Rusya ile Ukrayna arasında başlayan savaşın ilk sıcak günlerinde, Batı kamuoyundaki Rus hükümetine karşı tepki, birden alevlenerek topyekun Rus kültürüne karşı nefrete dönüşmüştü.
Rus edebiyatının başyapıtlarının kütüphanelerden toplatılmasından, Rus klasik müzik bestelerinin filarmoni orkestralarında yasaklanması talebine kadar, Batı uygarlığı için utanç verici sahneler yaşandı.
Kriz ve savaş dönemlerinde ana akım medyanın, herhangi bir ülkeye karşı halkı kışkırtarak kendi iktidarları etrafında birleştirmeye çalışması, Batı’da sürekli yaşanan hadisedir.
Şaşırtıcı olan, nasıl oldu da Putin’e karşı siyasi tavır, Rus kültürünü kökten yadsıyan bilinçsiz öfke patlamasına dönüştü?
Şüphesiz bugün dizginlerinden boşalmış ‘Rus nefretinin’ Batı toplumlarının çoğunluğunda etkili olmasında, Batı entelektüelinin, özellikle Avrupa solunun rolü belirleyici olmuştur.
Soğuk Savaşın en kasvetli günlerinde dahi Dostoyevski, Tolstoy bütün Fransız klasiklerini geride bırakacak kadar çok yayımlanıp okunmaktaydı. Anti komünist propagandanın en sert dönemlerinde dahi Avrupa solunun gardı bu denli düşmemişti.
Bugün Avrupa solunun, kendi neoliberal iktidarlarının payandası olacak şekilde Rusya’ya karşı hizaya girmesi, hafızalara ilk olarak 2. Enternasyonalin ‘siyasi ihanetini’ getirse de, Avrupa solunun Rusya karşıtlığının kökleri çok daha eskilere uzanmaktadır.
Aydınlanma’dan Marksizm’e
Kıta Avrupa’sında muhafazakar düşünce kadar cumhuriyetçi, demokratik ve sosyalist düşünce geleneğinde de Rusya karşıtlığı göz ardı edilemeyecek ölçüde belirgindir.
18. yüzyılın son çeyreğinden 19. yüzyılın son çeyreğine kadar, Kıta Avrupa’sındaki neredeyse bütün ilerici kesimde Rusya ‘otokrasiyi, barbarlığı, despotizmi’ temsil etmekteydi.
Batı entelektüelinin Rusya karşıtlığını sağlıklı tarihsel zemine oturtabilmek için bu yüz yıllık dönemin öncesinde ve sonrasında yaşanan tutum ve değerlerin değişmesine, var olan yargıların neden ve nasıl değiştiğine bakılmalıdır.
Öncelikle Batı entelektüelinin Rusya’ya karşı tavrı, bu düşünürlerin kendi siyasal sistemleriyle ilişkisine doğrudan bağlıydı.
Kıta Avrupa’sındaki monarşilerin toplumsal özgürlüğe, ilerlemeye set çektiği dönemlerde Rusya aydınlanma fikirlerinin yeşerebileceği alternatif topraktı. Toplumsal hareketlerin ve devrimlerin gerçekleştiği dönemlerdeyse Rusya, Kıta Avrupa’sında canlanan özgürlüğün en büyük tehdidi olarak görülmekteydi.
Kıta Avrupa’sındaki ilerici düşünürlerin Rusya karşıtı yaklaşımındaki bütün bu değişimler, iniş çıkışlar en net şekilde Diderot’dan Marx’a takip edilebilir.
Bir anlamda Diderot’nun ilk dönemdeki görüşleriyle Marx’ın son dönemdeki görüşleri arasında döngü vardır.
Aydınlanma’nın Rus steplerine yolculuğu
Avrupa düşüncesinde, Rusya’yı Aydınlanmanın ilerleme ve özgürlük ideallerinin gerçekleşebileceği ülke olarak ilk dile getiren ve hatta bunu siyasi eyleme dönüştüren Alman düşünür Leibniz’di.
Feodalizmin kasvetinin hissedildiği Prusya’da Alman yöneticiler ve küçük prensliklerin sonu gelmeyen kavgasına dayanamayan Leibniz, Aydınlanmanın toplumsal tasarıları için en uygun yerin büyük coğrafyaya ve güçlü yönetime sahip Çarlık Rusya’sının olduğunu düşünmüştü.
Leibniz “Bu tasarıları Rusya gibi büyük bir ülkede hayata geçirmek, birbiriyle rekabet içindeki Alman prensliklerinin herhangi birinden daha kolay olacaktır” diyerek Büyük Petro’nun danışmanlığını yapmış ve Petro’nun Avrupa gezisine eşlik etmişti.[1]
Fransız Aydınlanma düşünürleri de eşitlikçi ve özgür toplumsal tasarıları için yüzlerini Rusya’ya dönmüştü. Çariçe Katerina izlediği Avrupa siyasetinin parçası olarak kendisini Aydınlanma’nın öğrencisi olarak sunup, monarşiler ve kilise tarafından hedef gösterilen Fransız düşünürlerine kanat açmıştı.
Diderot “Fransa’nın geleneksel mülkiyet ilişkileriyle sımsıkı bağlanmış̧ durumda olması yasalarda reform yapılmasını olanaksız kılarken, Rusya’da … daha üzerinde hiçbir işlemde bulunulmamış̧ ulusa ne mutlu”[2]diyerek Leibniz’le aynı yaklaşımı sergilemişti ve Katerina’nın daveti üzerine 1773’te Rusya’ya gitmişti.
Diderot ve 2. Katerina
Diderot’nun Petersburg’da bulunduğu sırada patlak veren Pugaçev ayaklanması sonrası Katerina’nın reformlarını askıya alması ve Aydınlanma düşüncesinden hızla uzaklaşması, Aydınlanma düşünürlerinin Rusya’ya bakışlarındaki ilk önemli kırılmaya neden olmuştu.
Rusya gezisi sonrası Diderot’nun dile getirdiği “Rusya’da bireysel özgürlüklerin olmadığı”, “kamusal yaşamın yokluğu”, “doğal haklara pranga vuran despotizm” gibi ifadeler, Avrupa’nın ilerici kesimlerinin değişmez retoriği haline gelecekti.
Özellikle Fransız Devrimi ve sonrasındaki Jakoben dönemin radikal politikaları karşısında, Çarlığı devrim dalgalarından korumak isteyen Rusya’nın tutucu politikaları, Avrupa entelektüelindeki bu yargıları güçlendirmiştir.
Kuskusuz Napoléon’u Moskova önlerinden Paris’e kadar kovalayan, ‘barbar’ İskitli savaşçıların Paris’in sokaklarında zafer yürüyüşü yapması, Rusya’yı Avrupa’daki özgürlüğün en büyük düşmanı olarak görüp ‘Rusofobi’ düşüncesinin kökleşmesini hızlandırmıştı.[3]
Napoléon Moskova önlerinde
Napoléon’un düşüşü sonrası gerek Restorasyon döneminde gerekse 1830 ve 1848 devrimlerinde Rusya’nın Avrupa monarşilerinin ayakta kalmasını sağlayan en büyük güç olarak, siyasi kuvvet kazanması, ilerici kesimlerdeki Rus karşıtlığını pekiştirmişti.
Rusya artık sadece ‘despotizmin’ kalesi değil aynı zamanda demokrasi ve devrimin ‘en büyük düşmanı’, karşıdevrimin kalesini simgelemekteydi Avrupa entelektüellerinin gözünde.
Rusya karşısında Marx
1848 Devrimi sırasında Rusya’nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna sağladığı askeri ve siyasi destek sonucu başarısızlığa uğraması, Avrupalı sosyalistlerin Çarlık Rusya’sına karşı konumunu belirlemiştir.
Özellikle Marx ile Engels’in 1850’lerin başından 1870’lerin sonuna kadarki yazılarında, Rusya neredeyse diğer Avrupa monarşilerinden çok daha fazla eleştirilmişti.
Engels, Şubat 1849 tarihli ‘Demokratik Panslavizm’ makalesinde “Rus nefreti, Almanlar arasında başlıca devrimci tutku olmuştur ve hala öyledir… devrimin düşmanlarının nerelerde toplandığını biliyoruz, bunlar Rusya ve Avusturya’nın Slav bölgeleridir”[4] diyerek Çarlık karşıtlığını bir anlamda etnik-kültürel karşıtlık noktasına kadar götürmüştü.
Aynı şekilde Marx da Şubat 1853 New York Tribune’de yayımlanan makalesinde, Rus köy komününün (obsçina) varlığını Çarlık despotizminin ekonomik ve politik temeli olarak görüp mahkum etmişti.
Marx ile Engels’in Rusya karşıtı konumları, patlak veren Kırım Savaşı sonrası açık bir siyasi tavra dönüşmüştü. Kırım Savaşı sırasında Rusya karşıtı birçok yazı kaleme alan Marx’ın makaleleri, İngiliz muhafazakar David Urquhart’in gazetesi Free Press’te yayımlanmıştı.
Asıl çarpıcı olan, Engels’in, 12 Nisan 1853’te Tribune yazısında Rusya’ya karşı İngiliz hükümetine verdiği siyasi destekti: “Rusya kesin olarak fetihçi bir ulustur… Rusya’nın Türkiye’yi ele geçirmesine izin vermek, gücünü neredeyse yarı yarıya arttıracak… böyle bir durum karşısında, devrimci Demokrasi ile İngiltere’nin çıkarları el ele gitmektedir. İkisi de Çarın, Konstantinopolis’i başkentlerinden biri haline getirmesine izin veremez.”[5]
Şüphesiz Marx ve Engels, Avrupa’da gerçekleşebilecek devrim amacıyla, İngiltere ile Rusya arasındaki emperyal çatlağı derinleştirmek için taktiksel siyaset izlemişlerdi.
Bu anlamda, devrimden vazgeçen 2. Enternasyonal’in kendi ülkelerinin emperyalizmi desteklemesiyle Marx ve Engels’in tutumu arasında ideolojik uçurumlar vardır.
Yine de bu Rus karşıtı iklim, Avrupa sosyalist partileri tarafından kullanılmıştır.
Marx’ta yeniden doğan Rusya
Kıta Avrupa’sındaki ilerici kesimde Rusya’ya karşı tavrı kökten değiştirecek iki olay yaşanmıştır. 1871’de Paris Komünü ile yalnızca yirmi yıllık 3. Napoléon baskısı son bulmamış, Kıta Avrupa’sında işçi sınıfı ve sosyalist hareketi baskılayan uluslar arası dengeler de değişmişti. Komün sonrası patlak veren Sedan Savaşıyla, Avrupa’daki muhafazakar konsensüs de dağılmıştı.
Diğer yandan 1870’lerde başlayan Rusya’da Popülistlerin köylere yönelmeleriyle Rus entelektüelleri Çarlığa karşı devrimci siyasi eylem başlatmışlardı. Tarihin bu anında gerek Kıta Avrupa’sında gerekse Rusya’da yaşanan gelişmeler başta Marx ile Engels olmak üzere Avrupa sosyalistlerinin Rusya’ya bakışının kökten değişmesini sağlayacaktı.
Özellikle Çernisevki’nin yazılarında Rus köy komünlerini, modern ekonominin yöntemleriyle sosyalizmin temel toplumsal yapılarına dönüştürmeye dair fikirleri ve kapitalizmin yıkımlarını yaşamadan sosyalizme geçme olasılığını gündeme getiren yazıları, Marx’ın dikkatini çekmişti.
Uzun süre Rusya üzerine araştırma yapan Marx’ın bakışı da kökten değişmişti. Artık köy komünleri despotizmin temeli değil sosyalizmin embriyosunu temsil ederken; Rusya da karşıdevrimin kalesi değil Avrupa devriminin ilk ateşini yakabilecek ülkeyi simgelemekteydi.
Rus devrimci hareketi içindeki Zasuliç1881 yılında Marx’a bir mektup yollayarak, Marx’ın Rusya’nın geleceğine dair fikirlerini sordu.
Marx uzun süre Rusya’nın kapitalizmin durağına uğramadan sosyalizme geçme olasılığını incelediği dört taslak üzerine çalıştı. Çalışmalarındaki sonu gelmeyen titizliği sonucu Marx, bu taslaklardan hiçbirini Zasuliç’e yollamadı. Kısa bir mektubunda Marx, kapitalizmin ‘tarihsel kaçınılmazlığını’ sadece Batı Avrupa için dile getirdiğini söylemekle yetindi.[6]
Marx’ın bu taslaklarını İtalyan tarihçi Venturi, “kısacası Marx, en sonunda Çernisevski’nin fikirlerini kabul etmiş oldu”[7]diyerek değerlendirmiştir.
Marx ve Çernisevski
Ne var ki siyasi nedenlerden dolayı Zasuliç ve Plehanov, Marx’ın mektubunu yayınlamadılar, mektup ancak 1924 yılında ortaya çıktı.
Marx’in ileride Rusya’da gerçekleşebilecek devrime dair öngörüsünün perdelenmesiyle, bir noktada Avrupa sosyalizmin kendi emperyalizminin yanında yer almasının yolu açılmış oldu.
Batı solunun yüzyıllık utancı
Birinci Dünya Savaşı arifesinde, Avrupalı sosyalist hareketlerle Rus devrimcileri arasında yaşanan kopuş sonrası, (Halk Cephesi deneyiminde kısa bir yakınlaşma yaşansa da), İspanya İç Savaşı başta olmak üzere, Sovyetlerin Avrupa sosyalistleriyle yaşadığı ideolojik tartışmaların sonu gelmedi.
Elbette Soğuk Savaş boyunca bu ideolojik çekişmenin arka planında Avrupa solunun taşlaşmış Rus karşıtı ön kabullerinin izi kolayca görünebilir.
Marx’ın Rusya’ya dair taslak notları zamanında yayımlansaydı, tarihin seyri ne ölçüde değişirdi, tartışılır.
Tartışmasız olansa, bugün Avrupa solunun pervasızca sergilediği Rus nefretidir.
Dostoyevski’yi birçok edebiyat fakültelerinin müfredatından çıkaran Almanya, bu sürecin sonunda Leibniz’in eserlerini yasaklamaya kadar gidecektir! Kriz dönemlerinde kendi ilerici geleneğini yadsıma, Batı’nın karakteristik özelliğidir.
Batı emperyalizminin hegemonyasının dağıldığı, yeni uluslar arası siyasi dengelerin yerine oturmaya başladığı bu dönemin sonunda, Asya’ya tarihi rol veren Batı düşüncesindeki gelenek yeniden, daha sağlıklı biçimde gündeme gelecektir.
Dipnotlar:
[1] Leibniz’in Rusya ve Çin üzerine düşünceleri için bkz. Maria Rosa Antognazza, Leibniz, İş Bankası Yayınları, 2013
[2] Andrzej Walicki, Rus Düşünce Tarihi, sy 30, İletişim Yayınları, 2009
[3] Rusya ile Fransa arasındaki tarihsel ilişkiye dair bkz Hélène Carrère d’Encausse, La Russie et La France, Fayard, 2021
[4] Marx ve Engels’in 1850’li yıllardaki Rusya üzerine yazıları ve tartışmaları için bkz. Kevin B. Anderson, Marx Sınırlarında, sy 98, Yordam Kitap, 2018
[6] Marx’ın son dönemleri çalışmaları ve Rus Narodnik Hareket ile ilişkisine için bkz Marcello Musto, Karl Marx’ın Son Yılları, sy 132, Yordam Kitap, 2021
[7] Rus Popülizmi üzerine kapsamlı çalışma için bkz. Franco Venturi, Histoire du Populisme Russe, au XIX. siècle tome 1-2, Gallimard, 1972