ABD ile Çin arasındaki gerilim yükselirken, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın yaptığı ‘yeni küresel iktisadi politika’ konuşması bir hayli dikkat çekti. Sullivan özetle, eski neoliberal paradigmanın artık yeterli olmadığını, jeopolitiğin, ulusal çıkarların ve güvenlik kaygılarının ekonomiyi belirleyeceği bir döneme geçtiklerini ilan etti. İçerideki iktisat politikasını dışarıdaki iktisat politikası ile birleştireceklerini kaydeden Sullivan, bu kapsamda müttefiklerini ABD ile yan yana durmaya çağırırken, içeride de partilerüstü bir uzlaşmanın gerektiğini söyledi.
İstanbul Aydın Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, artık ABD’de ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkilerde siyasetin daha belirleyici bir role soyunduğunu vurguluyor. Oğuzlu’ya göre, “Washington Konsensüsü” olarak bilinen neoliberal paradigma ile devam edildiği koşullarda Çin’in kendi yerini alacağını anlayan ABD, ekonomide devletin rolünü daha fazla ön plana çıkaran bir yola giriyor. Çin’e bakışta Amerikan iç siyasetinde bir ortaklaşma olduğunu düşünen Oğuzlu, 2024 başkanlık seçimlerinde koltuğu kimin oturduğundan bağımsız olarak bu çizginin devam edeceğini söylüyor. Oğuzlu, Amerikan müttefiklerinin bu yeni yola itirazlarının olabileceğini belirtiyor, fakat son tahlilde Batı Avrupalıların ABD’nin yanında saf tutacağı görüşünde.
Jake Sullivan’ın konuşması, ABD’nin küresel hegemonyasındaki gerilemeye ilişkin bir süredir dile getirilen düşüncelerin bir yansıması gibi görünüyor. Özetle, neoliberalizm ve küreselleşme, ABD için artık işe yaramamaktadır. Artık iktisadi korumacılık, devlet müdahalesi, jeopolitik gündemdedir. Sizce bu temalar, Biden seçimleri kazansa da kazanmasa da Beyaz Saray’a damga vurmaya devam edecek mi?
Kesinlikle devam edecek. Çünkü bu zaten Trump ile başlayan bir süreçti. Trump’ın Çin karşısında belirlediği korumacı ekonomi politikaları, ticarette aldığı tedbirler, Çin’e karşı adeta bir ticaret savaşı başlatması, Biden’ın da iktidara gelmesi ile birlikte devam ettirildi. Şu anda Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında bir uzlaşma var özellikle Çin konusunda daha sert tedbirlere başvurulması gerektiği hususunda.
Burada önemli olan tespit, ABD’nin Çin’e bakışında güvenlik unsurlarının, jeopolitik unsurların salt ekonomik unsurların önüne geçmeye başlaması, yani ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkileri siyasetin daha fazla belirlemeye başlaması. Tabii dünyanın genelinde böyle bir trend olduğunun farkındayız ama bunun ABD’de bu şekilde dile getirilmiş olması dikkat çekici bir gelişme. Nedeni de şu: ABD çok uzun bir süredir, 1991’den bu yana, neoliberal ekonomik felsefe çerçevesinde, piyasalara fazla müdahale edilmemesi, ürünlerin üretimi ve dağıtımında piyasa aklının her şeyin önünde olması gerektiği kanaatindeydi. ABD bu anlamda küreselleşmenin, özelleştirmenin, serbest piyasa ekonomisinin havarisi gibi davranıyordu ve herkese böyle bir reçete sunuyordu. Ama şimdi ABD’nin kendisi de bu reçetelerin işe yaramadığını görmüş olmalı ki devlete daha fazla ön plana alan; devlet eliyle bir sanayileşmeye, devlet eliyle bir kalkınmaya, devletin stratejik bir akılla ekonomik işleyişe müdahale etmesine meylettiğini görüyoruz.
Jake Sullivan’ın yapmış olduğu konuşmada bu kendini açıkça gösterdi. Sullivan konuşmasında, Ursula von der Leyen’e de referansla, Çin ile batı arasındaki ekonomik ilişkilerde ‘decoupling’ (ayrıştırma, bağı koparma) olmasa bile ‘derisking’, yani risk alanlarının azaltılması gerektiğine vurgu yaptı. Bu ne demek? Yani, ABD’den Çin’e yapılacak ihracat kalemlerinde, Çin’in yüksek teknolojiye erişiminin engellenmesi, Çin’in ABD’den ithal ettiği teknolojilerin ve ürünlerin askeri amaçlarla kullanılmaması için özen gösterilmesi, çok hassas teknoloji içeren ürünlerin mümkünse Çin’e satılmaması ve yurtdışında (özellikle Çin’de) iş yapmakta olan Amerikan şirketlerinin ya Çin’i yavaş yavaş terk etmeye başlayıp ABD’ye geri dönmeleri, ya da üretim süreçlerini diğer ülkelere kaydırmaları bu noktada dile getirilen görüşler. Zaten Sullivan’ın konuşmasından önce de ABD Hazine Bakanı Janet Yellen’ın yaptığı konuşmada da bu tarz bir ekonomi politikası izleneceğini duymuştuk. O konuşmanın devamı niteliğinde bir konuşma bu.
‘Washington Konsensüsü en çok Çin’e yaradı’
ABD Ulusal Güvenlik Danışmanının Beyaz Saray’ın iktisadi siyasetine dair uzun bir konuşma yapması, küresel ekonominin artık ‘güvenlik’ merceğinden değerlendirildiğinin de bir kanıtı olsa gerek. Bu durumda, Amerikan devleti ile daha büyük bir entegrasyona sahip özel sektör gruplarının daha kazançlı çıkacağını söylemek mümkün müdür? Bu soru tersten de sorulabilir: Önümüzdeki süreçte sermaye grupları arasındaki rekabetin artmasını mı beklemeliyiz, yoksa bazı ‘başların ezildiği’ bazılarının ise uzlaşmaya zorlandığı bir tablo mu göreceğiz?
ABD, Çin’in yaptığı gibi yapmayacak. Çin ne yapıyor? Şirketlerin hangi alanlara yatırım yapacağını, kaynaklarını nereye kanalize edeceğini yukarıdan aşağıya devlet aklıyla belirliyor. Çin Komünist Partisi, bütün şirketlerin yönetiminde yer alıyor. ABD’den böyle bir pratik bekleyemezsiniz, onun tabiatına aykırı bir şey bu. Ama şunu bekleyebilirsiniz: Yatırımın ve üretimin Amerikan topraklarında olmasını cazip hale getirmek adına inisiyatif alacak Amerikan hükümeti. Büyük, Çin’de yatırım yapmaya devam eden çokuluslu şirketler belki de şu sonuca varacak: Biz bu yatırımları Çin’de değil de ABD’de veya başka ülkelere kaydırmamız durumunda daha fazla kâr elde edeceğiz. Böyle bir sonuca varmaları lazım. Yoksa, bir devlet aklıyla ABD Apple’a ve diğer şirketlere, tepeden inmeci bir şekilde, artık yatırımlarınızı sona erdiriyorsunuz, eve taşıyorsunuz tarzında davranırsa bu ABD içinde de sıkıntı yaratabilir. Çünkü serbest piyasa ekonomisi Amerikalıların genetiğinde var ve bunun devlet zoruyla geri çevrilmesini çok olası görmüyorum.
Yatırımları cazip kılmak, enflasyonu düşürme yasa tasarısı, Çin’e çip tasarısının yasaklanması yasası, yeşil enerji dönüşümü enerji şirketlerinin ABD’de daha kârlı bir yatırım sürecine girmesi için alınan tedbirler. Bütün bunların temel esprisi bu. Yani, şirketleri Çin’e fazla bel bağlamamalarına ikna etmeye yönelik bir politika. Tabii işin özünde güvenlik ve jeopolitik güç mücadelesi yatıyor. Çünkü ABD böyle yapmazsa, tamamen piyasanın kendi kuralları çerçevesinde hareket etmesi süreci devam ederse ve buna asla müdahale etmezse, yani mevcut düzen devam ederse, Çin burada daha fazla kazançlı çıkacak. Zaten çıkmış. Geçmiş bize, kural temelli, liberal dünya düzeni diye adlandırdığımız, “Washington Konsensüsü” dediğimiz yapının, ABD’den ziyade Çin’e yaradığını göstermiş. Çin bunu istiyor ama ABD artık yeter, bunu gördüm, daha fazla tahammül göstermeyeceğim diyor.
‘Ticaret devleti olan ülkeler, korumacı duvarlar istemiyor’
Sullivan’ın konuşması, ABD’nin müttefiklerine de bir mesaj görünümünde. ABD’nin kendi ortaklarını da ortak bir iktisadi stratejiye sıkı sıkıya bağlamak istediği koşullarda, ABD-Çin rekabetinde taraf olmak istemeyen veya bu rekabetten faydalanmak isteyen ülkeleri ne beklemektedir?
Zaten bu stratejinin en zayıf halkası bu. Çünkü ABD, AB’yi veya Uzak Asya’daki müttefiklerini yanına çekmezse, Çin karşısında tek başına bu tarz bir “Yeni Washington Konsensüsü” çerçevesinde adımlar atmaya devam ederse başarı göstermeyebilir. Bu özellikle AB ülkelerinde çok tartışılan bir mevzu. Son olarak Macron’un Çin gezisinde yapmış olduğu açıklamalarla tekrar gündeme geldi. Artı, AB içerisinde Çin’e bakışta farklılaşma olduğu görülüyor. AB ülkelerinin kendilerinin de ABD’nin bu “Yeni Washington Konsensüsü” tarzındaki politikalarına ne derece sıcak baktıkları tartışılır. Yani korumacı duvarlar çerçevesinde Amerika ekonomisinin kendini korumaya çalışması, benzer korumacı pratikleri de tetikleyecek. Ama Avrupalılar bence bunu istemiyor. Ticaret devleti olan ülkeler, mesela Japonya ve Almanya gibi ülkeler, korumacı duvarlar örülmesini, parçalanmış bir dünya ortaya çıkmasını kesinlikle istemiyorlar.
Dolayısıyla arada kalan ülkelere bu bir fırsat da sunuyor. Onlar da ABD ile Çin arasındaki bu satranç mücadelesini kendi lehlerine yontmanın derdine düşmüş durumdalar. Görüyorsunuz, Ukrayna savaşından sonra yaşanan gelişmeler bile Avrupa’nın tek sesli bir noktaya getirebilmiş değil. Çin konusunda da hiç böyle hissetmiyorlar, çünkü Çin onlar için uzak bir kıta ve her şeyden önce ekonomik bir perspektiften, ortak ekonomik çıkarlar çerçevesinde değerlendirilen bir ülke. ABD’nin jeopolitik ve güvenlikçi bakış açısına çok yakın değiller.
Ama şunu da görüyorum: ABD’nin bu kararlı ve ‘baskıcı’ tutumu, süreç içerisinde, geleneksel müttefikleri yanına doğru çekmeye başladı, AB bile nereden nereye geldi. 2019’dan itibaren her geçen gün Amerika’nın yanına daha çok yaklaşan bir AB var, Çin karşısındaki politikası söz konusu olduğunda.
‘ABD’nin stratejisi Çin’i ikna etmiyor’
Özellikle Almanya’nın altını çizebiliriz herhalde..
Kesinlikle çizebiliriz. Artı, Uzak Asya’da da Güney Kore ve Japonya. ABD’nin ‘sözünden çıkmayan’ ülkeler gibi davranıyorlar. Güvenlik alanında benzer kaygılara sahipler; onlar da Kuzey Kore’den, Çin’den ve Rusya’dan dolayı kendilerini tehdit altında hissediyorlar. Onlar da ekonomik ve güvenlik kapasitelerini iyileştirmeye çalışıyorlar ve bunları ABD ile yakın bir işbirliği içerisinde yapmaya çalışıyorlar. Yani, ABD’nin bu çok kararlı görünen tutumu, ikna etmişe benziyor. Ama şu an için bile çok erken. ABD’nin istediği her şeyi aldığını iddia edemeyiz müttefiklerinden. İşte Macron açık açık söylüyor, bunu da not etmemiz gerekir.
Sullivan’ın konuşmasında sonlara doğru dile getirdiği bir görüş de var. Bir yandan ticaret savaşı yapıyoruz ama bu ABD ile Çin ekonomilerini birbirinden ayırmak istediğimiz anlamına gelmez. Ticaretin hacminde bir artış da var diyor. Yani Sullivan şunun altını çiziyor: Ben tamamen bir ekonomik savaş yapmak istemiyorum Çin’le, ama benim için kritik, stratejik sektörler bağlamında bu korumacılığı yapacağım. Ama ekonomik hayat sadece o sektörlerden ibaret değil. Diğer birçok alanda karşılıklı yatırım ve ticaret devam ediyor.
Burada belki de ABD açısından bir sıkıntı Çin’den kaynaklanabilir. ABD Çin’e şu mesajları veriyor: Hem işbirliği yapacağım, hem rekabet edeceğim, hem de zorda kalırsam çatışacağım. Ama Çin’den bakınca şöyle görünüyor: Sen benimle hem çatışma ve hem inanılmaz bir rekabet içindeyken, benim seninle nasıl işbirliği yapmamı beklersin? Yani Çin daha bütüncül bakıyor. Ya işbirliği yaparız, ticarette sıkıntısız günler yaşarız; ya da sen benim düşmanımsın demek istiyor. Yani ABD’nin bu kompartımanlaştırma stratejisi ikna edici olmayabilir, Çin tarafından samimi görünmeyebilir.
‘ABD de yeni kalkınma projeleri sunuyor’
Herhalde burada Çin ve Rusya dışında Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Şili gibi ülkeler de ön plana çıkıyor. Bir yandan ABD-Çin rekabetinde taraf olmak istemiyorlar, bir yandan da ABD’nin büyük baskıları ile taraf olmaya zorlanacaklar. Bu ülkelerin ABD-Çin geriliminde, ABD’nin yeni iktisadi politikasında nasıl bir rol oynayacakları önem kazanacak.
Kesinlikle. Bence içinde bulunduğumuz çok kutuplu olmaya yakın dünya düzeni, sizin saydığınız ülkelere inanılmaz bir hareket alanı, manevra kabiliyeti kazandırıyor. Türkiye de bu ülkelerden bir tanesi, o da denge siyasetini böyle bir ortamda daha rahat yapabiliyor. Yine, ABD’nin kendi nüfuz bölgesi olarak tanımladığı Kuzey yarım küre, Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde birçok ülkenin birinci ticaret ortağı zaten Çin olmuş. Çin buralarda, ABD’nin burnunun dibinde var. Bu anlamda da bir rekabet içerisinde ABD Çin’le. Sadece Çin ve yakın çevresinde değil.
Böyle bir rekabet ortamında çok katı şartlar dayatan, çok sert bir dil kullanan ve tarafını seç mesajları veren bir küresel dev bence kaybeder. Daha yumuşak, daha ikna edici, köprü kurmaya çalışan bir dil kullanırsa ABD belki başarılı olur. Tabii ABD’nin de bunu gördüğünü zannediyorum. Çin’in Yol ve Kuşak projelerine benzer kalkınma projelerini de dünyaya pazarlamaya başladılar. Birçok ülke uzun süredir bu kalkınma yardımları konusunda Çin’den başka ülke yokmuş gibi düşünüyordu. Halbuki var. Japonya’nın da var, Hindistan’ın da var, Avrupa’nın da var. Global Gateway mesela. ABD’nin de var.
‘ABD içinde Çin konusunda bir konsensüs var’
ABD’nin verili koşullarda kendisini yeniden sanayileştirmesi mümkün müdür? Üstelik Sullivan, bunun için hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin bir konsensüse varmasını bekliyor. Amerikan iç siyasetindeki düğümler böyle bir işbirliğine yol verebilir mi?
Partilerüstücü bakış açısı bana Çin konusunda çok net gibi geliyor. Çin ile geliştirilecek ekonomik ve siyasi ilişkilerin niteliği nasıl olmalıdır sorusunu Cumhuriyetçile Demokratların verdiği cevaplar çok farklı değil. Evet diğer konularda, örneğin kurumlara, kimliklere, Anayasa Mahkemesinin konumuna, vergilere, sosyal devlete bakışlarında bir farklılık var. Ama Çin noktasında ben çok partilerüstü bir yaklaşım geliştirdiklerini düşünüyorum. Düşünün, Biden ve ekibi, Tayvan ile ilişkilerin önemine çok fazla referans veriyorlar ama Kongre’ye bakıyorsunuz, orada da benzer bir durum söz konusu. Tayvan lideri ABD’de Temsilciler Meclisi Başkanı Cumhuriyetçi Kevin McCarthy ile görüştü. Yani, Çin ve Tayvan meselesinde bir uzlaşı varmış gibi görünüyor. Bu durum Biden seçilirse de Trump gelirse de DeSantis gelirse de devam eder. Ama mesela Bernie Sanders gibi bir adam olsa ABD Başkanı, bence devam etmez, onun ekonomik anlamda Çin’e bakışı diğerleri gibi değil. Mesela Hillary Clinton olsa, belki de daha sert bir dış politika görürüz. Yani Çin meselesinde Amerikalılar o kritik eşiği aşmış, kafalarını netleştirmiş görünüyorlar. “Çin benim için tehdit. Yükselişini baskılamam lazım, bu ülkeyi çevrelemem, kuşatmam lazım. Bunları yapmazsam, eski oyunun kuralları ile oynamaya devam edersem bunlar beni geçecek ve benim koltuğuma oturacak,” diye bakıyorlar.
‘Trump seçimleri kazanırsa, Çin bundan avantaj elde eder’
Trump iktidara geldiğinde yaptığı tespitlerden birisi ABD’nin sanayisizleşmesiydi ve ABD’yi yeniden sanayileştirme gibi bir vaatte bulunuyordu. Biden ve ekibi de, Sullivan’ın konuşmasında dikkat çektiği gibi, ABD’nin sanayi temelinin aşındığı tespiti yapıyor. Bu tespit de partilerüstü bir tespit olarak dile getiriliyor. Ama buna yönelik çözümler de herhalde Cumhuriyetçilerle Demokratlar ayrışıyor olabilir. Örneğin Demokratlar yeşil enerjiye geçiş, dijitalleşme gibi alanlarda bastırırken, bazı Cumhuriyetçi ekipler de daha klasik bir sanayileşme stratejisini mi talep ediyorlar sorusu akıllara geliyor.
Bu ayrışmayı çok da abartmamak lazım. Biden’ın yeşil enerjiye ve yeni teknolojilere yaptığı vurgu önemli. Yeni iş yaratmayı ama bunu da geleneksel sanayiler üzerinden değil de yeşil enerji dönüşü yapılacak alanlara yatırımla yapalım diyor. Evet, Demokratların zihniyeti bu. Ama Cumhuriyetçiler de Trump’ın çevre sorunları olduğuna inanmayan görüşünü artık dile getirmiyorlar. Orada da savunma gibi, petrol gibi, tütün gibi geleneksel üretim alanlarında uzmanlaşmış sektörlerin de bu dönüşüme katılması gerektiğini savunan çok sayıda Cumhuriyetçi var. Trump’ın bu anlamda kendi partisi içinde çok büyük bir bölünme yaratabileceğini düşünmüyorum.
Benim altını çizmek istediğim bir nokta var: Ben Çin’den bakan birisi olsam, isterim ki Trump kazansın. Çünkü Trump ile Biden arasında yoğurt yiyiş farkı var. Trump dünyayı umursamıyor, aşırı milliyetçi, aşırı korumacı, aşırı bencil bir adam. ‘America First’ (Önce Amerika) lafını bile tekrar zikretmeye kalksa, önce Avrupalıları ürkütecek, geleneksel Amerikan müttefiklerini irkiltecek ve Çin’in ekmeğine yağ sürecek. Biden bu topa müttefikleriyle girmek istiyor, onları da kendi yanında saf tutmaya zorluyor. Bir şekilde yumuşak güç, ikna kapasitesi üzerinden bunu yapmaya çalışan, buna emek veren biri, bunun ABD açısından olumlu sonuçlarını da görüyoruz. Yani, Biden mı, Trump mı daha iyi Çin için? Kesinlikle Trump daha iyi. Çin’e bakışlarında temel olarak bir fark olmayabilir; ama yoğurt yiyişleri, üslupları arasında müthiş bir fark var. Trump seçimleri kazanırsa Çin bundan avantaj elde eder diye düşünüyorum. ABD’nin müttefiklerini yanına çekebilir; en azından ABD’den uzaklaştırabilir.
Biden dünyayı ideolojik ve normatif kamplara ayırmaya çalışan biri: liberal demokrasiler bir tarafta, illiberal-otoriter yönetimler bir tarafta. Bu, Çin’e yönelik kötü bir algı oluşturuyor. Trump’ın böyle bir derdi de yok. Yani normatif, ideolojik bir Soğuk Savaş peşinde olan bir adam değil. “Her koyun kendi bacağından asılsın, ben güçlü olmaya çalışırım, gücümün yettiğine de çullanırım,” demek istiyor. Çin rahatlıkla bu oyunu oynayabilir. Ama Biden işi daha sıkı, daha sağlam tutuyor ve her cepheden yükleniyor Çin’e. Sadece ekonomik cepheden değil, normatif cepheden, ideolojik cepheden de yükleniyor, Çin’i yalnızlaştırmaya çalışıyor. Bunu bir nebze başardı da, çünkü Çin’e yönelik algılar son yıllarda olumludan olumsuza doğru seyretmeye başladı. Biden yönetimi Çin’i kızdırmaya çalışıyor, hata yapmaya zorluyor.
ABD vidaları sıkıyor diyebiliriz herhalde bu durumda.
Kesinlikle sıkıyor. Avrupa Birliği’nin, en azından Avrupa Komisyonu ile Ursula von der Leyen’in temsil ettiği ulus-ötesi Avrupa Birliği’nin, ABD’nin yanında konuşlanmaya hazır. Macron gibi adamlar ara ara çıkıp buna itiraz edecek ama son kertede bu fayda etmeyecek. Çünkü bu kartopu gibi bir şey. Jeopolitik iklim kendini güçlendirdikçe Fransa’nın direnme şansı azalır. Bıçak kemiğe dayandığında, Batı Avrupalılar kesinlikle ABD’nin yanında saf tutarlar.