olur, sonra tırmanma yaşanır ve ardından hızlı bir ‘yumuşama’ dönemi başlar. İlk aklıma gelen örnek 1999 yılının şubat ayında Öcalan’ın Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliğinin rezidansından çıkarken yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi sonrasında yaşananlar oldu. Öncesinde Türkiye-Yunanistan ilişkileri oldukça gergin ve sınamalı dönemlerden geçmişti. Yunanistan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile birlikte onlarca yıl boyunca Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen PKK’ya destek vermekten vaz geçmemiş; o yıllarda PKK’yı üzerimize süren Suriye ile yakın ilişkiler geliştirerek Türkiye karşıtı bir bölgesel ittifak oluşturmaya çalışmıştı.
İKİ BUÇUK SAVAŞ SENARYOSU VE AB ALDATMACASI
İki Buçuk Savaş olarak da adlandırılan o senaryoya göre Ege’de Yunanistan’la yaşadığımız krizlerden birisi sıcak savaşa dönüşürse Hafız Esat liderliğindeki Suriye de Türkiye’ye karşı harekete geçecek, Yunan uçakları Suriye topraklarını da kullanarak hava üslerimize taarruzda bulunacak ve PKK ‘buçuk’ cephe açacaktı. NATO üyesi bir Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı o yıllarda Suriye ile işbirliği yapabilmesi kabul edilemez bir durumdu; ama Atina’nın bundan dolayı Amerika’dan veya genel olarak Batı’dan fazlaca bir fırça yediğine şahit olmamıştık. Sonuçta Türkiye önce PKK’yı askeri olarak etkisiz hale getirip (1995-97) ardından Şam yönetimine karşı başlattığı askeri-diplomatik krizde başarılı olup Suriye’yi Türkiye karşıtı politikalarından vazgeçmeye zorlayınca Atina için çanlar çalmaya başlamıştı. İki Buçuk Savaş’ın bir buçuk cephesi çökertilmiş ve Yunanistan Türkiye karşısında tek başına kalmıştı. Üstelik Suriye’den çıkarılan Öcalan’ın, Rusya ve Avrupa’da yaptığı turların ardından Yunanistan’ın Kenya Büyükelçilik rezidansından çıkarken yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi Atina’da siyasi bir deprem yaratmış ve Batılı başkentlerin de eleştirilerine maruz kalmıştı. O günlerde Amerika’nın önde gelen gazeteleri bile Atina’nın açıkça teröre destek veriyor olmasının kabul edilemez olduğunu yazarken Ankara’daki üst düzey Amerikan büyükelçilik diplomatlarının ‘o yazıların çıkmasında bizim büyükelçiliğin büyük payı oldu’ dediklerini bugün gibi hatırlarım.
Yunanistan’ın kendisini savunmakta epeyce zorlandığı o günlerde Türkiye’nin önüne atılan zoka AB havucuydu. Olmayacağı biline biline AB üyeliği sanki mümkünmüş gibi başlatılan o süreç 1999 ortalarından itibaren Türkiye’nin bütün dış politikasını ipotek altına almış ve on yılı aşkın bir süreyle bütün dış politika çıkarlarımız hoyratça tartışmaya açılmıştı. O zaman da süreci hızlandırmak için medyada ve diplomatik çevrelerde 1999 yılında önce Türkiye’de bir süre sonra da Atina’da meydana gelen depremler kullanılmış ve kamuoyu önünde yardımlaşma duyguları, iyi komşuluk, benzerliklerimiz vs. gibi her ne varsa öne çıkarılmıştı. Bu sayede Öcalan’ın yakalanmasından (Şubat 1999) hemen sonra başlatılan ve henüz Körfez depremi (17 Ağustos) olmadan aylarca önce Türkiye AB’nin yumruk menziline alındığı için Yunanistan’ın teröre destek verirken suçüstü yakalandığı gerçeği de çoktan unutulup gitmiş hatta Yunanistan ve o zamanki dışişleri bakanı (sonradan başbakan da oldu) Yorğos Papandreu Ankara’ya AB konusunu öğretecek öğretmen gibi sunulmuştu. O yıllarda Türk medyası olmaktan ziyade Türkçe yayın yapan medya olarak adlandırdığım basın ve televizyonlar Yunanistan’ın bu suçlarının unutulmasında büyük rol oynamışlardı.
Oysa Yunanistan’ın tavırlarında ne barışçılık ne de uzlaşma vardı. Sanki Türkiye’yi büyük bir savaşta yenilgiye uğratmış ve her karış toprağını işgal etmiş bir devletmiş gibi isteklerinin tamamını AB belgeleri yoluyla Ankara’ya dikte ettirmeye çalışıyordu ve bunu da başarmıştı. Türkiye bu süreçte resmen kandırılmış/aldatılmış oldu. Kıbrıs Rum tarafının AB’ye üyelik süreci kolaylaştırılmış, o güne kadar Ankara’nın izlediği, Rum tarafının AB’ye tek taraflı olarak alınması halinde KKTC ile birleşme politikası çöpe atılmış ama bu sürecin sonunda sadece ve sadece Türkiye’nin AB’ye alınmayacağı gerçeği ile yüzleşmiştik. Bu gerçekle yüzleşmek için Türkiye’nin bütün dış politika çıkarlarının değersizleştirilmesine ve Kıbrıs gibi milli davalarının ayaklar altına alınmasına hiç gerek yoktu; çünkü bu gerçek gün gibi ortadaydı.
AYNI HATAYA MI DÜŞÜYORUZ?
Bugün de aynı hataya düştüğümüz söylenebilir; çünkü bir yandan AB, Türkiye ilişkilerini yükseltmek/ilerletmek ister gibi davranıyor ve bunun için Yunan-Rum tarafının tezlerini kullanıyor; öte yandan da Atina şubat ayında meydana gelen deprem ve sonrasında yakınlaşmak için çok istekli görünüyor. Peki neden?
Bu soruların cevaplarını genel hatlarıyla doğru tespit edersek yeni başlayan veya başlayacak olan Ankara-Atina yakınlaşmasında var olan veya ortaya çıkacak riskleri daha iyi tespit edebiliriz. Öyle görünüyor ki, Mitsotakis hükümetinin şubat depremleri sonrasında uzlaşmacı gibi görünmeye çalışmasının sebebi Türkiye’nin 2020 yılının sonlarında başlattığı dış politika gözden geçirme süreciyle doğrudan ilgilidir. Yaklaşık on iki yıl boyunca kendi bölgesinde izlediği ideolojik karakterli dış politika ile hemen hemen bütün devletleri kendisine düşman eden Türkiye böyle bir siyasetin sürdürülemez olduğunu epeyce maddi ve manevi kayıp sonrası anlayarak 2020 sonlarında dış politikasını gözden geçirmek zorunda kalmış ve doğru yapmıştı. Önce BAE ve Suudi Arabistan ile başlayan toparlanma süreci Mısır ile ilişkilerin normalleşmesi ile devam etmiş ve bu arada İsrail ile de normalleşme sağlanmıştı. Rusya ile ilişkiler ise olağanüstü bir iyileşme dönemine girmiş; özellikle Ukrayna savaşının başlamasıyla birlikte Moskova’nın Ankara ile ilişkileri ivme kazanırken Atina ve Kıbrıs Rumları ile arasındaki bağların neredeyse tamamı kopmuştu. Üstelik bu arada 2020 yılının eylül sonlarında başlattığı özel askeri operasyon ile Azerbaycan 1990’lı yılların başlarında Ermenistan’a kaptırdığı toprakları geri almayı başarmıştı. Yani Türkiye’nin gücünün hızla yükseldiği bir döneme girilmişti.
Türkiye’nin herkesle (Mısır, İsrail, BAE, Suudi Arabistan, Suriye, Rusya ve Fransa) kavgalı olduğu dönem Yunanistan’a Ege’de askeri olarak şansını deneyebileceği heyecanını bile vermişti. Mısır ve İsrail ile adeta askeri müttefik haline gelen Yunanistan aynı zamanda Suudi Arabistan ve BAE’den de askeri destek alabileceğini ümit ediyordu. Üstelik bunlar boş ümitler de değildi. Söz konusu ülkeler Yunanistan’ın Mısır ve İsrail ile yaptığı askeri tatbikatlara F-15 uçakları göndererek katılmaya başlamışlar; buna karşılık Fransa Yunanistan’a Rafale uçakları satmaya başlamıştı. Kısacası her şey Yunanistan için iyi giderken Ankara’nın 2020 sonlarında başlattığı ve Suriye ayağı eksik kalmakla birlikte komşularla ilişkileri toparlama ve Yunanistan’la askeri işbirliği yapanları Atina’nın yanından uzaklaştırma politikası sonuç vermişti. Hatta Azerbaycan’ın ve Rusya’nın bile KKTC’yi tanıması veya tanımaya yönelik adımlar atmasının adeta önü açılmaktaydı. Böyle bir bölgesel yalnızlaşma ortamı Atina için kabus demekti ve Yunan hükümeti tıpkı 1999 şubat sonrasında yaptığı gibi AB yumruk menzili içerisinde Ankara ile ilişkileri ‘düzeltmek’ mecburiyetinde kalmıştı. Ve şubat depremi bunun için kullanıldı.
ÖNERİLER
Yunanistan ile sorunlar mevcut şartlarda çözülmez. Yunan politik kültürü bunun önündeki temel engeldir. Kendi başına Türkiye ile mücadele edemeyeceğini bilir; ancak Batı dünyasının bir şekilde ya kandırarak ya da bileğini bükerek Türkiye’nin elinden Kıbrıs’ı alıp Yunanistan’a vereceğini düşünür. Ege’de Yunan milli amaçlarını büyük ölçüde elde edeceğini bekler. Başta Amerika ve AB olmak üzere Kolektif Batı’nın gücünün dengelenmekte olduğu çok kutuplu dünya düzeni Yunanistan için bir kabus senaryosudur. Dolayısıyla Yunanistan’la ancak ve ancak sorunlara rağmen ortalama ilişkiler yürütülebilir ve çok kutupluluk bu açıdan Türkiye’nin lehine sonuçlar verecektir.
AB süreci Türkiye için tam bir felaket olur. Mevcut müktesebat ile bu sürecin ilerleyebileceğini düşünmek aşırı iyimserlik ve hatta kötü niyettir; çünkü mevcut çerçeve Türkiye’yi AB üyesi yapmamak; ama olacakmış gibi heveslendirerek başta Kıbrıs, Ege, Ermeni soykırım iftiraları ve PKK bağlantılı konularda Türkiye’den istediklerini almak üzere özel olarak tasarlanmıştır. Kısacası zehirli unsurlarla doludur. Daha önce de defalarca denendiği gibi bu müktesebat Türkiye’yi AB ile müzakere eden bir ülke olarak göstermek suretiyle Türkiye’ye Batı’dan yatırım gelmesini sağlamaya da katkıda bulunmaz. Tam tersine sık sık kriz çıkmasına neden olarak böyle bir ihtimali baltalar.
Yunanistan’ın Türkiye’yi AB’nin yumruk menziline almaya çalışması onun elindeki en büyük stratejik kozudur. Sonuç vermeyen/vermeyecek bu politikaya takılmamak ise Türkiye’nin elinde Yunanistan’a karşı kullanacağı bir kozudur ve çok kutuplu bir dünyada üstelik Yunanistan’ı bölgede yalnızlaştırmışken böyle bir AB politikasını tekrardan kabullenmek büyük hata olur. Öte yandan Türkiye’nin savunma sanayi atılımlarını tamamlamak için zamana ihtiyacı olabilir; ama o zamanı çok kutuplu dünyada elde ettiği/edeceği avantajları elinden çıkarmak için kullanması doğru olmaz. Örneğin şimdi imzaladığımız ve ‘lafzına ve ruhuna uygun hareket etmeyi taahhüt ettiğimiz’ Geliştirilmiş Eylem Planı yüzünden Kıbrıs’ta iki devletli çözümden vazgeçersek çok yanlış olur. Yunanistan’ı Batı ile ilişkilerimizin toparlanmasında temel bir aktör gibi görürsek daha da büyük bir hata olur ve Yunanistan’a büyük paye vermiş oluruz. AB’nin üçüncü sınıf bir ülkesinin bizi AB üyeliğine taşıması mümkün değildir. Veya İsrail ve İsrail lobisini karşımıza alırken Amerika ile aramızdaki sorunları – F16 satışı vs.- Yunanistan üzerinden çözeceğimizi düşünmek oldukça çelişkili olabilir. Kısacası Yunanistan’ı düştüğü yalnızlıktan çıkarmak ve AB cenderesine Türkiye’yi sokmak ciddi yanlışları beraberinde getirebilir. Amaç zaman kazanmak ise bunu, bir yandan söz konusu risklere dikkat ederek ve çok kutuplu dünyanın gerçeklerine uygun politikalarla (örneğin Suriye ile uzlaşmak) elde etmek mümkün olabilir. Aksi takdirde, benim oğlum bina dokur, döner döner yine okur nokatasına gelebiliriz.