Görüş

Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?

Yayınlanma

Modern Alman edebiyatının en önemli yazarı Thomas Mann’ın doğumunun 150. yılının kutlandığı bu günlerde, sayısız başyapıt kaleme alan Mann önemini ve güncelliğini korumaya devam ediyor.

Her büyük yazar gibi Mann da romanlarında yaratıcı yeteneğiyle kendi çağındaki karmaşık çatışmaları berrak biçimde ortaya koyarak, toplumdaki çelişkilerin nasıl şekilleneceğine dair öngörüsünü dile getirmiştir.

Yüzyıl önce savaş sonrası Almanya’nın toplumsal ve kültürel sorunlarını irdelediği eserleri, bugün yine Rusya’ya karşı savaşı açıktan destekleyen ya da sessizce onaylamak zorunda kalan Alman entelektüellerin düşünsel mirasına dair çok şey söylemektedir.

Yüzyıl önce yayımlanan eseri Büyülü Dağ romanında Rusya karşıtlığını, İslam ve Doğu toplumlarına karşı önyargıları dile getiren karakterleri, bugünkü Alman aydınlarının geçmişteki gölgeleri gibidir.

Diğer taraftan Mann’ın yüzyıl önce Doğu’ya yaptığı seyahat, Avrupa’nın ilerlemeci ve hümanist geleneğini temsil eden yazarların dahi Batılı muhafazakarların birçok önyargısını nasıl paylaştığını göstermektedir.

Yüzyıl önceki krizde Avrupa’nın geleceğini tartışan ve savaşın muhasebesini yapan Thomas Mann’ın eserleri, bugünkü savaş ve kriz koşullarındaki Avrupa için hatırlatılması gereken derslerle doludur.

Mann’ın İstanbul izlenimleri

Thomas Mann, 1925 yılında başta Kahire olmak üzere Doğu’ya uzun olmayan bir seyahat gerçekleştirmiştir. Yusuf ve Kardeşleri eserlerine ilham veren Mısır izlenimleri dışında, Mann’ın bu seyahati, en titiz biyografi eserlerinde dahi görmezden gelinmiştir.

Mann’ın biyografisini kaleme alanların ihmalinde bir ölçüde haklılık payı vardır. Mann’ın izlenim notları şaşılacak derece yüzeysel ve kısadır. Bu kısa gezi notları okurda, Mann’ın kendi isteği dışında bir zorunluluk sonucu seyahate çıkmak zorunda kaldığı hissini uyandırır.

Özellikle Mann’ın İstanbul ziyaretine dair izlenimlerin yüzeyselliği ve kısalığı dışında, bakışındaki politik ve sosyolojik sınırlılıklar çarpıcıdır.  Eserlerinde etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar betimleyen büyük yazarın merakının genişliğini gölgelemektedir.

Bağımsızlık savaşı vererek yeni bir demokratik cumhuriyet kurmuş, işgal altındaki imparatorluk başkentinin hürriyet sonrasında yaşamakta olduğu dönüşümüne dair en ufak izlenimler rastlanmaz Mann’ın notlarında.

Bir yüzyıl önce İstanbul’u ziyaret eden Alman seyyahların izlenimlerimi andırır Mann’ın gözlemleri: Fes giyen insanlar, Avrupai kadınlarla birlikte Doğu ile özdeştirilen geleneksel kadınların tezatlığı… O kadar ki İstanbul’un ihtişamına dair neredeyse tek övgü Ayasofya’ya aittir.

Şüphesiz bu durumun oryantalist düşünceyle doğrudan bağlantıları vardır. Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk izlenimlerindeki tüm oryantalist tınıya rağmen, gözlemlerinin yoğunluğu ve derinliğiyle kıyaslandığında, Mann’ın durumu daha çok ilgisizlik, kayıtsızlık şeklinde değerlendirilebilir.

Ancak Mann’ın 1918 yılında yazmaya başladığı ve 1924 yılının sonunda yayımlanan başyapıtı Büyülü Dağ eserini göz önünde bulundurursak, İstanbul’a dair notları değerlendirmek çok daha karmaşık hale gelir.

Romanın en önemli karakterlerinden hümanist, Aydınlanma geleneğinin temsilcisi Settembrini “Olanları doğru buluyordu çünkü uygarlığa yarayacak bir yol izleniyordu. Avrupa’da genel bir barış ve silahsızlanma havası esiyordu. Demokratik düşünceler gelişiyordu. Jöntürklerin devrimci ayaklanma için hazırlıklarını tamamladıklarını el altından öğrendiğini iddia ediyordu. Türkiye anayasal bir ulus devlet olacaktı, insanlık için ne büyük bir zafer!” sözlerini dile getirir.

Settembrini’nin geleceğe dair Akdenizli iyimserliğini paylaşmasa da Weimar Cumhuriyeti’ni savunan, demokratik düşüncenin Almanya’da kalıcı şekilde kök salmasını isteyen Mann bu fikirleri paylaşmaktaydı.

Mann’in İstanbul’a dair notlarını daha geniş bakışla ele almak için, Settembrini’nin  romandaki politik konumunu, aynı zamanda Settembrini’nin düşünsel ağırlığını dengeleyen karşı kutuptaki Naphta’yı, önemli ölçüde bugün hale devam eden aralarındaki tartışmayı eleştirel okumayla ele alacağız.

Büyülü Dağ’da savaşın muhasebesi

Settembrini’nin Türkiye’deki anayasal ulus devletinin zaferini müjdelediği bölümün, Naphta’nin romana girdiği kısım olması çarpıcıdır. Naphta karakteri romana girene kadar Settembirini’nin Hans ve Joachim’e verdiği politik ve estetik öğütler hayata dair, Avrupa burjuva toplumunun temel değerlerine dairdir. Bir anlamda Naphta’nin dediği gibi “Bizim şu Voltaire’e, akılcıya kulak verin” bağlamında, Aydınlanma’nın akılcılığına ve ilerlemeye olan sarsılmaz inancı döne döne tekrar eder.

Naphta’nin romana girmesiyle, politik ve estetik tartışma bir katman daha genişler ve trajik biçimde yoğunlaşır. Romanın ideolojik çerçevesi Avrupa’nın sınırlarını aşarak, savaşa ve kaçınılmaz olarak Batı-Doğu çatışmasına, uluslararası politik sistemdeki krize kayar.

Settembirini’nin Türkiye’deki demokratik ulus devletin doğuşuna dair sözlerine karşı Naphta alaycı biçimde “İslamiyet’in özgürleşmesi, Aman ne iyi. Aydınlanmış fanatizm – harika.” sözleriyle karşı çıkar.

Özellikle 11 Eylül sonrası birçok Batılı entelektüelden duyduğumuzda bizi şoke eden bu sözlerin yüzyıl öncesindeki düşünsel köklerini tüm çıplaklığıyla görmek sarsıcıdır.

Bu bağlamda Büyülü Dağ eserini okuduğumuzda, birçok başyapıt gibi eserin güncelliği bizi büyüler. Mann, romanı Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru kaleme almaya başlamıştı. Eser İkici Dünya Savaşı’nda önce yayımlanmıştı.

Roman yayımlandıktan sonra okuyanlar eseri, savaşın bir muhasebesi, savaşı yaratan toplumsal hastalıkların teşhisi ve savaşı olumlayan Avrupa’daki fikirsel iklimin eleştirisi olarak değerlendirmişlerdi.

Kitabı 2. Dünya Savaşı sonrası okuyanlar ise, Büyülü Dağ’ı, büyük bir yazarın Avrupa’da yükselen otoriter rejimlerin derin bir öngörüsü, Avrupa burjuva toplumunun hastalığının kaçınılmaz sonuçlarının derin seziyle anlatılması olarak değerlendirmişti. Böylece her büyük yazar gibi Mann’a da iki savaş sonrası ‘kahin’ gözüyle bakılmıştır.

Bugünkü uluslar arası politik sistemdeki çatışmalar, özellikle Ukrayna krizi sonrası, Avrupa’nın yeniden savaşla yüz yüze gelmesi, Rusya ile yaşanan siyasi krizin kültürel krize doğru genişlemesi sonucu Batı-Doğu çatışmasına dair tarihsel önyargıların yeniden dirilmesinin yanı sıra Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülist partiler, Batı liberal demokrasinin krizi, parlamenter rejimdeki yapısal sorunlar…. daha benzeri birçok sorun Büyülü Dağ’ı yeniden önümüze koyup değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçirmeye bizi zorlamaktadır.

Büyülü Dağ’ın bu kışkırtıcı kehanetleri, özellikle Settembirini ve Naphta’nin gerçek hayatta kimleri temsil ettiği hep tartışılmıştır. Belki de çarpıcı ve en yakın benzetmeyi Alman yazar Safransky yapmıştır. Safransky, Settembrini’yi Kantçi Cassier ile Naphta’yi Heidegger ile özdeşleştirir.

Romanın geçtiği Davos’ta, romanın yayımlanmasından sadece 4 yıl sonra Cassier ile Heidegger 1920 yılında bir konferansta, karşı karşıya gelerek ‘İnsan nedir’ temel sorusundan hareketle, Batı felsefesinin temel ayrılık noktalarını tıpkı Settembrini ve Naphta gibi tartışmıştı.

Çözülmekte olan Weimar Cumhuriyeti sonrası yolları keskin biçimde ayrılacak, trajik şekilde karşı düşman kamplarına bölünecek Alman aydınlarının yaşadığı derin tartışmaydı. Bu bağlamda da Mann, romanında gündeme getirdiği özgürlük, savaş, Avrupa’nın düşünsel mirasına dair uzlaşmaz karşıt fikirleri ortaya koyarak, öngörüsünü ortaya koymuştur.

Safransky’yi böylesi benzerliği düşündüren belki de, Settembrini’nin “Pan-Germanizm’i savunuyorsunuz demek? Öyle mi?” diyerek Naphta’yi suçlamasıdır. Heidegger’in Nazizm’in saflarına katılması düşünüldüğünde kurulan bu benzetme daha çarpıcı hale gelmektedir.

Bugün Avrupa’da en çok da Almanya’da gözlemlenen Rusya karşıtlığı ise, Naphta’nin sözlerinde yüzyıl önce yankılanmaktadır: “Ben de sizin bir Rus hayranı olduğunuzu düşünüyorum.” Yüzyıl önceki ideolojik ve kültürel kırılmalar bugün de canlı şekilde hissedilmektedir.

Avrupa hümanizminin savaşla imtihanı

Tolstoy hayranı Mann’ı düşündüğümüzde, romanın bu bölümleri Dostoyevski’nin eserindeki tansiyonu hiç düşmeyen dramatik politik tartışmalara benzemektedir. Mann da Dostoyevski gibi, karşıt görüşleri dile getiren karakterleri en güçlü argümanlarıyla konuşturmaktadır.

Güçlü fikirler yoğunlaştığı noktada içe doğru çökmeye başlar, böylelikle en tumturaklı söylemlerin dahi gizlemeyeceği çelişkiler meydana çıkarılır. Karşıt, uzlaşmaz gibi görülen fikirler, dramatik biçimde yakınlaşarak, evrensel etik ilkeler eğilip bükülmeye başlar.

Savaşa karşı romandaki karakterlerin politik konumlanışında da aynı izler gözlemlenir. Asker Joachim “Savaş gerekli bir şeydir. Moltke’nin dediği gibi, savaş olmazsa dünya kısa zamanda bozulur” sözleriyle savaşın kaçınılmazlığını hatta gerekliliğini dile getirir.

‘Princeps scholasticorum’ entelektüel Naphta da tartışmanın en hararetli noktasında “bu arada kalabalıktan boğulmak üzereyiz; tüm meslekler öylesine insan kaynıyor ki yakında daha önceki savaşlar, bir parça ekmek için yapılacak kavgaların yanında solda sıfır kalacak. Açık alanlar ve yeşil kentler! Irkın güçlendirilmesi! İyi de uygarlık ve ilerleme savaş olmayacak dediğine göre neden güçlensin ki? Savaş bu sorunların icabına bakacak ve ırkı güçlendirmeye de, doğumların azalmasına da çözümler üretecek”  sözleriyle savaşı, yaşanan tüm toplumsal sorunların tek ve geçerli çözümü olarak sunmasıyla tartışma biter.

Askerden üniversitedeki aydına kadar savaş aynı ahlaki ilkeler temelinde savunulur. Emperyalist burjuva toplumunun, derin ekonomik ve siyasi kriz karşısında çözüm olarak her zaman bir savaşı gündeme getirerek insanlığı felaketin kıyısına götürdüğü çıplak biçimde gözlemlenir.

Avrupa’yı veba gibi saran bu savaş taraftarlığı karşısında hümanist, barışı ve ilerlemeyi savunan Settembrini nasıl pozisyon almaktadır? Settembrini, özgür ve eşit devletler sistemine geçilerek uluslararası barışın tesis edileceğini dile getirir. Ne var ki Settembirini, gerçeklikteki olgulardan ziyade prensiplerden, iyimser ideallerden hareketle savaş karşıtı tavır alır.

Bu noktada Mann, Settembirini’nin zayıf noktalarının ortaya çıkmasına izin verir. En başta Settembirini, Avrupa burjuva toplumun içine sürüklendiği krizi görmez ya da kabul etmez. Avrupa burjuva toplumunu, 18. yüzyıldaki ilerici ve devrimci karakterini değişmez ve evrensel kabul eder, akılla özdeşleştirdiği burjuva toplumunun artık akıldışı eğilimlere sahip olduğunu göremez.

Savaşın yüksek sesle dile getirildiği Avrupa’da hümanist geleneğin neden bu savaş taraftarlığına karşı kamuoyunda etkili olmadığının işaretleri bu noktalarda saklıdır.

Naphta tüm kışkırtıcı dini fikirlerine rağmen, Settembirini’ye göre daha gerçekçidir. Kapitalizmin krizine karşı kendinden emin muhafazakar bir seçeneği ortaya koyar. Hatta Avrupa’da kapitalizme karşı en güçlü muhalif sesi dile getirerek, kriz sonucu huzursuz insanlar için çekim noktası olur. Tartışma sonunda Hans ile Joachim’in, Naphta’dan hoşlanmasalar da bazı konularda ona hak vermeleri bunun çarpıcı örneğidir.

Settembirini’nin diğer çelişkisi çok daha dramatiktir. Savaş karşıtı, hümanist duruşuna rağmen, Settembirini de ilerleme ve özgürlük adına bir noktada savaşı savunur: “Voltaire bile uygarlığı yaymaya yarayan savaşları onaylamış ve İkinci Frederik’e Türklere savaş açmasını önermiştir.”

Tartışmanın devamında Settembirini Haçlı Seferleri’ni savunma noktasına kadar gelir: “Savaş bile, sevgili bayım, sırasında ilerlemeye hizmet etmeye zorlanmıştır; sizin o çok sevdiğiniz dönemdeki, yani, Haçlı Seferleri dönemindeki belirli olayları hatırlarsanız o savaşlar uygarlık adına halklar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri sıkılaştırmış ve Batılıları tek bir düşünce altında toplamıştır.”

Şüphesiz Settembirini’nin çelişkileri Aydınlanma’nın, özellikle ılımlı Aydınlanma’nın, çelişkilerini açığa vurur. Montesquieu’nün medeniyetlerin nitelik farkını coğrafya ve iklimler teorisiyle açıklayan görüşleri, Aydınlanmanın Doğu’ya dair fikirlerini oryantalist söylemle ele almasını başlatmıştı. Voltaire gibi birçok filozof ise bu oryantalist görüşün kemikleşmesine neden olmuştu.

Roman boyunca zıt kutupları, karşıt değer yargılarını temsil eden Settembrini ve Naphta, trajik biçimde savaş ve Doğu’ya bakışta özdeşleşir.

Dostoyevski’nin romanlarındaki gibi iki zıt karakter aslında birbirini tamamlamaktadır, birinin varlığı diğerini zorunlu kılmaktadır. Settembirini ve Naphta birbirlerini tamamlayan ötekilerdir.

Avrupa’da yükselen savaş taraftarlığının izleri Aydınlanma’ya kadar uzanmakta, Batı’nın Doğu’ya dair emperyalist oryantalist bakışı Aydınlanma’nın birçok fikrinden hareket etmektedir.

Bunun en çarpıcı ifadesi Settembirini’nin Türkiye’de demokratik gelişimi coşkuyla selamlamasına rağmen,  Doğu’yu atalet, hareketsiz, devimine ve ilerlemeye kapalı medeniyet olarak genellemesidir: “Ben Avrupalıyım, bir Batılıyım. Sizin derecelemeniz tam Doğu’ya göre; Doğu eylemden nefret eder. Lao-Tzu, yerle gök arasında hiçbir şey yapmamak kadar hayırlı bir şey olmadığını ve insanlık eylemlerden vazgeçmiş olsa yeryüzüne tam bir barışın ve mutluluğun egemen olacağını öğretir”

Settembirini tam olarak Batılı, Avrupalı olduğu için kendi burjuva toplumundaki çelişkileri göremez. Bu kör nokta onun, Avrupa’da yükselen muhafazakar savaş taraftarlığına ve Doğu’ya dair oryantalist söyleme karşısında bocalamasına yol açarken, net bir cephe almasını engeller.

Birinci Dünya Savaşı öncesi küçük bir azınlık entelektüel dışında, muhafazakardan hümaniste, radikal avangartlara kadar Avrupalı aydınların, sanatçıların savaşın saflarında yer almasının tarihsel ve ideolojik köklerini bu noktalarda irdelemek gerekir.

Batılı, Avrupa’nın hümanist geleneğinin temsilcisi Thomas Mann’ın da İstanbul notları ve hatta savaşın başında Mann’ın çelişkili tutumu bu bakış açısıyla tartışılmalıdır.

Büyülü Dağ’daki yüzyıl önceki tartışmayı Naphta kazanmıştı, bugünkü tartışmayı yine Naphta’nın kazanamayacağını kim söyleyebilir?

Çok Okunanlar

Exit mobile version