Dr. Serhat Süha Çubukçuoğlu, Kıdemli Araştırmacı, Trends Research & Advisory
6 Şubat 2023 depremlerinden sonra Türkiye ve Yunanistan arasında esmeye başlayan ılımlı hava karşılıklı ziyaretler ve güven artırıcı önlemlerle belli bir mesafe kat etse de ara sıra Atina’dan gelen sert söylemler sürecin kırılganlığına ve görünenin aksine anlaşmazlık yaşanan konularda pek de kolay uzlaşma yolu bulunamayacağına işaret ediyor. Özellikle bu konularda sesini hep üst tondan duyduğumuz Yunan Savunma Bakanı Nikos Dendias şahin kanada yakın bir isim olarak Türkiye’nin iyi niyet ve kararlılıkla sürdürdüğü “sorunları birlikte ele alma” iradesini açıkça baltalamaya çalışmakta. Türkiye’yi saldırgan ve hukuk-tanımaz bir haydut devlet olarak lanse etmeye gayret gösterip Yunanistan’ı ise “kural temelli dünya düzenine bağlı”, uysal ama mağdur bir uç karakol, hukuka saygılı bir ülke şeklinde konumlandırma gayreti içinde.
23 Şubat 2024’te To Vima gazetesinde çıkan ve Yunanistan’da bile şaşkınlık yaratan habere göre Dendias “Ege’de 3 milin ötesindeki her şeyin Yunanistan’a ait olduğunu” iddia etti. Yine basına yansıdığı kadarıyla, Dendias 16 Nisan 2024’te “Yunanistan’ın çıkarları gerektirdiğinde karasularımızı 12 mile çıkaracağız” şeklinde bir demeçte bulundu. Bu açıklamaları 15-17 Nisan 2024 tarihlerinde Atina’da düzenlenen “Okyanusumuz” konferansında Yunanistan’ın Ege ve İyon denizlerinde iki deniz parkı ilan etme niyetini deklare etmesi takip etti. Gri bölgeler olarak da bilinen Ege’de Aidiyeti Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkları (EGAAYDAK) da kapsayan bu milli parklardan birisi deniz canlılarını ve doğayı koruma kılıfı altında Ege’de fiili olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilanına giden bir adım olma niteliği taşıyor. Zira Yunanistan’ın taraf olduğu 1983 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (UNCLOS) 56. Madde, 1 Fıkra, (b) bendi MEB sahibi olan ilgili ülkeye deniz habitatının korunmasıyla muhafaza edilmesi yetki ve sorumluluğunu veriyor. Türk Dışişlerinden sert tepki gören bu adımıyla Yunanistan “denizlerin temizliği, canlıların korunması ve tabiatın muhafaza edilmesi yetkisi fiiliyatta bende olduğuna göre hukuken MEB de bende” diyebileceği bir pozisyona gelmenin ön zeminini hazırlıyor.
Yunanistan’ın bu tavrına karşı Türkiye’nin tutumu ne?
Yunanistan’dan gelen bu sert tavra karşılık mevcut ılımlı havayı olabildiğince sürdürmek adına Türkiye’den resmi adım gelmemesi bir yana 2023’e kadar Ege’de yapılagelen uçuşların askıya alındığı, Mavi Vatan tatbikatlarının iptal edildiği/isminin değiştirildiği ve Doğu Akdeniz’deki sismik arama-sondaj faaliyetlerinin sonlandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. 2019’da Libya’yla imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının kadük kalma riski mevcut. Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı karşı anlaşmadan sonra TPAO’nun ilgili alanda sismik arama izni talep etmesine rağmen bu doğrultuda Ankara’dan gelmiş bir adım yok. Her ne kadar Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Ercüment Tatlıoğlu Aralık 2023’te “Son yıllarda Mavi Vatan’a girmeye çalışan 35 yabancı gemiyi engelledik, bizi savaşın eşiğine getiren engellemeler yaptık” şeklinde bir açıklama yapmış olsa da Türkiye ilgili sahayı fiilen kullanmadığı, orada sismik-sondaj gemisiyle bayrak gösterip ekonomik kaynaklarına sahip çıkmadığı sürece buradaki egemenliğini zımnen tartışmaya açmış olmakta, ileride olası bir müzakere masasında bu hakkını pazarlık kozu olarak tutup şartlar gerektirirse vazgeçebileceği sinyalini vermektedir.
Realist bakış açısına göre uluslararası sistemde belirleyici faktör “güç”tür. Eğer gücünüzü iyi değerlendirmez, milli çıkarlarınızın tehdit altında olduğu durumda karşı tarafa “yatıştırma” (appeasement) siyaseti uygular ve alttan alırsanız ileride ağır bir bedel ödemek durumunda kalabilirsiniz. Tarih bunun acı örnekleriyle doludur: 19. yy’da İngiltere’nin ABD’ye karşı tavrını, Osmanlı’nın Balkan Savaşları öncesindeki durumunu ve II. Dünya Savaşı’na giden süreci bunların arasında sayabiliriz. Türkiye’nin hukuki argümanlar ve uluslararası normlar üzerinden yürüttüğü diplomatik süreci mutlaka güç unsurlarıyla desteklemesi, yeri geldiğinde karşı hamle yapması, en azından Yunan tarafından gelen tahrikkâr söylemlere karşı haklı duruşumuzu teyit etmesi, kafa karışıklığına sebebiyet verecek ikircikli tutumlardan kaçınması önem arz etmektedir. Türkiye gerek savunma sanayi ve platform altyapısını güçlendirmek gerekse enerjide dışa bağımlılığı azaltıp ekonomisini rayına oturtmak için zaman kazanmak istiyor olabilir, ama uluslararası ilişkiler boşluk kabul etmez. Sizin iyi niyetli yaklaşımınızı karşı taraf zafiyet olarak değerlendirip ön alıcı hamlelerde bulunabilir.
Resmî açıklamalar dışında bu konu üzerine Türk medyasında da zaman zaman yorumlara rastlıyoruz, ancak bunlar belli bir stratejik vizyonun parçası olmaktan ziyade tepkisel, gündelik, bazen de iç siyasete dönük mahiyette tezahür ediyor. Türkiye’nin başta ekonomi olmak üzere birçok sorunla boğuştuğu ve Yunanistan’ın gündemde çok alt sıralarda yer aldığı gerçeğinden hareketle, yaşanan gerilimi “havuz meselesi” şeklinde küçümseyen yorumlar de görüyoruz, Türkiye’nin önceliğinin Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu’da petrol aramak olduğunu belirten, Akdeniz’in sözünü dahi etmeyen açıklamalara da şahit oluyoruz. Bunların dışında dikkat çeken bir başka görüş de geçtiğimiz günlerde Harici’nin YouTube kanalına demeç veren Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu’dan geldi. Sayın Kibaroğlu, Genelkurmay Eski Başkanı Em. Org. (merhum) Necip Torumtay’la yaptığı bir konuşmaya atfen “Eğer Yunanistan Ege’de bir adım atarsa karşılığını Kıbrıs’ta bulur. Bizim ikinci vuruş yeteneğimiz Kıbrıs’tır” şeklinde görüş bildirdi. Bu tespite göre Yunanistan eğer coğrafi olarak kendini avantajlı gördüğü Ege’de bir genişlemeye gider, karasularını 6 milin üstüne çıkartır ya da MEB ilan eder, bu durum da çatışmaya evrilirse Türkiye KKTC’de bulunan barış gücüyle ileri harekâta geçerek adanın güney kısmını da kontrol altına alabilir.
Sayın Kibaroğlu’nun aktardığı görüşü günün koşulları içinde değerlendirirsek sağlam ve güvenilir olduğu kadar tartışmaya açık taraflarının da olduğunu görebiliriz. Yunanistan ileride girişmeyi tasarladığı 12 mil/MEB gibi hamlelerin hukuki olduğu kadar fiili altyapısını da hazırlamakla meşgul oladursun, Türkiye’nin buna vere(bile)ceği orantılılık ölçüsünde yanıtlar neler olabilir? Olası bir durumda 6 ile 12 mil arasındaki bölgeye askeri gemi göndermek/tatbikat yapmak, ya da balıkçı teknelerini gönderip avlanmak ilk adım olabilir. Lozan ve Paris Barış Antlaşmalarına göre askerden arındırılmış statüdeki Doğu Ege ve Menteşe Adaları (On İki Ada) bölgesini ablukaya almak, Türk hava sahasını Yunan havayollarına / boğazları Yunan bayraklı gemilere kapatmak, EGAAYDAK statüsünde ve fiilen Yunan işgalinde olan adacıkları boşaltması için Atina’ya ültimatom vermek, hatta bazılarına asker çıkarmak olabilir. Bütün bunlar uluslararası hukuka uygun “zorlayıcı diplomasi” adımlarıdır. Ancak olası bir çatışmada Ege’ye karşı yanıtı doğrudan Kıbrıs üzerinden vermek Türkiye’ye faydadan çok zarar getirebilir. Kaldı ki Yunanistan Doğu Ege ve Menteşe Adalarını antlaşmalara aykırı olarak silahlandırmasına bir gerekçe olarak Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesini ve kendi adalarının da benzer bir tehdit altında olduğu savını ileri sürmektedir. “Ege’de bir hamleye karşı Kıbrıs’ın tamamını alırız” demek ve iki konuyu bu şekilde birbirine bağlamak, hele de bunu kamuoyu önünde açıklamak Yunanistan’ın “Türkiye’den gelen tehdit” tezine istemeyerek de olsa destek vermek ve ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Öte yandan Sayın Kibaroğlu’na göre Yunanistan zaten Türkiye’nin böyle bir cevap vereceğini bildiği ve “Helenizmin Kıbrıs’ın tamamını kaybetmesi ihtimalini kabul edemeyeceği” için Ege’de bir harekete girişmeyecektir. Buradan “Kıbrıs’taki Türk askeri varlığı Yunanistan için o kadar büyük caydırıcı bir unsurdur ki oradaki olası bir kaybı Ege’deki olası kazançlarını nötralize edebilecek boyuttadır” şeklinde bir çıkarım yapabiliriz.
Atina açısından bakarsak bu denklemin tam da böyle görünmediği kanaatindeyim. Bir kere uluslararası sistem ve dünyadaki güçler dengesi bakımından Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtını yaptığı 1974 yılından çok farklı bir yapı mevcut. İki kutuplu soğuk savaş döneminde o zamanın “Kıbrıs Cumhurbaşkanı” Makarios bağlantısızlar hareketi üzerinden Sovyetlere fazla yanaştığı için zaten bir süredir ABD’nin hedefindeydi (CIA’in suikast teşebbüslerini atlatamasa darbeyle devrilmesine bile gerek kalmayacaktı). ABD’nin dümen suyuna girmeyi reddettiği için Atina’daki Yunan cuntası eliyle 15 Temmuz 1974’te devrilerek yerine geçici olarak Nikos Sampson getirildi. Türkiye de hukuki haklarına dayanarak ve o aradaki otorite boşluğunu fırsat bilerek 20 Temmuz günü adaya operasyon başlattı. Bu birinci operasyona Watergate skandalı ile çalkalanan Washington yönetimi günün şartları gereği kısmen göz yumdu. ABD aslında kendince bir taşla üç kuş vurmuş oldu: Türkiye ve Yunanistan vasıtasıyla Makarios’a bir ders verdi, adada olası bir Sovyet üslenmesinin önüne geçti ve İsrail’in güvenliğini tahkim etti. Kısaca, Türkiye’nin harekâtına o dönemki jeopolitik dengeler gereği bir sempati vardı. Yunanistan’sa “saldırgan” ülke konumundaydı. Ama Rumların Kıbrıslı Türklere yaptığı katliamlar ve askeri zaruret gereği iş ikinci harekâta kalınca ABD başta olmak üzere bütün Batı dünyası baştaki ılımlı tutumunu bırakarak tamamen Türkiye aleyhine döndü, bizi haksız yere “işgalci” olarak niteledi – bu tavır halen de devam ediyor.
Bugünse özellikle Batı dünyasında bambaşka bir Türkiye ve Yunanistan algısı mevcut. 2004’te AB’ye üye olmuş sözde bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” var. AB, sevelim ya da sevmeyelim, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı – ihracatımızın %50si oraya gidiyor. Öte yandan AB üyelik perspektifimiz fiiliyatta çoktan kapanmış durumda. Yunanistan’sa AB üyeliğinin yanında adeta ABD’nin de 51. eyaleti gibi bir ileri üsse dönüşmüş halde. ABD yakın zaman önce Rumlara yönelik silah ambargosunu tümüyle kaldırdı. Keza Gazze savaşından beri ilişkilerimizin askıda olduğu İsrail de Güney Kıbrıs ve Yunanistan’a gelişmiş hava savunma sistemleri satıyor. 2016’dan beri Güney Kıbrıs-Yunanistan-İsrail ve Mısır arasında önce dörtlü ardından ABD ve Fransa’nın da katılımıyla beşli-altılı tatbikatlar yapılıyor, ismen zikredilmese de hedef ülke olarak Türkiye üzerine senaryolar oynanıyor. Kıbrıs’ta aktif vaziyetteki Dikelya ve Ağrotur üsleri gelişmiş istihbarat altyapısı sayesinde İngiltere’ye bütün Ortadoğu’yu dinleme/izleme imkânı sunuyor. İran’ın İsrail’e karşı yaptığı füze ve drone saldırısına karşılık veren Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş uçaklarının bir kısmının bu üslerden havalandığı hatırlatalım.
Türkiye’nin Kıbrıs kozu ne kadar geçerli?
Türkiye askeri olarak elbette çok güçlü. Güney Kıbrıs’taki Yunan Alayı ve hatta Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) savaş deneyimi de olan Türk ordusuyla kıyaslanamayacak derecede küçük ve zayıf. Keza Yunanistan’ın olası bir savaşta Kıbrıs’ı lojistik-askerî açıdan takviye etmesi çok zor, bunun örneği 1974’te de görüldü. Türkiye Kıbrıs’ta durum üstünlüğünü elinde bulundursa da bütün bu verilerin ışığında Ege’de Yunanistan’la yaşaması olası bir çatışmada cepheyi Kıbrıs’a doğru genişleterek Güney’i kontrol altına alması AB, İngiltere, ABD ve İsrail’de büyük tepkiyle karşılanacak, askeri olmasa bile ekonomik olarak Türkiye’nin tecrit edilmesine, bir nevi “İranlaştırılmasına” bahane teşkil edecektir. Güney’in alınması demek Türkiye’nin İngiltere’yle (karadan) ve İsrail’le (denizden) komşu olması, ada çevresindeki bütün kaynaklara sahip olması demektir. Bu ülkelerin böyle bir jeopolitik depremi kabul edeceklerini peşinen varsaymak uygun bir yaklaşım tarzı değildir. Türkiye’nin ekonomik gücü, doğal kaynakları, askeri kapasitesi ve uluslararası sistemdeki etki yarıçapı bugün böyle bir baskıyı kaldırabilecek konumda değildir. Bir gün o güce inşallah ulaşırız, o noktada direnebilecek kararlılığı sergileyip her şeyi göze alarak Libya anlaşması örneğinde olduğu gibi bir baskınla Yunanistan’dan bile önce Ege ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan sınırları içinde MEB’imizi de ilan ederiz. Bu güce erişebilmek için, ABD hegemonyasının zayıfladığı ve çok kutupluluğa evrilen yeni dünya düzeninde Türkiye’nin paydaşlarını çoğaltması, AB üyeliği gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan ve her geçen gün Türkiye’yi daha da yalnızlaştıran bir hedefte enerjisini tüketmek yerine yükselen Asya, Afrika ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirmesi büyük önem arz etmektedir.
Ancak 2020’de AB İrini Misyonu’na bağlı bir Alman firkateyninin Rosalyna-A isimli bir Türk gemisine yaptığı baskına cevap ver(e)meyen, dönemin Alman başbakanı Angela Merkel’in AB yaptırımlarıyla tehdit etmesini müteakip sismik araştırma faaliyetlerine son veren, hatta daha 2019’ta Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtını ABD’den gelen baskıyla yarıda kesen Türkiye’nin Yunanistan’la olası bir çatışmada Güney Kıbrıs’ı alıp bunu elinde tutabileceğini düşünmek bugün için inanılması zor bir senaryodur. Türkiye orayı alsa dahi maruz kalacağı baskı ile kısa sürede geri çekilmeye zorlanacak ve elinde Ege’de kaybettikleriyle kalacaktır. Yunanistan Türkiye’nin Kıbrıs’taki üstünlüğünü Sayın Kibaroğlu’nun da tabiriyle “offset” etmeye yani dengelemeye çalışmaktadır. Kıbrıs çevresinde küresel ve bölgesel güçlerle yaptığı açık ya da gizli anlaşmalarla Türkiye’nin buradaki caydırıcılığını azaltmaya ve el yükseltmeye gayret etmektedir. Buna mukabil, Kıbrıs’taki varlığına dayanarak Türkiye’nin Ege’de Yunanistan’ı dengelediğini varsayması bazı geçerli sebepleri olsa da büyük resme bakıldığında çok sağlam bir argüman gibi görünmemektedir. Türkiye Batı bloğunu bu bölgede dengelemekte zorlandığı müddetçe Yunanistan’ın oldu-bittilerine karşı teyakkuzda olmak durumundadır.
Son kertede, Yunanistan’ı Ege’de maceraya girişmekten caydıracak olan Kıbrıs’taki Türk kara gücü değil, Anadolu’daki deniz ve hava gücüdür. Her şartta Türkiye’nin güçlü bir donanmaya ve hava kuvvetlerine sahip olması gerek Ege gerekse Doğu Akdeniz’de caydırıcılığını sergilemeye devam etmesi ve Yunanistan’a gerginliği arttıracak, moral üstünlüğü ele geçirecek fırsat vermemesi, tutarlı ve uzun vadeli bir politika izlemesi elzemdir. Aksi durum karşı tarafın eline koz verip cesaretlendirmekten başka bir netice yaratmayacaktır.