GÖRÜŞ

Yunanistan’la deprem diplomasisi, ama nasıl?

Yayınlanma

Yaşadığımız büyük felaket sırasında Yunanistan’ın hemen kurtarma ekipleri ve insani yardım göndermesi her türlü takdirin ötesindedir. Yunanistan dışişleri bakanı Dendias’ın bölgeye giderek taziyelerde bulunması ve Yunan basınının sorumlu bir yayıncılık politikası izleyerek iki ülke arasında son aylarda epeyce yükselmiş olan tansiyonun hızla düşmesine katkıda bulunmasının ayrıca sevindirici bir gelişme olduğuna hiç şüphe yok. Başta Yunanistan Başbakanı Kiryakos Mitsotakis olmak üzere Yunan yetkililerin açıklamalarındaki iyi komşuluk, yardımlaşma ve dayanışma mesajları Atina’nın tavrında önemli bir değişikliğe işaret ediyor ki, Başbakan Mitsotakis bunu gayet açık bir şekilde ifade etti.

1999 DEPREM DİPLOMASİSİ TECRÜBELERİ

Bütün bunlardan Yunanistan tarafının yeni bir deprem diplomasisi veya sismik diplomasi beklentisi içerisinde olduğunu çıkarmak mümkün. Daha önce 1999 yılında Türkiye’de yaşanan Körfez Depremi ve ardından Atina’da meydana gelen deprem sırasında iki ülkenin birbirlerinin yardımına koşmasının ardından da bir dostluk ve yardımlaşma havası ortaya çıkmış ve iki ülke arasındaki sorunların önce yönetilebilir hale getirilmesi ve ardından da çözüm yolları bulunabilmesi için gayret gösterilmesi gerektiği kanaati hasıl olmuştu. O zaman başlayan ve maalesef Türkiye-Avrupa Birliği sürecinin içine bocalanan o çabalar Ankara’nın AB üyesi olacakmış gibi bir aldatmayla büyük tavizler vermeye zorlanmasıyla sonuçsuz kaldı; çünkü sürecin kendisi toksikti.

Amacı Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne üye yapmak değil, sanki üye olacakmış gibi Ankara’yı inandırıp/aldatıp özellikle Ege ve Kıbrıs konularında büyük tavizler vermesini sağlamaktı. O yıllarda hükümetin içerde Türkiye’yi değiştirme/dönüştürme çabaları/girişimleri için AB’nin destek ve onayına şiddetle ihtiyaç duyuyor olması da bu süreci Türk dış politikasının önemli konularının değersizleştirilmesi açısından epeyce tehlikeli hale getirmişti. Allah’tan Türkiye somut ve kalıcı kayıplar yaşamadan o sürecin sonu geldi. Bunda Rahmetli Denktaş’ın sıklıkla vurguladığı gibi Rum-Yunan tarafının hırsı ve fanatizmi de etkili oldu. Sonuçta o dönemdeki deprem diplomasisinden pek bir şey çıkmadı; çünkü sorunlar ikili ilişkiler çerçevesinde ve ortak çıkarlar doğrultusunda ele alınmamıştı. Atina AB üyeliğini kullanarak ve diğer üyelerin zevkle suç ortağı olmayı kabul ettikleri o süreçte Türkiye ile arasındaki sorunları AB Müktesebatı ile hiç alakası olmayacak şekilde Türkiye’nin AB’ye girmesi için karşılamak zorunda olduğu kriterler haline getirdi.

Bu yüzden de her Yunan yetkili ağzını açtığında Ege ve Kıbrıs konularında Türkiye’nin hangi yükümlülükler altında olduğunu hatırlatmaktan büyük zevk alır. Yaklaşık iki yıl önce Ankara’da şov yapan Yunan dışişleri bakanı Ege ve Kıbrıs konularında Türkiye’nin neler yapması gerektiğini anlatırken bu AB sürecinde oluşan/oluşturulan kriterlere dikkat çekmekteydi ve kendisi açısından haklı şeyler söylüyordu.

AB SÜRECİ TÜRKİYE’Yİ ÜYE YAPMAYI AMAÇLAMIYORDU

Ankara’da görev yaptığım üniversitelerden birisinde başkentteki büyükelçileri ve Türkiye’yi ziyaret eden üst düzey diplomat ve siyasetçileri konuşma yapmak üzere üniversitemize davet ederdim. Şimdiki Yunanistan Başbakanı Mitsotakis’in ablası Dora Bakoyanni Hanımı da doğrudan Atina’dan gelerek bir konuşma yapması için davet etmiştim. Öğrenciler, öğretim üyeleri ve medya mensuplarının önünde gerçekleşen bu konferanslar serisine 2014 yılının güz döneminde lütfedip katılan, çok iyi eğitimli ve çok cana yakın tavırlarıyla dikkat çeken Bakoyanni Hanım o yıllarda toksik AB sürecinden epeyce uzaklaşmış bir görüntü veren Türkiye’ye ısrarla geri dönmesi çağrısında bulunmuştu. AB üyeliğinin, feci bir mali ve ekonomik kriz içinde debelenen Yunanistan’da bile hiç mi hiç sevimli bir konu olmadığı o dönemde salondaki pek kimseyi söylediklerine ikna edememişti belki; ama ülkesinin dış politika çıkarları doğrultusunda doğru tavsiyelerde bulunmuştu.

Türkiye’nin Kıbrıs’taki haklarından tümüyle vazgeçeceği, Kıbrıs Türk halkını yüzüstü bırakacağı ve Ege’de Yunan tezlerini kabul edeceği beklentilerinin fevkalade yüksek olduğu o dönemde AB ülkelerinin büyükelçilerinden bazılarının benim Financial Times gazetesinde çıkan ‘Türkiye AB Dışında Daha Rahat Olur’ (Turkey would be better off outside the EU) makalesinde ifade ettiğim ve sürecin Türkiye’yi üye yapmak amaçlı olmadığını anlattığım fikir egzersizlerinde ‘doğru söylüyorsunuz çünkü Türkiye’nin AB üyesi ol(a)mayacağını hepimiz biliyoruz; ama Türkiye’yi olacakmış gibi ikna ederek Kıbrıs meselesini çözebileceğimizi düşünüyoruz’ mealindeki konuşmaları hala kulaklarımdadır.

AB SÜRECİNE DÖNÜŞ ZARARLI OLUR

O günler geride kaldı. Tamamen aldatmacaya dayanan AB süreci Türkiye’nin gündeminden çıktı. Öte yandan 2008 yılından itibaren çok sayıda AB ülkesinde yaşanan finansal-ekonomik buhranlar AB’nin cilasını epeyce aşındırdı. Çok kutuplu dünyada AB’nin siyasal bütünleşme işinin büyük ölçüde suya düştüğü konusunda hemen herkes hemfikir. Böyle bir dönemde tekrardan Türkiye-AB üyelik sürecini canlandırmaya çalışarak Yunanistan’ın tepemizde boza pişirmesine fırsat vermek hiç de akıllıca olmaz.

Unutmayalım ki, Yunanistan bugünlerde depremle ortaya çıkan yardımlaşma duygularını da kullanarak yeni bir Türkiye-AB sürecinin başlamasını boşuna istemez. Son aylarda kendilerinin Türkiye’ye karşı Ege’de askeri üstünlük sağlamaları mümkün olabilirmiş gibi gerginliği artırıp Ankara’nın misliyle karşılık vermesi üzerine yükselen gerginliği azaltmaya ihtiyaçları var; çünkü çok kutuplu bir dünyada NATO veya Amerika’nın bir Türk-Yunan çatışmasını son dakikada bile olsa durduracağının garantisi artık yok veya eskiye oranla çok az. Oysa Yunanistan yıllar boyunca NATO üyeliği ve Amerika’nın bir Türk-Yunan savaşının çıkmasına izin vermeyeceği varsayımını kendi politik duruşunu desteklemek için tepe tepe kullandı.

Ağızlara sakız olmuş bir söz vardır: NATO Sovyetler Birliği’nin dağılmasını sağladı ve bir Türk-Yunan savaşının çıkmasını önledi. Doğrudur; çünkü tarihi ve stratejik bir perspektiften bakacak olursak, örneğin iki kutupluluğun ve NATO-Varşova Paktı askeri rekabetinin olmadığı çok kutuplu bir dünya düzeninde Atina Ankara’ya karşı bu denli diklenebilir miydi? Çatışma risklerinin yükseldiği bir dönemde ikili müzakereler yoluyla sorunları çözme konusunda çok daha istekli olurdu. İki savaş arası dönem kabaca buna güzel bir örnektir. Kısacası NATO/Amerika bir Türk-Yunan savaşının çıkmasını gerçekten engellemiş; ancak buna güvenen Yunanistan’ın aşırı taleplerle sürdürdüğü politikaları ve Türkiye’ye karşı kullandığı AB havucu yüzünden iki ülke arasındaki sorunlar adeta çözülemez hale gelmiştir. Atina, Soğuk Savaş sonrasında AB’nin Doğu Avrupa’ya genişleme kararlılığını Kıbrıs Rum tarafının ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adıyla ve adanın tümünü temsilen AB üyelik başvurusu değerlendirilmezse veto etme tehdidine Türkiye NATO içerisinden karşılıklar verebilecekken ‘ağır başlı ve sorumlu davranmak’ adına bu fırsatlar heba edilmiştir.

Oysa o günlerde AB Kıbrıs Rum tarafının başvurusunu kabul edince veya etmeye hazırlanırken Türkiye de NATO’ya katılmak isteyen bütün Doğu Avrupa ülkelerinin önce KKTC’yi tanıyıp büyükelçilik açmalarını, aksi takdirde bunların başvurularının işleme konulmasını veto edeceğini söyleyebilirdi. NATO üyeliği gerçekleşmeden bu ülkelerin AB’ye girmesi söz konusu olamayacağından süreç kilitlenir ve sonuçta ya Rumların üyelik başvurusu askıya alınır ya da Türk tarafının tezlerine uygun bir Kıbrıs çözümü gerçekleşebilirdi. Olmadı; çünkü Türkiye hep AB üyelik beklentisiyle uyutuldu. Buna alet olan medya mensuplarının, akademisyenlerin ve diğerlerinin adeta psikolojik harp yöntemleriyle yazıp söylediklerini de aklımızın bir kenarında tutalım.

Şimdilerde Yunanistan’la yeni bir deprem diplomasisi süreci hiç de fena olmaz; ancak bunun Türkiye-AB süreci içine monte edilmesi büyük sorunlara yol açar. Böylece AB’nin yumruk menzili içerisine alınacak bir Türkiye’ye herkes birkaç yumruk vurmaya gelir. Ne Ege’deki haklı tezlerimizi savunabiliriz ne de Kıbrıs’ta iki devletli çözümü. İsveç bu süreçten çok memnun kalır; çünkü AB sürecimizi bloke edeceğini söyleyerek NATO’ya katılım anlaşmasını onaylamamızı şart koşar. Fransa Ermeni soykırım iftiralarını kabul etmemiz için baskı yapar ve Azerbaycan’ın ezici üstünlüğüyle sona eren savaşın siyasi sonuçlarının elde edilmesini engellemek için elinden geleni yapar. Suriye ile uzlaşma sürecimizi durdurmaya zorlarlar ve ülkemizi bir sığınmacı ve illegal göçmen cennetine çevirirler. Daha önceki deprem/sismik diplomasi Yunanistan’ın terör örgütü PKK’ya destek verirken nasıl suçüstü yakalandığını bir anda unutturuvermişti. Bu defa da Türkiye’nin çok kutuplu dünyada orta büyüklükte ve birden fazla bölgede güç yansıtma kabiliyetine sahip bir ülke olarak elde edeceği fırsatların hepsi AB’nin çöplüğünde heba olur.

Bunlara gerek olmadığı ortada. Yunanistan ve Rumlara çok kutuplu dünyada Türkiye’ye karşı düşmanca politikalar izlemelerinin kendi çıkarlarına olmayacağını, Kıbrıs’ta iki devletli çözümün Rumların çıkaracağı doğal gaz ve petrolün Türkiye üzerinden ihracının mümkün olduğunu, Ege’de sınırların tam olarak belirlenmesinin Atina’nın gelecek planları açısından nasıl olumlu sonuçlar doğuracağını, hidrokarbon rezervlerinin ortak işletilmesinden turizmde ve pek çok başka alanda iş birliği yapmanın faydalarına dikkat çekmek lazım. AB cenderesine girersek bunların hiç birisini telaffuz bile demeyiz.

Çok Okunanlar

Exit mobile version