Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Gazze saldırıları konusunda AB içinde yaşanan kafa karışıklığına odaklanıyor. AB’nin tutarsız gibi görünen tavrının gerçek anlamda bir görüş ayrılığından kaynaklanmadığına dikkat çeken makale, aslında ortada bir çelişki de olmadığını ileri sürüyor. Farklı çıkışların temel sebebinin ABD’nin yaklaşımdaki çelişkiden kaynaklandığını düşünen makalenin yazarı, şu yorumda bulunuyor: “AB devletleri, Amerikan imparatorluğunun dişsiz bekçi köpekleri olmaktan memnun. Bu kadar gözü pek bir sadakatin AB’nin dış politika kararlarını kolaylaştıracağı düşünülebilir; zira bu kararların Washington’unkileri taklit etmesi yeterli. Ancak Beyaz Saray’ın kendisi son derece ikircikli bir pozisyondayken onun arkasında hizalanmak o kadar da kolay değil.”
***
Hokkabazlık
LILY LYNCH
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen 20 Ekim’de neo-muhafazakâr Hudson Enstitüsü’nde yaptığı konuşmada Ronald Reagan’a gönderme yaparak “demokrasiyi onu yok etmek isteyenlere karşı korumanın” önemini vurguladı. Orta Doğu ve Ukrayna’daki benzer krizlerin, “Avrupa ve Amerika’yı birlikte tavır almaya ve birlikte durmaya çağırdığını” söyledi: “Vladimir Putin Ukrayna’yı haritadan silmek istiyor. İran tarafından desteklenen Hamas ise İsrail’i haritadan silmek istiyor.” Çatışmalar “özünde aynı.” Sözleri Joe Biden’ın bir önceki gün yaptığı ve Hamas ile Putin’in “her ikisinin de komşu bir demokrasiyi yok etmek istediğini” iddia ettiği konuşmasıyla aynı doğrultudaydı. Von der Leyen ve Biden bu iki düşmanı bir araya getirerek, “Batılı değerlerin” sözde karşıtlarıyla varoluşsal bir mücadeleye girdiği Ukrayna savaşının başlangıcında görülen aynı birlik ruhunu yaratmayı umuyorlardı. İsrail’in eski AB Büyükelçisi Oded Eran’ın bir zamanlar ifade ettiği gibi, Avrupa “İsrail’in hinterlandı”, İsrail ise Batı Yahudi-Hıristiyan medeniyetinin ileri karakolu.
Ancak son haftalarda Avrupa’da, Batı basınında da sıkça dile getirilen, kafa karıştırıcı bir bölünmüşlük ortaya çıkmış görünüyor. Her gün birbiriyle çelişen yeni resmî açıklamalar, brifingler ve karşı brifingler geliyor. Von der Leyen’in 13 Ekim’de İsrail’e yaptığı ve Avrupa’nın Tel Aviv’e tam destek sözü verdiği ziyaretin ardından AB’li meslektaşları tarafından eleştirilen Leyen, gezi konusunda kendilerine danışmadığından ve Netanyahu’ya insan haklarının önemini hatırlatmayı ihmal ettiğinden şikâyet edildi. İsrail Gazze’ye su, gıda ve yakıtı keserken Komisyon, “teröristlerin” eline geçmemesi için Filistinlilere yapılan yardım ödemelerini donduracağını açıkladı. Yine AB dışişleri bakanlarından oluşan bir koro itiraz etti ve karar birkaç saat içinde geri alındı. Benzer gerilimler 27 Ekim’de Avrupalı delegeler BM’de “Gazze’de acil, kalıcı ve sürekli bir insani ateşkes” çağrısı yapılıp yapılmamasına ilişkin oylama için toplandığında da ortaya çıktı. Avusturya, Macaristan, Çekya ve Hırvatistan aleyhte; Finlandiya, Almanya, Yunanistan, İtalya, Hollanda, Polonya ve İsveç çekimser; Belçika, İrlanda, Fransa, Lüksemburg, Malta, Portekiz, Slovenya ve İspanya lehte oy kullandı.
Bazı Avrupalı liderler savaşla ilgili kendi pozisyonlarıyla defalarca çeliştiler. AB dış ilişkiler sorumlusu Josep Borrell, von der Leyen’e üstü kapalı bir eleştiride bulunarak “İsrail’in savunma hakkı olduğunu ancak bu savunmanın uluslararası hukuka uygun olarak geliştirilmesi gerektiğini” ileri sürdü. Ancak kısa bir süre sonra, Hamas’ın “siyasi ve askeri bir güç olarak” ortadan kaldırılması gerektiğinde ısrar ederek İsrail’in savaş hedeflerine tam destek verir gibi göründü. El-Cezire’ye verdiği bir mülakatta Borrell’e Hamas saldırısının bir savaş suçu olup olmadığı soruldu ve Borrell net bir şekilde “evet” yanıtını verdi. İsrail’in Gazze’ye yönelik devam eden saldırısının bir savaş suçu olup olmadığı sorulduğunda ise “ben hukukçu değilim” dedi.
Emmanuel Macron da 7 Ekim’den bu yana karışık sinyaller gönderdi. Artan ölü sayısı karşısında endişelendi ve ‘masum insanları öldürerek terörizmle mücadele etmek istiyoruz’ fikrini reddetti. BBC’ye verdiği demeçte İsrail’in hava saldırılarında hayatını kaybeden çocukların sayısının artmasından yakındı ve Netanyahu’yu saldırıları durdurmaya çağırarak ateşkes çağrısı yapan ilk G7 lideri oldu. Ancak İsrailli yetkililerden gelen öfkeli tepkiler üzerine sözlerini geri almak zorunda kaldı. Macron barış çağrılarının yanı sıra, “acımadan” mücadele edilmesi gerektiğini söylediği Hamas’a karşı uluslararası bir askeri koalisyon kurulmasını da önerdi. Macron’un kurmayları hızla bunun ille de Fransız askerlerinin sahaya inmesi anlamına gelmeyeceğini açıklamak zorunda kaldılar. İsmini vermek istemeyen bir Fransız diplomat Macron’un tutumunu “bir gün İsrail, ertesi gün Filistin yanlısı” şeklinde özetledi.
Üye devletler arasında İsrail’e yönelik eleştirilerini belki de en yüksek sesle dile getiren İrlanda oldu ve Leo Varadkar “İsrail’in yanlış yapmaya hakkı olmadığı” konusunda ısrar etti. Komisyon’un aksine, hükümeti sürekli olarak ateşkesi savundu ve Batı Şeria’daki yerleşimcilere karşı AB yaptırımlarını destekleme sözü verdi. Ancak burada söylem ve politika arasındaki uçurum çok derin. Sinn Féin ve Sosyal Demokratlar İsrail büyükelçisinin sınır dışı edilmesi, yaptırım uygulanması ve İsrail’in UCM’ye şikayet edilmesi için parlamentoya önergeler sunduğunda Varadkar bunların her birini elinin tersiyle itti. O tarihten bu yana, ABD’nin Dublin Shannon Havaalanını İsrail’e silah transferi için kullanıyor olabileceğine dair kanıtlar ortaya çıktı. Ulaştırma Bakanlığı’nın kayıtları Ekim ayından bu yana alışılmadık derecede yüksek miktarda sivil mühimmat muafiyeti olduğunu gösteriyor, bu bu, 2016’dan beri en yüksek seviye ve önceki aya oranla %42 artış demek. Ancak hükümet bu konuyu ele almaktan kaçınıyor ve Amerikan birliklerinin havaalanını kullanmasını yasaklayan bir önergeyi oylayarak reddetti.
İspanya’da da benzer bir dinamik yaşanıyor. Yeniden seçilmeyi başaran Başbakan Sánchez, bir Filistin devletinin uluslararası alanda tanınması için çalışacağına söz verdi. İsrail’in savaş kanunlarına uyduğu konusunda şüphe duydu ve saldırılarını “orantısız” olarak nitelendirdi. Bu hafta Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı bir konuşmada “İsrail ve Filistin’de olup bitenler hakkında açıkça konuşmanın zamanının geldiğini” ilan etti. Ancak Sánchez’in kabine üyeleri “açıkça konuştuklarında” biraz farklı bir yaklaşım sergiliyor. Podemos lideri Ione Belarra, İsrail’i “soykırımla” suçlayarak ve Netanyahu’nun savaş suçu iddiasıyla yargılanması çağrısında bulunarak diğer tüm İspanyol siyasetçilerden daha ileri gitti. Kısa bir süre sonra da Sosyal Haklar Bakanlığı görevinden alındı. Sánchez’in sivilleri korumaya yönelik söylemlerinin altında, hükümetinin Hamas’ın yok edilmesini ve Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye geri dönmesini -muhtemelen IDF’nin süngüleriyle- desteklemesi yatıyor.
Elbette Almanya, İsrail’e yönelik anlamlı bir eleştiriyi kabul etmekte isteksiz davranıyor. Filistinlilere ve onların davasını destekleyenlere sıkı bir sansür uyguluyor ve büyük şehirlerindeki barışçıl dayanışma yürüyüşlerini bastırmak için kaba kuvvet uyguluyor. Bazı eyaletler “İsrail’in var olma hakkının tanınmasını” vatandaşlık şartı haline getirmeyi düşünüyor. Ülkenin süregelen Holokost suçluluğu ve Zeitenwende’den bu yana aşırı Atlantikçi yönelimi göz önüne alındığında bu pek de sürpriz değil. Yeşillerin Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un hem Ukrayna hem de Filistin konusunda Beyaz Saray’ın tutumunu tekrarlayacağına güvenilebilir: işgale karşı tam ölçekli askeri muhalefet; diğerine ise kesintisiz maddi destek. Ateşkesin sadece Hamas’a yardım edeceği için mantıksız olduğunu savunuyor. Ancak o bile son haftalarda çizgisini yumuşattı: önce Gazze’ye biraz daha fazla insani yardımın girmesine izin verilmesini önerdi, ardından İsrail’in siviller üzerindeki etkisini azaltmak için askeri stratejisini uyarlamasını istedi.
AB’nin Orta Doğu’da yaşanan dehşet karşısında sergilediği tutarsız tavrı ne açıklıyor? Örneğin Dublin ve Berlin arasındaki farklı söylemleri gerçek bir fikir ayrılığının işareti olarak görmek kolay olurdu: ilkinin sömürgecilik karşıtı dürtülerine karşılık ikincisinin Siyonist sempatileri. Ancak bu tür iç siyasi farklılıklar bir faktör olsa da daha temel birliği gizleyebilirler.
Ukrayna’nın işgalinden bu yana AB, ‘stratejik özerklik’ fantezilerinden vazgeçti ve ABD’nin vasalı rolünü benimsedi. AB devletleri, Amerikan imparatorluğunun dişsiz bekçi köpekleri olmaktan memnun. Bu kadar gözü pek bir sadakatin AB’nin dış politika kararlarını kolaylaştıracağı düşünülebilir; zira bu kararların Washington’unkileri taklit etmesi yeterli. Ancak Beyaz Saray’ın kendisi son derece ikircikli bir pozisyondayken onun arkasında hizalanmak o kadar da kolay değil. Son haftalarda Washington tutarlı bir stratejiye bağlı kalmakta zorlandı. İsrail ile “dayanışmasını” yeniden teyit etti, Kongre’yi atlatarak 14 bin tank mühimmatı gönderdi, BM’de ateşkes çağrılarını veto etti ve müttefikini hesap vermekten korumak için her türlü çabayı gösterdi. Aynı zamanda İsrail’in askeri taktiklerine yönelik eleştirilerini giderek artırdı, yerleşimcilere yaptırımlar uyguladı ve savaşın daha uzun süre devam edemeyeceğinin sinyallerini verdi.
Açıkça görülüyor ki Biden yönetimi, İsrail’in savaşına refleksif destek ile daha geniş bir bölgesel çatışmayı tetiklemek, İbrahim Anlaşmalarını bozmak ve ABD’nin Arap dünyasındaki konumuna kalıcı olarak zarar vermek gibi sonuçları konusundaki belirsizlik arasında sıkışmış durumda. ABD’nin Netanyahu’nun katliamlarına yeşil ışık yakan ve daha sonra bu katliamlardan şikâyet eden kafa karıştırıcı söylemi de bu tehlikeli durumu yansıtıyor. Şimdi AB, ABD’nin izinden gitmeye çalışarak onun kafa karışıklığını tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor. Avrupa devletleri Tel Aviv’i farklı derecelerde eleştirmeye istekli olabilirler. Ancak, birlikte, hegemonun içgüdülerini kanalize etmeye çalışıyorlar. Beceriksizce çabaları, bu durumun kolay bir görev olmadığını gösteriyor.