Avrupa Parlamentosu seçimlerini kaybedenler, geçtiğimiz haftalarda halka bir takas teklif ettiler. Bu teklife göre, yurttaşlar oylarını kullanarak, gücü ellerine alıp yöneticilerini belirlemek yerine, ‘tavır sergileyecek’ ve ‘mesaj vereceklerdi’. Demokratik bir devlette, kendi çıkarları doğrultusunda egemenliğin en temel hakkını kullanmak, yani kendilerini kimin yöneteceğine karar vermek yerine, birer sinyal göndereceklerdi.
SPD’nin seçim afişlerinde belirtildiği gibi, ‘nefret ve düşmanlığa karşı’ bir duruş sergileyeceklerdi. Yüce bir eylem, sembolik bir şova indirgenmişti. Ne kadar aşağılaycı! Halk, SPD ve Yeşillerin kendilerini oyalamaya, politika yapmanın sonuçları ve getirileri yerine soyut kavramlara göre değerlendirmeye zorlama girişimini açık ve net bir şekilde reddetti.
Sol partilerin seçim mağlubiyeti yaşayan isimleri, halkı kendi paralel evrenlerine çekmeye çalıştılar. Bu evrende, milyonlarca insanın gözleri önündeki hakikatlerden ziyade, yarın eyleme dönüşebilecekleri düşüncesiyle, bugünün sözleri daha çok değer taşıyordu. Oysa gerçekler ortadaydı; politik yasakların yol açtığı ekonomik gerileme, konut sıkıntısına ve şiddete yol açan bir göçmen politikası, vatandaşlardan çok yabancıların yararlandığı ve aniden tahmin edilenden on milyar avro daha pahalıya mal olan bir vatandaşlık geliri, fiyatları patlatan bir enerji politikası ve okullarda, spor kulüplerinde ve spor salonlarında çatışmaları körükleyen bir toplum politikası…
Çoğunluğa karşılık gelmeyen bir ‘biz’
Seçmenlerin çıkarları konusundaki bu aldatmaca, aynı zamanda siyasetçilerin de bir kendini kandırmasıydı. Katarina Barley, Kevin Kühnert, Terry Reintke ve Omid Nouripour’un bu dünyanın ne kadar derinliklerine saplandığı pazar akşamı ortaya çıktı. Barley, ARD’de inanmaz bir şaşkınlıkla şunları söyledi: “Yılın başında hepimiz bir demokrasi hareketi olacağını düşünmüştük”. Peki, ‘biz’ kimiz? Bunu SPD’nin başbakan adayına sormak gerek. Ölçüsüz “Biz daha fazlayız” sloganındaki aynı ‘biz’ olmalı.
Sosyal Demokratlar ve Yeşillerin seçim kampanyasının merkezinde yer alması gereken ‘sağcılığa karşı’ gösterilerde son altı aydır kimlerin kastedilmediği açıkça görülebiliyordu. Slogan, tam da yazıldığı gibiydi; sağa karşı. Sadece aşırı sağcılara veya faşistlere karşı değil, hayır, Yeşillerin sağındaki herkese karşı. AfD, Birlik Partileri ve FDP’ye karşı strateji buydu.
Demokrasinin parçası olmaması gerekenler, bir anda seçimin galibi oluverdi
Ünlü Potsdam Toplantısı, Federal Hükümet’i Başbakan Scholz ve Dışişleri Bakanı Baerbock öncülüğünde protesto gösterilerine çağırmaya itmişti. Bu durumun tezahürleri, Avrupa seçimlerinden bir gün evvel ‘Aşırı Sağcılığı Durdurun, Demokrasiyi Savunun’ parolasıyla Brandenburg Kapısı’nda düzenlenen gösteride de müşahede edildi. Orada bir pankarta ‘Faşistler parlamentoda değil cezaevinde olmalı (ve CSU’yu unutmayın)’ ibaresi vardı
CSU’nun, daha doğrusu bir bütün olarak CDU/CSU’nun, Demos tarafından aşırı sağcılarla aynı kefeye konması ve vatandaşların da seçimlerde bu duruma dur demesi gerekiyordu. Bunun yerine, halk Friedrich Merz’in partisine oy verdi ve Ursula von der Leyen’i en büyük güç olarak görürken AfD’yi ikinci sıraya yerleştirdi.
Ancak SPD’nin sonucu için Katarina Barley’i ya da Yeşiller’in sonucu için Terry Reintke’yi suçlamak haksızlık olur. Halihazırda bu siyasetçileri tanıyan pek kimse yok. Avrupa seçimleri görevdeki federal hükümetin çalışmalarının oylandığı bir seçimdi, öyle de kalacak. Pazar günü Scholz, Habeck ve Baerbock oylandı.
‘Sağ’ bir gençlik hareketine mi dönüşüyor?
ARD Deutschlandtrend’e göre Alman halkının neredeyse yüzde 80’i federal hükümetin çalışmalarından memnun değil. Ve yurttaşların hoşnutsuzluklarını dile getirme ihtiyacının ne kadar büyük olduğunu sadece seçim sonuçları değil, yüzde 64’lük rekor katılım oranı da reddedişin ne kadar kitlesel olduğunu gösteriyor.
Bu eğilim ne Almanya ile sınırlı ne de sona erdi. Berlin ve Brüksel’deki yankı odalarında kendini pekiştiren ve seçmene ne durumda aşırı sağcı olduğunu dikte etmeye çalışan siyasetin reddedilmesi, sonun başlangıcı. Bu özellikle 30 yaşın altındaki seçmenlerin oy kullanma davranışlarında görülüyor; burada CDU ve AfD birinci sırayı paylaşıyor. İleri görüşlü siyasi tutumları destekleyenler arasında sadece yaşlılar değil, gençler de var. Böylece en ilerici yaş grubu taraf değiştiriyor ki bu kuşkusuz durumun ciddiyetinin bir işareti.
Aslında Barley ile birlikte ülkenin dört bir yanındaki afişlerde görülen Şansölye, şimdi politikasını büyük ölçüde değiştirerek halkın tercihini kabul etme şansına sahip. CDU ya da hatta AfD, iktidara geldiklerinde şu anda iddialı bir şekilde vaat ettiklerini yerine getirebilecek mi, hiç belli değil. Şansölye, sinyaller göndermek yerine eylemlerin kendi adına konuşmasına gerçekten izin verebilecek tek kişi. Ancak bunu yapmak için ‘biz’ diye bir şey düşünmekten vazgeçmesi gerekecek.