DÜNYA BASINI

Britanya öldü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Özgür dünyanın kalpleri sizinle…” Bu, Margaret Thatcher’ın 1981’de Pakistan’a yaptığı gezi sırasında Afgan cihatçılara hitaben söylediği sözdü. Bu sözler, Arjantin’in Eurobond dolandırıcılığına kurban gittiği dönemde sarf edilmişti. Ancak Britanya’nın enkaza çevirmeye kararlı olduğu yerler sadece yabancı topraklar değildi. Thatcher Britanyası, yani 1980’li yıllar yoksulluk ve işsizlik görüntüleriyle doluydu. Kömür madenleri kapatıldı ve kamunun elinde ne varsa özelleştirildi. Ülke göç vermeye başlamıştı; daha az insan evleniyordu, enflasyonun yüzde 3’e düştüğü kalıcı bir durgunluk vardı, imalat ve kamu harcamaları düşmüştü, ev fiyatları ve faiz oranları fırlamıştı ve vaaz edilen “yuppie” dönemi yaşanamamıştı. Londra, ABD’nin Afganistan’daki cihatçıları finanse etmesine, silahlandırmasına ve eğitmesine yardım ve yataklık ederken, sıradan vatandaşın cebinde sadece ekmek kırıntıları kalmıştı. Cyclone Operasyonu sırasında ABD, Usame bin Ladin ve arkadaşlarına 20 milyar dolar harcadı ve Thatcher, “bu haklı davaya” bir miktar pound’la destek sundu. Britanya’da yaşanan isyanlar hükümetin dış politikasından değil, kamu varlıklarının — telefon hatları, elektrik santralleri, demiryolları — yangından mal kaçırır gibi, en yüksek teklifi verene satılmasından kaynaklanıyordu. 2010’lara gelindiğinde David Cameron, Ulusal Sağlık Hizmetinin açık artırmaya çıkarılması ve posta hizmetinin parça parça satılmasına ön ayak oldu ve 2011 Londra isyanları başladı. David Cameron da tıpkı Thatcher gibi vergi mükelleflerinin paralarını Suriye’deki cihatçı gruplara gönderdi. Fakat Cameron için sonuç aynı olmayacaktı; ABD’nin yavaş ama emin adımlarla çökmeye başlamasıyla Britanya kendini yalnız buldu. Bir zamanlar krallığın üç sütunu olan bankacılık, deniz hakimiyeti ve hammadde egemenliği, izleri yalnızca müzede duran bir şey haline geldi. 50 yılı aşkın bir süredir Britanya’da egemen olan eski okul neo-liberal ideoloji, mevcut realiteye ayak uyduramıyor.


Britanya öldü

Samuel Mcilhagga
Palladium Magazine
27 Nisan 2023

Britanya her on yılda bir kendini krizin içinde bulur. Bu anlar, ülkenin jeopolitik öneminin ve İngiliz devletinin düşüşü üzerine nadir ve kısa süreli düşünme dönemlerinin başladığı anlar olur. Sonra kapılar kapanır, kriz ivme kaybeder ve aşırı güçlü finansal hizmetler sektörü —İngiliz kurumlarının prestijli uzun ömürlülüğü ile birleşerek— bir sonraki krize kadar düşüş eğilimlerini yumuşatır. İngiliz yönetici ve tüccar sınıfları en az bir yüzyıl daha vampir gibi finansal ve kurumsal yumuşak güçten istifade edebilir. Ancak bu anların kümülatif etkisi, İngiliz seçkinlerinin ülkenin düşüşünü önleme konusundaki derin kifayetsizliğini inkâr etmeyi giderek zorlaştırıyor.

İngiliz kurumları, küçük bir ada ülkesine göre çarpıcı miktarda yumuşak güç uyguluyor. Buranın on dördüncü yüzyıldaki bir İtalyan şehir devletinin rolünü oynadığı düşünülebilir; tarihi kültürel prestijden yararlanıyor, imparatorluk döneminden kalma seçkinlerin çocuklarını eğitiyor ve gerçekte maddi değeri olan hiçbir şey üretmezken servet ve statü oyunları alan olma işlevi görüyor.

Verimlilik, yatırım, kapasite, araştırma ve geliştirme, büyüme, yaşam kalitesi, kişi başına düşen GSYİH, servet dağılımı ve birim işgücü maliyetiyle ölçülen reel ücret artışındaki sonuçlara baktığınızda genel gidişat bariz biçimde görülüyor. Hepsi ya düşüyor ya da durgunlaşıyor. Financial Times’ın haberine göre, mevcut seviyelerde Britanya on yıl içinde Polonya’dan daha yoksul olacak ve 2024 yılına kadar Slovenya’dan daha düşük bir ortalama reel gelire sahip olacak. Pek çok taşra bölgesi halihazırda Doğu Avrupa’dan daha düşük GSYİH’ye sahip.

Yirmi birinci yüzyıl ilerledikçe tüm Avrupa yoksullaşıp zayıflarken Britanya, Almanya ve Fransa gibi akran ülkelere kıyasla çözüm bulma konusundaki göreli yetersizliği ve isteksizliği ile eşsiz. Bu, yüzyıllardır hız kazanan bir süreç ve imparatorluğun genişlemeyi sürdürdüğü 1700’lerde başlayan eğilimlere kadar uzanıyor.

Özünde, Britanya’yı Avrupa’dan ayıran, Püritanizm ve Cromwellyan cumhuriyetçiliğinde en iyi şekilde ifade edilen, kendine özgü yenilikçi ve ahlakçı kültür, kendi ülkesinde aristokrasi tarafından ezilirken bile Amerika’nın doğu yaka seçkinlerine akmaya devam etti. Başka yerlerde Washington, Napolyon, Garibaldi, Bismarck, Meiji İmparatoru, Lenin, Mao ve Nasır tarafından temsil edilen İngiliz modernleştirici sınıfı, çok daha önce İngiliz İç Savaşı ve Şanlı Devrim sırasında da ortaya çıkmıştı. Bu Amerika’da 1776’da, Fransa’da 1789’da, Japonya’da 1868’de ve Çin’de 1949’da meydana gelen yeniden kuruluş anını Britanya’ya getirmeyerek erken bir ölümle dünyadan göçtü.

Başta avantajlı bir ilk hamleci olma statüsü nedeniyle Britanya, artık mazideki çağların rantıyla yaşamaktan memnun olan güçlendirilmiş bir seçkin kesime sahip. Sosyal düzenini eski aristokrasinin kültürel mirası oluşturuyor, Londra’daki finans simsarları tarafından destekleniyor ve daralan bir orta sınıfa hizmet ediyor. İdari ve siyasi sınıflar, ne klasik anlamda bilgi edindiren genelcilik ne de derin teknik uzmanlık işleriyle ilgilenen bir amatörlük kültürü geliştirdi. Bunun modern sonucu spekülatif, danışmanlık ve finansal hizmet işlerini imalat, araştırma ve üretimden daha fazla teşvik eden bir sistem.

Britanya, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki ortaklık tarafından yönetildiği kadar aristokratik olmayan bir aristokrasi ve üretken olmayan bir burjuvazi. Eski idari üst sınıf artık toprak ya da patronaj yoluyla güç sahibi değil. Tüccar orta sınıf çok az yenilikçi değer üretiyor, en prestijli sektörü Londra’daki aile ofisleri ve ticari bankaları aracılığıyla diğer ülkelerin artı fonlarına hizmet etmek.

Sanayi çağının hegemonu olmasına rağmen Britanya, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ABD ve Almanya’nın kimya, ulaşım, işgücü verimliliği ve organizasyonel yöntemlerde kendisini geçmesini sağlayan mekanizmaları hiçbir zaman geliştirmedi. Londra’nın ilk hamle avantajları derin dezavantajlara dönüştü. Britanya hasta değil, İngiliz seçkinleri yaşlı emekliler gibi; en parlak dönemlerinde aşırı başarılı oldular, şu an son yatırımlarını ve birikimlerini çekiyorlar ve bu bağ evinin yıkılmasını öylece izliyorlar.

1902’den bu yana Britanya hükümetindeki pek çok kişi, büyük bir gerileme yaşanması ihtimalinden haberdardı ama yine de siyasi düzenin kendisini riske atabilecek bir rota değişikliği konusunda hiçbir teşebbüste bulunmadı. Ülkenin seçkinlerinin ufalmasının tüm etkilerini hissetmesi için bir yüz yıl daha geçmesi ve Britanya’nın tamamen dağılması gerekebilir.

Duraksamış canlanma

Kamuoyundaki sessizliğe rağmen bu sorunlar Downing Street’in koridorlarında yüzyılı aşkın bir süredir fısır fısır konuşuluyor. 1800’lerin sonunda imparatorluk zirvesindeyken bazı şahsiyetler endüstriyel ve bilimsel gelişmedeki gecikmenin Britanya’nın Almanya ve Amerika’ya göre nispeten daha düşük GSYİH büyüme oranlarına sahip olmasına yol açtığını fark etmeye başladı. 1902 yılına gelindiğinde Britanya’nın gerilemesinin nedenlerini bulmak ve düzeltmek imkânsız hale gelmeden önce bir çıkış yolu çizmek üzere sistematik girişimler başladı. Sömürgeci Cecil Rhodes ve devlet adamı Lord Milner’ın genelci imparatorluk idari sınıfını reforme etmeye yönelik ilk teşebbüsleri meyve vermedi.

Fabian cemiyetinden sosyalist çift Sidney ve Beatrice Webb, Coefficients adlı bir yemek kulübünde en önde gelen reform girişimlerinden birini organize etti. Grup, muhafazakâr paternalizm, liberal emperyalizm ve Fabian sosyalizminden Edward dönemi seçkinlerinin bir kesitini bir araya getirdi. Grupta erken dönem jeopolitikçilerden Halford John Mackinder, filozof Bertrand Russell, bilim kurgu yazarı H.G Wells ve Lord Milner’ın yanı sıra çok sayıda iş insanı, askeri yetkili, bilim insanı ve milletvekili yer alıyordu. Sonuçta bu kesit, İngiliz seçkininin genelini felç eden açmazları tekrarlamaktan başka bir işe yaramadı; imparatorluk konusunda birleşemeyen Coefficients 1909’da dağıldı. Wells daha sonra biyografisinde hepsinin kabul ettiği temel mesele üzerine fikir yürütecekti:

“Britanya’nın olası liderliğine olan inanç, Amerika’nın iktisadi kalkınması ve Almanya’nın cüreti karşısında yavaş yavaş azalmıştı. Victoria’nın refah dolu saltanatı tembellik alışkanlıkları yaratmıştı. Halk olarak eğitimden uzaklaşmıştık… Üniversitelerimiz yeni zamana ayak uyduramamıştı; avantajlarıyla korunan yönetici sınıfımız kolaycı ve son derece tembeldi… ‘Verimlilik’ daha çok ukalalık olarak algılanıyordu.”

Devamında gelen iki dünya savaşının yarattığı baskı İngiliz devletini yüksek kapasite düzeyini ve etkili biçimde harekete geçme kabiliyetini korumaya zorladı. Sonuç olarak devlet kapasitesi değil ama iktisadi ve bilimsel üretkenlik daha geniş çaplı bir gerilemeye neden oldu.

Churchill’in bilim danışmanı Frederick Lindemann ile olan dostluğu sayesinde siyaset dünyasıyla da ilişkisi olan bilim insanı Sir Henry Tizzard, 1948 yılında İngiliz Bilimi İlerletme Derneği’ne şunları söylemişti:

“Bilimsel ve endüstriyel araştırmaların niteliği ve niceliği bakımından [Amerikalıların] bizden üstün olduğu söylenemez. Ancak bizden daha yüksek bir ortalama teknoloji standardına ve sanayinin idari kontrolünde çok daha fazla oranda yüksek bilimsel eğitime sahip insanlara sahipler. Teknolojik eğitimde eşzamanlı bir genişleme olmadığı sürece araştırmadaki genişleme umulan sonucu vermeyecektir.”

Tizzard, İngiliz ordusunun Soğuk Savaş dönemindeki bilimsel stratejisini yönlendiren ve kısa ömürlü olan Savunma Araştırma Politikaları Komisyonu’na liderlik etti. Komisyon, 1947’den 1963’e kadar görev yaptı. Fakat tavsiyelerinin devletin aldığı kararlar üzerinde çok az etkisi olduğu görüldü. Tizzard, Komisyon’un kuruluşundan birkaç yıl sonra, finansmanı uzun vadeli araştırmalardan kısa vadeli askeri meselelere kaydırma baskısıyla karşı karşıya kaldı. 1951 yılında Tizzard öfkeyle şöyle yakındı: “Mevcut programdaki hiçbir madde bilimin yeni bir uygulaması değil. Hiçbir şey yok. Sunacak hiçbir sürprizimiz yok.”

Netice olarak Tizzard tarafından özetlenen sorunlar 1960’lara gelindiğinde daha da kötüleşmişti. Buna karşılık İşçi Partili Başbakan Harold Wilson, 1963 “Teknolojinin Zirvesi” programı ve Endüstriyel Yeniden Yapılanma Kurumu’nun (IRC) kurulması kapsamında ülkenin verimliliğini canlandırmaya yönelik sınırlı birkaç teşebbüste bulundu. Tekstil firması Courtaulds’un başındaki Sir Frank Kearton tarafından yönetilen IRC, karşılaştırmalı ihracat avantajlarına sahip orta ölçekli imalat sanayileri arasında birleşmeleri zorlamak için uzun vadeli bir endüstriyel planlama görevine sahip bir “ticari kamu bankası” olarak çalıştı. Amaç, İngiliz sanayisini ölçek ekonomilerinin izinden gitmeye zorlayarak kitlesel tüketici ve yüksek teknolojili bir üretim üssü yaratmaktı.

IRC kısa bir süre için GSYİH büyümesini artırarak umut vaat etse de hemen sonra hem harcama kesintileri hem de yüksek enflasyon, enerji kıtlığı, Bretton Woods sisteminin ortadan kaldırılması ve Londra’nın Avrupa Topluluğu’na girmesi ile karakterize edilen uluslararası pazar tarafından geride bırakıldı. Resmi ve gayri resmi imparatorluğun sona ermesiyle Britanya’nın dünya genelindeki enerji kaynakları üzerindeki kontrolünün azalması, finansman için büyük fazlalara ihtiyaç duyan sosyal demokrat düzeltmelerin kısıtlanmasını da beraberinde getirdi.

27 Ekim 1970’te yeni Muhafazakâr Şansölye Anthony Barber, IRC’nin kapatılacağını duyurdu. Bunun üzerine İşçi Partisi milletvekili, elektrik mühendisi ve petrol yöneticisi Raymond Carter, Avam Kamarası’nda IRC’yi savunan bir konuşma yaptı:

“Her Amerikalı işçi, İngiliz işçinin arkasındaki sermaye miktarının iki katını alıyor… Bir Alman işçinin arkasındaki sermaye miktarı ise yüzde 50 daha fazla. Ulusumuzun başını ağrıtan kritik sorun sermaye yatırımıdır… Gerçek şu ki IRC bize 30 yıl önce lazımdı.”

Carter’ın Britanya’nın rotasını tersine çevirme konusundaki son şansının 1940’ta, yani 30 yıl önce olduğu yönündeki analizi doğru. İkinci Dünya Savaşı ve ardından gelen borç artışı ve dekolonizasyon, İngiliz seçkinlerinin ve kurumlarının üstesinden gelemeyeceği, geri dönülmez bir dönem olduğunu ispatladı. Esasında Komisyon ve IRC gibi savaş sonrası teknokratik düzeltmeler ölmeye mahkûm operasyonlardı. Onları ölümcül bir şekilde kısıtlayan şey sadece kısa vadeli bütçe kesintileri değil, temelden değişen dünyaydı.

Britanya’nın hala jeopolitik zincirlerinden kurtulabileceği ve düşüşünü tersine çevirebileceği umudu mevcut. Eski Vote Leave direktörü Dominic Cummings, Boris Johnson’un yeni özel kalem müdürü olduğu sırada bu ismi kısaltılan kuruluşların mücadele etmeye çalıştığı sorunlardan ötürü hüsrana uğradı. Bunun üzerine 2020 yılında bir blog yazısı hazırlayarak “veri bilimcileri, proje yöneticileri, politika uzmanları ve çeşitli tuhaf tiplere” çağrı yaptı. Cummings’in fikri, yönetici sınıfındaki “kendine güvenen devlet okulu blöfçüleri” mirasını istihdam ederek bir düzeltici oluşturmaktı: “Gerçek jokerler, sanatçılar, hiç üniversiteye gitmemiş insanlar.”

Cummings, derin teknik uzmanlığın, “insanların uzmanlık kazanamayacakları şekilde karıştırıldığı” bir sistemin yerini alması gerektiğine inanıyordu. İngiliz idari dünyasına yönelik eleştirisi nispeten güçlü olsa da İngiliz siyasi sisteminin uzun vadeciliğe imkân tanıyacak kadar tutarlılık sağlayacağı varsayımı hatalıydı. Hizip çatışmaları sadece birkaç yıl içinde hükümette çok sayıda değişikliğe yol açtı.

Kendisini açık görüşlü bir realist olarak tanımlamasına rağmen Cummings, köklü bir reforma tabi tutulmuş herhangi bir kamu hizmetinin tabi olacağı jeopolitik ve iktisadi kısıtlamaları da ciddi anlamda hafife aldı. Sistemi içeriden reforme etmeye çalışırken sistem tarafından geri püskürtüldü. Cummings, görevi bırakmadan aylar önce daha büyük bir fikir ortaya atarak PwC, McKinsey ve diğerlerine giden 2,6 milyar pound’luk dış kaynaklı harcamaların yerini alacak devlet tarafından işletilen —daha az danışman istihdam edilmesi için danışmanların işe alınması da dahil olmak üzere— bir “Kraliyet Danışmanlığı” oluşturulmasını önerdi. Ayrılmasından birkaç hafta sonra bu fikir, birincil iş yerine “danışmanlık harcamaları konusunda tavsiyede bulunma” görevine indirgendi.

Nihayetinde bu en teknokratik politika düzeltmesi, gerilemenin yönetilmesine dönüştü. Yumuşak gücü ve yüksek maaşlı finansal hizmetleriyle övünen Britanya’nın reformcuları bile toplumun her katmanını etkileyen beşerî sermaye sorununu büyük ölçüde hafife alıyor. Kendisini ABD ve Avrupa Birliği ile kıyaslamasına rağmen, onların üretken gücünden ve yüksek vasıflı nüfusundan yoksun. Londra’nın mali gücü olmasaydı, IMF tarafından öngörülen ekonomik küçülme şüphesiz çok daha kötü olurdu. İngiliz devletinin çetin kısıtlamalarını değerlendirmede ve maddi açıdan üretken bir sosyal düzen inşa etmede kuşaklar boyu süren başarısızlığının ardından, seçkinleri yönetime olan ilgilerini temelden kaybetmiş görünüyor.

Sentetik elitin sosyolojisi

Britanya’nın idarecilik kültürü, siyasi ve idari seçkinlerinin kültürünü ve önceliklerini ifade eder. Bu kültürle ilgili sorular nihayetinde seçkin sosyolojisinin soruları. İngiliz seçkinlerine giriş, 1854 tarihli Northcote-Trevelyan Raporu’nu etkileyen, emperyal Çin sınav sisteminin gayri resmi patronaj yapılarının ortadan kaldırılmasına yol açmasıyla nesiller boyunca resmi anlamda yavaş yavaş daha meritokratik hale geldi. Ancak gayri resmi sosyal seçilim sistemi, kurumsal hafıza ve grup sosyal mühendisliği için potansiyel maliyetleri en aza indirerek yirminci yüzyıla kadar devam etti. İngiliz kurumları, geniş bir sanayi, bilim ve ticaret imparatorluğunu yönetirken hümanist ve profesyonel seçkine öncelik vermeye devam etti.

Bu dönemin İngiliz seçkinini Avrupa’nın çoğundan ayıran şey, aristokrasisinin büyük bir kısmının kapitalist üretimi benimsemesiydi. Korumacılık konusundaki ihtilaflara rağmen yeni ortaya çıkan orta sınıf hiçbir zaman Fransız ya da Amerikalı meslektaşları gibi soylularla aynı düzeyde çatışma yaşamadı. Mesela George W. Bush ve David Cameron, bu iki seçkin sınıf başbakanının geçmişlerini karşılaştırın. Bush’un baba tarafından büyük dedesi Samuel P. Bush, teknik eğitim ve çelik demiryolu parçaları üreten bir firmanın yönetimi yoluyla ailenin siyasi hakimiyetini inşa etti.

Buna karşılık Cameron’ın babası, baba tarafından büyükbabası ve büyük büyükbabası borsacı Panmure Gordon & Co şirketinin Oxford eğitimli ortaklarıyken öbürü Sir Ewen Cameron HSBC’nin başındaydı. Anne tarafından büyükbabası küçük unvanlı bir soylu ve subay ailesinden geliyordu. İngiliz seçkininin iki büyük grubu arasındaki ayırt edici faktör, aristokratik toprak mülkiyetinden mi yoksa profesyonel sınıf mali spekülasyonlardan mı rant elde ettikleriydi. İkisi de servetlerini Bush ailesini ve Amerikalı akranlarının çoğunu zenginleştiren endüstriyel temeller üzerine inşa etmemişti.

Bush ailesinin İngiliz muadilleri —imalatçı ve altyapı sahibi aileler— genellikle Britanya Kilisesi’nden ve dolayısıyla yönetim ve siyasete giden eğitim yollarından dışlanmış konformist olmayan protestanlardı. Bunun yerine ya devletle uzaktan işbirliği yaptılar ya da üretimi aşamalı olarak durdurarak ve karlarını toprak satın almak ve profesyonel eğitim için kullanarak devlete katılmaya çalıştılar. Liberal milletvekili, Unitaryan ve vida imalatçısı Joseph Chamberlain gibi seçkin olmayan tüccarlar ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Britanya’nın ABD ve Almanya’nın gerisine düştüğü dönemde siyasi makamlara gelebilmişti.

Bunun sonucunda ortaya çıkan İngiliz devleti, aşırı derecede üretken olmayan ekonomik rant arayışına yönelmişti. Aslında Britanya’nın hayatta kalmak için kalkınmayı kovalamak gibi bir güdüsü yoktu, zira erken sanayileşmenin başat gücüydü. Sonuç olarak hiçbir zaman birincil güç ve zenginlik temeli sanayi üretimi olan ve bu nedenle bir sanayi toplumu geliştirmek ve sürdürme yönünde güçlü bir çıkarı olan bir seçkin üretmedi.

Oxford ve Cambridge’den dini ve sosyal anlamda dışlanma, orta sınıfların çoğu İngiliz seçkininin genel eğitimini paylaşmadığı anlamına geliyordu. Bu sentetik sınıf için iktidara giden yol, 19. ve 20. yüzyılların büyük bir bölümünde Oxford’un klasik Yunanca ve Latince literae humaniores dersi oldu ve bu ders genellikle İngiliz anayasa tarihine odaklanan memuriyet sınavlarına yönelik çalışmalarla desteklendi. Hem eski hem de yeni olan bu sınavlar, kurumsal ve insani bilgiye sahip ancak teknik becerisi az olan toptancı bir idari sınıf üretti. Fakat bu kısıtlamalar kaldırıldıktan sonra bile, genel eğitime yönelik eski tercih ile burjuvazinin teknik uzmanlık ihtiyacı arasındaki gerilim artmaya devam etti.

1920 yılında Oxford, kamu hizmetine giden senkretik bir teknokratik-toptancı yol yaratmak için Siyaset, Felsefe ve Ekonomi (PPE) dersini koydu. Çağdaş bir üniversite yöneticisi ve filozof olan Herbert James Paton, PPE’yi “daha yumuşak adamlar için literae humaniores’in etkisiz modern bir versiyonu” şeklinde eleştirdi.

PPE dersi İngiliz kamusal hayatında baskın olmaya devam ediyor. 2012-2017 yılları arasında Oxford Merton College’da PPE dersi veren Alman siyaset felsefecisi Matthias Brinkmann ile konuştum. “Burası hala İngiliz seçkininin eğitim alanı olduğuna dair bir hava yayıyor. Almanya’da uzaktan yakından kıyaslanabilecek bir şey yok. En iyi üniversitelerin hangileri olduğu konusunda toplumsal bir mutabakat yok… Çok düz bir hiyerarşi var,” dedi.

Dersin kendisinin derse katılanlar için değerli bir şey sunup sunmadığını merak etmiştim. Brinkmann, “Bence insanlar dersin içeriğini çok abartıyor. PPE’den önce klasikler vardı. Bir yanım içeriğin her şey olabileceğini düşünüyor. Bu büyük ölçüde koordinasyon oyunu. Eğer İngiliz seçkinleri biyokimyadan işe alınsaydı, o zaman bahsettiğimiz ders bu olurdu,” diye konuştu. PPE hayali, Fransız grand ecoles ve Alman kamu hizmetinin sıkı teknokratik huni sistemini taklit etmeye dönük gönülsüz bir girişimdi. Ancak seçkin yetiştirme yapısını reforme edecek siyasi irade ya da reformist kadrolar ve liderlerden gelen herhangi bir dış etki ile desteklenmedi. Modernist cephenin altında, on dokuzuncu yüzyılın son yarısında aktif olan aynı yetiştirme kalıpları yatıyordu.

Brinkmann, PPE dersi verirken kamu hizmetlerine katılmaya yönelik teşviklerin değiştiğini fark etmişti: “En azından 2008 mali krizinden bu yana değişen şey, insanların artık siyasete girmek istememesi. Bunun yerine finans ve danışmanlık şirketleri tercih ediliyor. Kamu hizmetine girmek isteyen çok küçük bir öğrenci azınlığı var… Kamu hizmeti sosyal statüsünü kaybetti.” J.M. Keynes ve Isaiah Berlin gibi parlak Oxford ve Cambridge figürleri kendilerini yirmi birinci yüzyılda bulsalardı, zekalarını özel sektörde kullanmak dururken devlette çalışmayı tercih edip etmeyecekleri belirsiz. Kendilerini hala kamu hizmetine adayanları hangi teşviklerin ya da eğitim unsurlarının motive ettiğini belirlemek genellikle zordur. Bunu öğrenmenin en iyi yolunun bu işi yapanlarla konuşmaya başlamak olduğuna karar verdim.

MI6’in eski Rusya masası sorumlusu Christopher Steele’in kurduğu bir istihbarat şirketinde çalışmaya başlayan eski diplomat Arthur Snell bana “30 yıl önce benimle aynı geçmişi paylaşan insanlar kente gittiler. Ama pek çoğu orduya ve dışişlerine katıldı. Bu meslekler kültürel normların bir parçası olarak görülüyordu… İngiliz —ya da daha dar anlamda İngiliz— seçkinleri, ordunun hala lüks olan bir ya da iki kısmı hariç, kamu hizmeti fikrinden büyük ölçüde vazgeçtiler,” dedi.

Kabine ticaret sekreterliğinde eski bir memur olan ve şu anda ticaret politikası üzerine çalışan Jame Kane, bana küresel rekabetin ve finansal hizmetlere para akışının kamu hizmetine yönelik teşvikleri zayıflattığını söyledi: “Hayat pahalılığını öyle bir noktaya getirdiler ki, kamu sektörü ücretlerini beklenen bir üst-orta sınıf yaşam tarzını idame ettirecek düzeye çıkarmak siyaseten imkânsız hale geldi… Sanayiye girecek aynı türden insanları işe almak için rekabet etmiyorsunuz.” Kamu görevlilerine prestij sağlaması amaçlanan çeşitli kamu hizmeti unvan listeleri —“Sir”, “Dame” veya “Commander” olma ödülü— artık bir Londra bankasında kaybedilen gelirin fırsat maliyetini telafi etmiyor.

Seçkin eğitiminin tam olarak hangi noktada olması gerektiği konusunda şaşırtıcı bir anlaşmazlık olduğunu keşfettim. Eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in eski Stratejik İletişim Direktörü James Schneider, kendi kontrolü dışındaki dışsal güçlerle karşı karşıya olan İngiliz devletinin eğitim reformları yoluyla daha etkili hale getirilemeyeceğine inanıyordu: “Eğer Kovid’e daha iyi bir karşılık verilmesini istiyorsanız, kaç kişinin klasik eğitimi aldığı ya da almadığı, sonuçları yüzde 2 ya da yüzde 3 oranında değiştirebilir.”

Diğerleri aynı görüşte değil: Mesela Kane, geniş ölçekli düşüşten muhtemelen eğitim modellerinin sorumlu olduğunu düşünüyor: “Almanya’nın Britanya ve Fransa’ya karşı neden yüzde 20’lik bir üstünlüğe sahip olduğu konusunda gerçek bir soru işareti söz konusu. Ben bunu uzun vadede becerilere yapılan daha güçlü yatırımlara bağlıyorum. Alman eğitimi, İngiliz ve Fransızlara kıyasla çok daha az seçkin odaklı, dolayısıyla çok daha vasıflı bir endüstriyel işgücüne sahipler. Bireysel çalışanların yetkinliği ve kendi kendilerini yönetme becerileri üretkenliği etkiledi.”

Eski Uluslararası Ticaret Bakanlığı Daimî Sekreteri ve Boeing Avrupa Başkanı Sir Martin Donnelly’e göre, teknik yeterlilik konusunda bu tür boşluklar onlarca yıldır varmış gibi görünüyor: “Fransa’da kamu hizmetinde çalışırken benim dönemimde üç kişiyle aynı odayı paylaşıyordum ve her biri iyi kötü birer köprü tasarlamıştı. Ben yapmamıştım.” Almanya ve Fransa’nın idari kültürlerinden kaynaklanan bu özel avantajlar, Britanya’ya kıyasla onlara küçük göreceli başarı marjları sağladı. Fakat her iki ülke de yönetim geleneklerini, yüksek enflasyon ve emtia rekabetiyle karakterize edilen yeni bir jeopolitik ve iktisadi döneme adapte olmakta zorlanıyor ve bu durum Avrupa’daki geniş çaplı mutlak gerilemeyi daha da ağırlaştırıyor.

Konuştuğum neredeyse tüm eski kamu görevlilerinin hemfikir olduğu konu, devlet kapasitesinde mutlak bir düşüş olduğuydu. Brockwell Baronu Butler ve 1988-1998 yılları arasında kabine sekreterliği yapmış olan Robin Butler bu görüşe katılmayan az sayıdaki kişiden biriydi: “Geleneksel endüstrilerimiz düşüşte. Ancak bazı sektörler, örneğin finansal hizmetler, her zaman dramatik bir büyüme halinde oldu. Başta Çin olmak üzere çok daha düşük ücretlerin olduğu ekonomilerle rekabet ediyoruz. Endemik zayıflıklarımız var ama zayıflıklar her zaman olur. Bence kalıcı bir düşüş içinde olduğumuzu söylemek çok yanlış olur.”

Fakat Schneider, daha yaygın olan görüşü özetliyor:

“İngiliz devleti çok etkin değil. Karşılaştırılabilir Avrupa ülkelerinden daha büyük ölçüde aktif şekilde parçalandı… İleride güçlü bir büyümeye sahip olacağımız kabulüne bel bağlayan bir borç dağı var, ki durum böyle görünmüyor. Üretici fiyatlarını yükselten inanılmaz derecede kırılgan tedarik zincirlerimiz var. Tarafların başlarına geleceklerle nasıl başa çıkacakları konusunda en ufak fikirleri yok.”

Kane, teknokratik kamu hizmeti aygıtına da benzer şekilde çok az ağırlık veriyor: “Kamu hizmetinin en büyük sorunu, diyebilirim ki, bir teknokrasi olarak bile etkili olmaması. Eski Babil’e kadar uzanan bürokrasi klasiklerine konu olan ölçütlerde başarısız oluyor.” Kane, örnek olarak temel kayıt tutma becerisine işaret etti: “[Bilgi] yönetim sistemi dijitalleşme ile birlikte çöktü. 2000’lerin ortasında dijitale geçtik ve bunu her türlü bilgi yönetimini ortadan kaldırmak için bir fırsat olarak gördük. Dijitalleşme, tasarruf etmek için harika bir fırsat olarak görüldü. Ne yazık ki bunun sonucu olarak elinizdeki yığınla dağınık veri.”

Bu temel etkinlik ve organizasyon kaybının sonuçları, İngiliz devletinin en kötü modern başarısızlıklarından bazılarının arkasında gizleniyordu. Snell, özellikle dış politikaya dikkat çekerek şunları söyledi: “Helmand’a gitmek yalnızca askeri kabiliyet sergileme arzusundan kaynaklanıyordu… Bu bir ölçüde kendini kandırmak. İngiliz ordusuyla brifing odalarında saatler geçirdim, size Mau Mau, Malaya ve Kuzey İrlanda isyanlarını göstererek kontrgerilla konusunda dünya lideri olduğumuzu söyleyecekler. Oysa yirmi birinci yüzyılın kontrgerillalarının ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı.”

Avrupa Birliği’nden Çıkış Dairesi’nin eski Daimî Sekreteri Philip Rycroft, aynı başarısızlıkların Britanya’nın varlığını da tehlikeye attığını düşünüyordu. Rycroft, bu yetersizliğin varlığına 2014’teki İskoçya Bağımsızlık Referandumu sırasında ilk elden şahit oldu:

“Dairede çalışırken, o zamanlar ‘Top 200’ olarak adlandırılan, tüm daimî sekreterler ve genel müdürlerle bir sabah geçirme fırsatımız oldu. Whitehall’u kayıtsız buldum… Britanya’da çevre ihmal ediliyor… Zira merkez tarihsel olarak imparatorluk kaygısı taşıyordu. Arka plandaki radyasyon hala orada. Whitehall’dayken, daimî sekreterlerin masasının etrafında otururken İskoçya hakkında konuşurdum. Duygusal bir bağ kurmalarını sağlayabilir miydim? Kampanyanın sonunda, bir anket bağımsızlığı önde gösterdiğinde, masanın etrafındaki eklemlerin beyazlaştığını görebiliyordum. Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve casuslar ‘bunun nasıl üstesinden geleceğiz?’ diye düşünüyorlardı.”

Bu ihmal ve beceriksizliğin nihai etkisi, meslektaşlar arasında işlerin yapılması konusunda karşılıklı temel güvenin sarsılması. Cummings, danışmanlığı İngiliz devletinin kendi içinde yeniden merkezileştirmeyi umarken, bana özel danışmanların kamuda çalışmasının başlıca gerekçesinin kamu hizmetindeki meslektaşlarından kaçmak istemeleri olduğu söylendi. Donnely, “McKinsey’e girerseniz, çok sayıda kamu işi alırsınız zira bakanlar artık memurlarına güvenmiyor,” dedi. Kendinizi gerçekten müttefik olarak bile görmediğinizde, devletin en önemli işleri söz konusu olduğunda dahi işbirliği yapmak için çok az neden kalır.

Nihayetinde İngiliz devletini felç eden şey güven, yetkinlik ve ortak hedeflerdeki bu tam ölçekli çöküş. Seçkinlerinin post-endüstriyel güç ortamına uyum sağlamadaki kuşaklardır devam eden başarısızlığı yapısal sorunları daha da derinleştiriyor. Kendi sanayi, üretim, bilim ve devlet kapasitesini değerlendirememesi Britanya’nın sistematik olarak aşırıya kaçmasına neden oldu. Teknokrasinin artmasına yönelinmesi, birbirini izleyen İngiliz hükümetlerinin kemer sıkma dürtüsünden kurtulabilse bile, Britanya’nın altında faaliyet gösterdiği —yüzyıllar içinde oluşmuş— kısıtları ortadan kaldıramaz. Kritik bir eşiği aşan gerilemenin kümülatif etkileri artık apaçık ortada ama yöneticiler arasında hala yaygın bir inkâr söz konusu.

Kademeli gerileme ile ani kriz arasındaki kırılma noktasının tam olarak nereye denk geldiği belirsiz. Londra nispeten müreffeh kaldığı sürece İngiliz seçkini Britanya’nın gerilemesini on yıllarca, hatta bir yüzyıl daha yönetmeye devam edebilir. Başarılı bir yeniden kuruluştan devletin çöküşüne kadar uzun bir başarısızlık eğrisi var. Britanya’nın yönetici sınıfları 1902’de uçurumu gördüler, fakat bunun yerine kurumlarının yumuşak gücünün rotanın düzeltilmesini engellemesine göz yumdular. Daha önceki başarıları ve saygın kurumları rant elde etmek amacıyla kullanmaktan memnunlardı. Bu süreçte her şeylerini kaybettiler.

Britanya’dan çıkarılacak ders, uzun süredir beklenen krizin bir sıfırlanma anı olarak işlev görmesini beklemenin işe yaramayacağı. Düşüş genelde geçici kriz anlarının yansıttığından çok daha büyük ve yapısal olarak daha ketum. Önemli olan insanlar için işler yeterince iyi gider ve önemsiz olanlar için bolca dikkat dağıtıcı unsur bulunur. Ve sonunda kendinizi soğuk, gri bir okyanusta vasal devletlerden biri olarak bulursunuz.

Çok Okunanlar

Exit mobile version