Çevirmenin notu: Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un bu ayın başında Atlantik’in öte yakasına yaptığı dört günlük ziyarette ağzından “karşılıklı dostane ilişkilerin” süreceğine dair taahhüt çıksa da ziyaretin arka planındaki meseleler farklıydı. Macron, ortağının huzuruna bir çanta dolusu şikayet ve suçlamayla beraber gelmişti. Fransa lideri, ziyaretten bir gün evvel ve ziyareti sırasında yaptığı açıklamalarda ABD ve AB ekonomilerinin Amerikan topraklarındaki şirketlere sunulan devasa sübvansiyonlar eşitsiz konumda olduğunu tekrar etti. Fransız gazetesi Les Echos, modern Amerikan siyasetinin ana ilkesini şu şekilde yorumladı: “Önce Amerika, en son Avrupa mı?” Ayrıca Macron, Enflasyonu Düşürme Yasası’nın müzakere edildiği esnada kimsenin kendisiyle temasa geçmeye çalışmamasını “şaşkınlıkla karşıladığını” belirtti. Fransa’nı 1 Ocak’tan 30 Haziran’a kadar AB dönem başkanlığını üstlendiğini anımsatan Macron, “Bir dostunuz olarak saygı görmek istiyoruz” dedi. Le Figaro gazetesinin Washington muhabiri Philippe Gelie, bu sözlerin Macron’un dört yıl önce ABD Başkanı Joe Biden’ın selefi Donald Trump’a söylediği sözlerin yaklaşık olarak aynısı olduğunu anımsattı. O dönem Macron, Beyaz Saray’ın “Avrupalı ortaklarının” çıkarlarını hesaba almaya pek meyilli olmayan eski sahibine “Müttefikler arasında ticaret savaşı olmaz” demişti. Fransa Cumhurbaşkanı, Biden’ın ağustos ayında imzaladığı Enflasyonu Düşürme Yasası’na isyan etmişti; zira yaklaşık 400 milyar dolarlık bir sübvansiyon paketi içeriyordu. Amerikan ekonomisinde “karbondioksit emisyonlarını azaltma” hedefinin yer aldığı yasanın hedefinde, esas olarak Avrupalı şirketler vardı. Rus siyaset bilimci Andrey Kadomtsev, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın Uluslararası İlişkiler Dergisinde yer bulan makalesinde, iktisadi ilişkilerden Biden ABD’sinin Avrupa’ya Trump’tan çok daha fazla zarar getirdiği ve Washington’un korumacı politikalara geri dönmeye başladığı değerlendirmesini yapıyor.
“Trump’tan da kötü”: Biden’ın ekonomi politikası AB’yi daha da sert vuruyor
Andrey Kadomtsev
16 Aralık 2022
Fransız gazetesi Le Monde, yazarının “Biden’ın AB ekonomisi açısından Trump’tan daha kötü olduğunu kanıtladığını” iddia ettiği bir makale yayımladı. Bu makale ise durumu daha detaylı inceleyecek.
ABD’nin ticaret politikası, 19. yüzyılın tamamı boyunca istikrarlı bir korumacılık sergiledi. Ancak 1930’larda Franklin Roosevelt iktidara gelince durum değişmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin küresel ekonomideki payı yüzde 50’yi geçti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Washington, sonraki yıllarda “ticaret serbestisi”nin önde gelen bir savunucusu haline geldi. Buna rağmen ABD, yerli üreticilerin çıkarlarının tehlikeye düştüğü her durumda müttefikleri üzerinde baskı kurmak için jeopolitik üstünlüğünü kullanmaktan geri durmadı.
Korumacılık paradigmasına dönüş, 2008’de patlak veren küresel mali krizden sonra kendini yeniden hissettirdi. Buna eklenen bir diğer faktör de Çin’in ekonomik büyümesindeki hızlanmaydı. Obama görevdeyken, ABD’nin bilhassa önemli gördüğü sektörlerdeki rekabeti örtülü bir biçimde kısıtlayan bir ticaret birliği politikası geliştirmeye çalıştı. Trump yönetimi bu konuda hiç “gözünü budaktan sakınmadı” ve hem muhaliflere hem de potansiyel müttefiklere gümrük vergisi darbeleri indirdi. Ayrıca The Economist’e göre Cumhuriyetçi Başkan, devlet satın alma sözleşmelerinin Amerikalı tedarikçilerle yapılmasını teşvik eden en az on kararname imzaladı.
Trump’ın mağlubiyeti ve Josef Biden’ın gelişi, AB genelinde geniş kapsamlı bir rahatlamaya ve aynı şekilde beklentilerin yükselmesine neden oldu. Trump’ın retoriği karşısında korkuya kapılan Avrupalılar, geleneksel düzeni temsil eden bir başkanın dönmüş olmasını memnuniyetle karşıladılar. Biden, Amerika’nın temel dış politika taahhütlerini koruma planlarını açıkladı. Fakat Washington, Avrupa için endişe verici görünen sinyaller göndermeyi sürdürdü. Örneğin, yeni Dışişleri Bakanı Antony Blinken, AB’yi Çin ile yatırım anlaşması yapmaması konusunda defalarca uyardı. Söz konusu anlaşmanın 2020’in sonunda imzalanmasının ardından Biden’ın temsilcileri derin hüsran yaşadıklarını dile getirdi.
Göreve başladıktan kısa bir süre sonra Biden, Amerikan devlet şirketlerine yabancı mal ve hizmet alımına yeni kısıtlamalar getiren bir kararname çıkardı. ABD hükümetinin yıllık satın alma bütçesi 600 milyar dolardan fazla. Biden’ın kararnamesi, devletin elindeki işletmelerin tüm bu bütçeyi en başta “Amerikan üretimi” mal ve hizmetlere harcamasını şart koşuyordu. Böylelikle kendisini Trump’ın düşmanı olarak konumlandıran yeni başkan, fiilen selefinin politikasını sürdürmüştü. Trans-Atlantik ilişkilerde, Trump’ın güttüğü “Önce Amerika” politikasının tetiklediği soğumanın Washington’u hiç ürkütmediği ortaya çıktı.
Avrupa, Trump’ın gidişiyle ABD ile “özel ilişkileri” sürdürme mücadelesinden sonuç alamayacağının iyiyden iyiye farkına varıyor. Avrupa Birliği, bundan ziyade artık Washington’u “özel” ilişkilerde uzun vadeli çıkarları korumanın önemi konusunda ikna etmeyi sürdürmek zorunda kalacak. Avrupalı uzman İvan Krastev’in bir yıl önce işaret ettiği gibi, “Amerikalılar Avrupa’ya dünyanın değiştiğini izah etmeye çalışıyor”. Eski düzene dönüşe dair fikirler birer illüzyondan ibaret. Avrupa Birliği, Avrupalıların güçlü yanları olarak gördüğü birçok şeyin ABD tarafından küçümsendiğini anlamak zorunda kalacak. Ortak bir Atlantik ötesi teknolojik saha yaratma fikri böyle bir şey. ABD, Biden ile birlikte böyle bir şeyin olmayacağını açıkça ortaya koyuyor: “Amerika bölgesi, Çin bölgesi ve bir teknolojik duvar olacağını düşünüyorlar. İki bölgede birden iş yapmak imkansız hale gelecek, standartlarda sorunlar başlayacak.”
Biden’ın Avrupa’ya yaptığı ilk ziyarette, Amerikan tarzındaki “normlara dönüşün” politika değil, yöntem değişikliği gerektirdiği açığa çıktı. Biden gümrük vergilerini artırmıyor. Hatta uçak üreticilerine sübvansiyonları ve ABD ile Avrupa arasındaki çelik ve alüminyum üzerindeki gümrük vergilerine dair anlaşmazlıkları çözmeyi bile kabul ediyor. “Stratejisi, iç pazarın korunmasına odaklanarak kârdan çok sanayiye yönelik.” Biden, seçim kampanyası sırasında dış politikayı “Amerikalı işçilere daha fazla yarar getirecek” şekilde değiştirme sözü vermişti.
Le Monde’a göre genel manada Biden, bu farklılaşma dahilinde sadece korumacılık değil, milliyetçilik politikasına da geri döndü. Biden, Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Kıl” [Make America Great Again] sloganı yerine kapsamlı bir strateji ortaya koydu: “ABD’nin üretimini ülkeye taşıyacağız.” Biden yönetimi, mikro çip endüstrisini sübvanse etmek için 280 milyar dolar, sözümona enflasyonu düşürme yasası [IRA] kapsamında diğer sektörlere 370 milyar dolar ayırıyor. Avrupa’yı endişelendiren şu: “Bunca yıldır dünyaya korumacılığa karşı ihtar veren Amerika, şimdi bunu destekliyor. Ülke, katma değer yaratmadaki stratejik zincirleri ülkesine geri gönderme zamanının geldiği konusunda fikir birliğine vardı.” Bu arada üretim tesislerinin büyük bir kısmını kaybeden AB’nin, artık denizaşırı ortağının bu beklenmedik hareketine nasıl yanıt vereceği konusunda hiçbir fikri yok.
Ağustos ayında kabul edilen Enflasyonu Düşürme Yasası, aslen ABD ekonomisinin karbondan arındırılmasını teşvik etmek için yüz milyarlarca dolar değerinde sübvansiyon tahsis etmek üzere tasarlandı. Avrupa Birliği yıllardır ABD’yi olumsuz iklim değişikliklerine karşı önlemlerin uygulanmasını hızlandırmaya çağırıyordu. Fakat Biden yönetiminin “yeşil tedbirlerinin” kapsamı, tıpkı uygulamada olduğu gibi, Avrupalı yetkilileri ve sanayicileri şoka sürükledi. Batılı gözlemciler, Ukrayna ihtilafı devam ederken “Batı’nın daha güçlü konsolidasyonu” yönündeki resmi beyanlara rağmen, yeni bir ticaret savaşı tehdidinden bahsetmeye başladılar.
Kasım ayında Fransız gazetesi Le Figaro, AB İç Pazar Komiseri Thierry Breton’un “Avrupa’ya yerleşmekle hiçbir ilgisi olmayan 367 milyar dolar değerindeki devasa sübvansiyonları” eleştirdiğini aktardı. AB yetkilisine göre Beyaz Saray’ın girişimlerinin ardında ABD şirketlerine rekabet avantajı sağlanması yatıyor. İlk itiraz edenlerden biri Paris oldu. Fransa Ekonomi Bakanı Bruno Le Maire, Biden’ın ekonomi politikasının ABD ve Çin’in gerisinde kalan Avrupalıların “teknolojik, endüstriyel ve ekonomik geri kalmışlığını” ağırlaştırabileceğine dikkat çekti. Bu, dünyanın en büyük iki ekonomisine “tam yetki veriyor”.
Biden yönetiminin tahsis etmeyi planladığı sübvansiyonlardan aslan payı, işletmeleri ABD’de veya Kanada ve Meksika’da bulunan şirketlere gidecek. ABD topraklarında üretilen “yeşil” ürünlerin tedarikçileri, perakende fiyatının yüzde birkaç düzinesine ulaşabilen vergi muafiyetleri isteme hakkına sahip. AB’de üretilen ithal ürünler bunlardan istifade edemeyecek. AB liderliği, bu sözde “destek tedbirlerinin” DTÖ tüzüğünde teminat altına alınan uluslararası ticaret ilkeleriyle açıkça çeliştiğini savunuyor. ABD, AB’nin feryadının haksız olmadığını kabul etmeye de hazır. Fakat her şeyden önce Washington, bu yasanın siyasi skandala batmış Kongre’nin onayını almasının tek yolunun bu olduğunu söylüyor. İkincisi, hiçbir şey Avrupalıları DTÖ’ye şikayette bulunmaktan alıkoyamaz. Ancak işin püf noktası, Trump gibi Biden’ın da uluslararası ticaretin tüm mimarisinde “reform” yapılması gerektiği bahanesiyle Dünya Ticaret Örgütü’nün organlarına keyfi olarak yeni üye atanmasını engellemesi.
IRA, ABD ile AB arasında büyüyen sayısız ekonomik anlaşmazlığın en son örneklerinden yalnızca bir tanesi. Bu yıl, doğu yarımkürenin ordularıyla yeni sözleşmeler konusunda Amerikan ve Avrupalı silah üreticileri arasındaki daha şiddetli bir mücadeleye sahne oldu. Brüksel makamları, AB’nin iç pazardaki payı yüzde 40’a düşen üretim sektörünü korumak için tedbirler alıyor. Bu mücadelede gözle görülür sonuçlar elde edilecekse, Amerikalı silah tedarikçilerinin Avrupa pazarındaki varlığının kısıtlanması elzem. Bu tedarikçiler, Washington’dan doğrudan ve dolaylı kayda değer miktarda sübvansiyon alıyor. Fakat, AB’den gelen mali yardımlar makul olarak sınırlı. Ayrıca, aynı zamanda NATO üyesi olan birçok AB üyesi, ABD’den silah alımını ilave askeri ve siyasi garantilere yapılan yatırımlar olarak görüyor.
Amerika, yaptırıma dayalı bir politika yoluyla bile kendisine tek taraflı ekonomik avantajlar sağlıyor. Ukrayna’daki ihtilafın şubat ayı sonunda yeni bir boyuta ulaşmasının ardından Biden’ın Rusya’ya karşı yaptırımlara yönelik tüm girişimleri Avrupalı siyasi çevrelerde coşkuyla karşılanmıştı. Washington, “Rusya’yı kontrol altına alma” zaruretine ilişkin söylemini durmaksızın şiddetlendiriyor ve AB’nin Moskova’ya yönelik yaptırımları sıkılaştırmasına neden oluyor. Bununla birlikte hammadde tedariki ve Rusya ile ticarete dönük yeni kısıtlamalar, birçoğu Amerikan şirketlerinin kayda değer rakipleri olan doğu yarımküre üreticilerine hissedilir zararlar veriyor. Şu an AB ülkeleri, Rusya’dan çok daha ucuz boru hattı gazı yerine, ABD’den pahalı sıvılaştırılmış doğalgazı alımını giderek artırmak zorunda. Nihayetinde düzenli olarak, yükselen maliyetler nedeniyle Avrupa’daki üretimin ABD’ye kaydığına dair haberler geliyor.
Biden’ın zaferinin ardından ortaklar ve vekiller, yeni başkanın “ABD’nin müttefiklik taahhütlerine dönüşe” dair sözlerinin ardından, en azından Trump yönetiminin Avrupa ve Asya ülkelerine uyguladığı sayısız ekonomik cezayı hafifletecek hamlelerin geleceğini zannettiler. Fakat Biden’ın görevdeki iki yılı, Demokrat başkanın da yalnızca Amerikan ekonomisini canlandırmaya yönelik tedbirlere odaklandığını gösterdi.
Koronavirüs pandemisinin sona ermesiyle Amerikan ekonomisini eski haline getirme ve kontrolden çıkan enflasyonla mücadele etme zamanı geldi. Biden’ın azalan popülaritesi ve ara seçimlerde Kongre’nin alt kanadını kaybedeceği bir ortamda Beyaz Saray, ulusal rekabet gücünü güçlendirme yönündeki çıkarlarına ters düşecek tedbirleri kaldıramaz. “Çin’le mücadele” gündemi, Amerika’nın yeniden sanayileşmesini kastediyor. Ayrıca, ülke ekonomisinin hızlı bir şekilde karbondan arındırılmasına dönük planlar, ekonominin birçok sektöründe teknolojik paradigmanın değiştirilmesini gerektiriyor.
Son seçimlerde Trump’ın yenilmesine rağmen kâr odaklı politikası Amerikan seçmeninin yaklaşık yüzde 50’sinin desteğini almaya devam ediyor. İzolasyoncu duygudurum da müesses nizam içinde güç kazanıyor. ABD’nin “devasa ve büyüyen” bir iç pazara ve küresel askeri varlığını sürdürmeyi mümkün kılan finansal fırsatlara sahip dünyanın tek gücü haline geleceğine dair inanç oldukça popüler. Bu modelde, ekonomik sorunlar, artan borç yükü, yaşlı nüfustaki kronik işsizlik ve artan eşitsizlik nedeniyle Avrupa’nın istikbalinde istikrarlı bir çöküş gözlemleniyor. Öngörülen neticelerden biri, milliyetçilik ve korumacılığın patlak vermesi. Amerika, bu bakış açısı doğrultusunda ilerisi için plan yapıyor.
Biden, ülke içindeki endişeler ve Avrupa’nın yıllardır var olan inançlarına oynayarak başarılı bir biçimde ülkesi adına tek taraflı avantajlar sağlıyor. Amerikan müesses nizamı, mevcut başkan şahsında, eşit koşullarda rekabet girişimlerinin ABD’nin çıkarlarına tecavüz olarak algılandığını açıkça ortaya koyuyor. AB için tehlikeler giderek artıyor: Avrupalılar, Washington’un baskısına boyun eğdikten sonra her seferinde dünyanın en iyi ekonomilerinden biri olma konumlarını geri dönülmez bir şekilde kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar.