DÜNYA BASINI

Avrupa sağı, AB karşıtlığını bırakıyor

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, Avrupa’daki sağcı partilerin kısmi yükselişine tanıklık etse de, meclisteki “merkez” bileşim gücünü korudu. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Batı Avrupa’daki birçok “egemenlikçi” ve “Avrupa şüphecisi” partinin yıllar içinde Brüksel bürokrasisi içinde eridğini ileri sürüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Avrupa şüpheciliğinden sonra

Christopher Bickerton
New Left Review
13 Haziran 2024

Avrupa Parlamentosu seçimleri farklı insanlar için farklı anlamlar ifade ediyor. Brüksel’deki basın mensupları için bu seçimler, günlerce süren at pazarlığı ve arka oda anlaşmalarının ardından “üst düzey görevlere” –Konsey ve Komisyon başkanlıkları, parlamento başkanlığı, dış politika yüksek temsilciliği– kimin getirileceğine dair hararetli spekülasyonlar için bir fırsattır. Üye devletlerin liderleri için bu görevler, partilerinin milletvekili sayısını arttırmak ve muhtemelen bir parlamento grubuna liderlik etmek için bir fırsattır – güç ve prestij kazanmanın yanı sıra diğer Avrupa ülkeleriyle pazarlık kozu. Muhalif siyasetçiler için AB parlamentosu, kendi ülkelerinde siyasi fırsatlar ortaya çıkana kadar zaman kazanmak için faydalı (ve kazançlı) bir yol sunar. İtalya’nın şu anki dışişleri bakanı Antonio Tajani yirmi yıldan fazla bir süre parlamentoda görev yaptı; Marine Le Pen ve Nigel Farage da uzun süre AP üyesi olarak görev yaptı.

Bu arada bloğun vatandaşları için seçimlerin önemi genellikle ulusal siyasi mücadelelerin kristalize olmasında yatıyor. Podemos ve 5 Yıldız Hareketi’nin atılım yaptığı 2014 seçimleri, Syriza’nın Pasok’u bir kenara iterek Yunanistan’ın soldaki lider seçim gücü haline gelmesini sağladı. Birleşik Krallık’ta 2019 oylaması Brexit konusunda fiilen ikinci bir referandum işlevi gördü. 2024’te kıta ölçeğinde gerici bir sorpassoya [ele geçirilme] tanık olmamız bekleniyordu: popülistlerin ve aşırılık yanlılarının parlamentonun ana akım siyasi oluşumlarını yıkacağı bir an. Komisyon Başkanı olarak ikinci kez aday olan Ursula von der Leyen, merkezciler ve liberallerden oluşan “büyük koalisyonunu” koruyup koruyamayacağından şüphe duydu ve oylama öncesinde İtalyan Giorgia Meloni ile temasa geçerek aşırı sağ ile bir anlaşma olasılığının sinyalini verdi.

Fakat geçen hafta oylama yapıldığında, ezici bir üstünlükten bahsedilmesinin abartılı olduğu ortaya çıktı. Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi altı sandalye kazandı ama merkez sol ve yeşiller koalisyonu tarafından yenilgiye uğratıldı. Almanya’da AfD dokuz sandalyeden on beş sandalyeye yükseldi ama 29 sandalye kazanan CDU-CSU ittifakının çok gerisinde kaldı. İspanya’da Vox iki sandalye kazandı ancak oy oranı %10’un altında kalırken, Partido Popular [Halk Partisi] iktidardaki PSOE’nin dört puan önüne geçerek zafer kazandı. Gerçek Finliler de oyların %10’undan azını alarak bir sandalye kaybederken, İsveç Demokratları bir sandalye kazandı fakat ülkenin ana akım partileri ve Yeşiller’in ardından dördüncü sırada yer aldı. Avrupa Parlamentosu’ndaki baskın gruplar da nispeten dirençli olduklarını kanıtladılar. Merkez sağ Avrupa Halk Partisi (EPP) dokuz sandalye kazanarak toplam sandalye sayısını 185’e çıkarırken, merkez sol Sosyalistler ve Demokratlar (S&D) sadece iki sandalye kaybederek 137’ye geriledi. En büyük kaybedenler ise sırasıyla 23 ve 19 sandalye kaybeden liberal Renew Europe ve Yeşiller oldu.

İki ana aşırı sağcı oluşum aralarında sadece on üç sandalye kazandı; Avrupa Muhafazakârları ve Reformistleri (ECR) 73, Kimlik ve Demokrasi (ID) ise 58 sandalyeye sahip. Bu ikilinin birleşme şansı çok az ve AfD’nin –ikisine de bağlı değil– nereye uyum sağlayacağı hâlâ belirsiz. ECR, 2009 yılında EPP’nin fazla Avrupa yanlısı olmaya başladığını düşünen İngiliz Muhafazakârlar tarafından kurulmuştu. Aşırı sağın daha ılımlı kanadını temsil eder ve radikal sağ milletvekillerini parlamentodaki güçlü pozisyonlardan dışlayan cordon sanitaire’e [güvenlik kordonu] tabi değil. Üyeleri arasında Meloni’nin Fratelli d’Italia’sının yanı sıra Polonya’nın Hukuk ve Adalet partisi de bulunur. Buna karşın ID, Le Pen’in Rassemblement National ve Matteo Salvini’nin Lega’sının yanı sıra Estonya’nın Muhafazakâr Halk Partisi ve Vox’a ev sahipliği yaparak kabul edilemez bulunuyor.

O halde AB’de meydana gelen şey, beklenenden daha yavaş bir hızda da olsa, derin bölünmelerden etkilenen popülist-milliyetçi gruplarla birlikte parlamentonun bileşiminde sağa doğru bir kaymadır. Seçim sonuçları her zamanki gibi işlerin devam edeceğini gösteriyor. Von der Leyen “merkezin korunduğu” ve koalisyonunun belki de Yeşiller tarafından desteklenerek bir gün daha yaşayacağı konusunda ısrar etti. Bloğun ana siyasi akımları hegemonyalarını sürdürmek için farklılıklarını bir kenara bırakmaya istekli görünüyor. Fakat Brüksel’deki pek çok kişinin de farkında olduğu üzere, bu büyük koalisyon stratejisi siyasi merkezi daha da farklılaşmamış, iktidara aç politikacılar yığını haline getirebilir, rakiplerine desteği artırabilir ve ileride sorunlara yol açabilir.

En heyecan verici ulusal yarışmalar, iç cephedeki siyasi gelişmelerin habercisi gibi görünen yarışmalardı. Fidesz’in içinden çıkıp muhalif ve ihbarcı olan Péter Magyar’ın güçlü performansı, belki de erken bir şekilde, Viktor Orbán’ın hakimiyetinin azalmakta olduğunun bir işareti olarak yorumlandı. Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi düşüşünü sürdürerek beş sandalye kaybetti ve Donald Tusk’ın Sivil Platformu’na daha fazla zemin kaptırdı. Meloni, destekçilerine seçmen kağıtlarına “Giorgia” yazmalarını söyleyerek oldukça kişiselleştirilmiş bir kampanya yürüttü ve oyların %30’undan biraz azını alarak 14 ekstra sandalye kazandı. Bu arada Scholz’un SPD’si hem ana muhalefet hem de AfD tarafından geçildi ve görevde daha ne kadar kalabileceği konusunda spekülasyonlara yol açtı.

Fakat ulusal düzeyde en fazla drama ödülünü kazanan Fransa oldu. Rassemblement National seçimleri Macron’un ikinci dönemi için bir referandum olarak değerlendirdi ve cumhurbaşkanının seçim oluşumunun iki katından fazla oy aldı. Parti socialiste’den [Sosyalist Parti] Raphaël Glucksmann, yeni ortak listesi için Macron’un partisi ile aynı sayıda on üç sandalye kazanarak merkez solda yeni bir figür olarak ortaya çıktı. La France insoumise [Boyun Eğmeyen Fransa] %10 oy ve dokuz yeni sandalye kazanmış olsa da, parçalanmış NUPES ittifakının diğer partileri genel olarak kötü bir performans sergiledi. Sonuçlar ışığında Macron hükümeti feshetti ve 30 Haziran ve 7 Temmuz için yeni yasama seçimleri planladı. Bu, RN’nin blöfünü görmeye yönelik bir girişim gibi görünüyor. Aşırı sağ hükümete hazır olduğunu söylüyor fakat yaklaşan oylamayı kazanmaları halinde liderleri Jordan Bardella Başbakan olabilir ve Macron bu pozisyonda birinin popülaritesini korumasının zor olduğunu biliyor.

Tüm bunların Avrupa siyasetindeki temel bölünme için ne anlama geldiği, AB’nin destekçileri ve eleştirmenleri arasında daha az yorumlanıyor. Siyaset bilimci Peter Mair bir keresinde bu uluslarüstü kurumun kendine özgü yapısının vatandaşların tek tek politikaları şekillendirmesini ya da bunlara itiraz etmesini zorlaştırdığını gözlemlemişti. Sonuç olarak, bu politikalara karşı muhalefet zorunlu olarak AB’ye karşı muhalefet biçimini almıştır. Avrupa şüpheciliği savaş sonrası dönem boyunca solda öne çıkarken, 1990’lardan itibaren egemenlikçi ve milliyetçi sağ ile ilişkilendirilmeye başlandı; Birleşik Krallık’ta UKIP ve Avusturya’da Özgürlük Partisi tarafından simgeleştirildi. Bu değişim hem Fransa’daki Parti communiste’in [Komünist Parti] göz alıcı düşüşünde olduğu gibi kıtanın komünist partilerinin bir seçim gücü olarak çöküşünü hem de Pasok’un 1970’lerde Avrupa entegrasyonunun baş eleştirmeniyken 1980’lerin sonunda sadık bir destekçiye dönüşmesinde canlı bir şekilde görüldüğü üzere daha geniş solun ulusal egemenlik ilkesini terk edişini yansıtıyor.

Bu yıl, aşırı sağ partiler AB tarihindeki en önemli kazanımları elde ederken, seçimler aynı zamanda bu partilerin kuruma ne ölçüde uyum sağladıklarını da yansıttı. Sert Avrupa şüpheciliğinin yerini Meloni’nin kampanya sloganı olan “İtalya Avrupa’yı Değiştiriyor” ile örneklenen ılımlı reformizm aldı. Bir zamanlar AB’den ayrılmayı savunan Wilders, kampanyanın başlamasıyla birlikte bu tutumundan hızla vazgeçti. Le Pen de 2014 Avrupa seçimlerinde “Frexit”i savunmuş ancak o zamandan beri “içeriden değişim” politikasını benimsedi.

Batı Avrupa’nın aşırı sağ partileri bu anlamda Orta ve Doğu Avrupa’daki muadillerinin stratejilerini taklit etmeye başladılar. Hukuk ve Adalet yıllardır Brüksel’le kavgalı olmasına rağmen “Polexit” fikrini hiçbir zaman ciddi bir şekilde gündeme getirmedi. Fidesz antlaşmalardan doğan yükümlülükleri nedeniyle AB ile sık sık çatışsa da gemiyi terk etmeyi düşünmüyor. Bu reformist eğilimin bir istisnası, Avro bölgesinden ayrılma ve Alman Markı’nı yeniden yürürlüğe koyma konusunda hala sert bir çizgi izleyen AfD gibi görünmektedir; fakat bu ne partinin varoluş nedeni ne de Almanya’nın kültür savaşlarını körüklemedeki rolüne çok daha fazla borçlu olan başarısının nedenidir.

Bu ılımlı eğilimin bir nedeni Brexit’tir: anayasal bir krize yol açarak ve iç göçü kesemeyerek Avrupa’nın aşırı sağına AB’den ayrılmanın yararları konusunda temkinli olmayı öğreten bir olay. Bir diğeri ise üye ülkelerin çoğunun halkları arasında bloğa verilen desteğin devam etmesi. RN ve Fratelli d’Italia gibi grupların kararsız seçmenlere kur yaparak geleneksel sağ partilerin yerini almaya çalışmasıyla birlikte, AB karşıtı pozisyonlar bir seçim yükümlülüğü haline geldi. Bu tür partilerin liderleri genellikle gözü kara ideologlar olarak lanse edilse de gerçekte çoğu esnek pragmatistlerdir. AfD’nin Maxmilian Krah’ı gibi çok katı olanlar ise genellikle kendilerini marjinalleşmiş olarak buldular. Son yıllarda Avrupa’nın popülist güçleri Brüksel hiyerarşisi içinde yavaş yavaş asimile oldular. Bu seçim, bazılarının tahmin ettiği gibi onların zirveye yükselişini görmemiş olabilir. Ancak Avrupa şüpheciliği ile yollarını ayırarak yükselişlerini kolaylaştırmaya istekli olduklarını gösterdi.

Çok Okunanlar

Exit mobile version