Berlin Duvarı yıkıldığı zaman, sözüm ona “özgürlük rüzgârları” öyle güçlü esmeye başlamıştı ki – birkaç on yıl içinde bütün dünyayı adeta ateşin içine atacak- yeni küresel sistemin, insanlığı adeta bir distopya içine sürüklemeye başlamasının ilk işaretleri ortaya çıktığında bile kimse sesini yükseltmeye cesaret edememişti.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün sonrasında Batı’nın kendi çıkarını önceleyen hastalıklı “özgürlük” yaklaşımı dünya üzerinde uzun süre etkisini gösterdi.
Zaman, ünlü Rock grubu Scorpions’ın “Winds of Change” Değişim Rüzgârları parçasını dinleme ve bu parçanın sözlerini kayıtsız koşulsuz içselleştirme zamanıydı!
Bu değişim rüzgârlarının insanlığı nereye götüreceği ya da savuracağı konusunda kuşkular olsa da neo-liberal sistemin vadetmekte olduğu cennet, adeta küresel bir akıl tutulmasını beraberinde getirmişti.
İnsanlar, ortaya çıkan bu yeni özgürlük kavramını eleştirme özgürlüklerinin ellerinden alınmasını sorgulama özgürlüklerini bile neredeyse kaybetmiş olduklarının farkına vardıklarında küresel sistemin yeni oyun kurucuları ipleri ellerine çoktan almıştı.
Küresel dengeler yeniden kuruluyor, uluslararası ilişkiler, bu yeni paradigma üzerinden şekilleniyor; Soğuk Savaş’ın iki kutuplu dünyası yerini, Batı’nın alternatifsiz olduğu yeni bir hegemonik düzene bırakıyordu.
Ancak dünya, 21. Yüzyılın eşiğinde kan ve gözyaşına boğuldu.
Yeni neo-liberal sistemin vadettiği cennetin koskoca bir yalandan ibaret olduğu, Bosna’da yapılan kıyımla, Kosova’nın Sırbistan’dan koparılmasıyla, Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesiyle ortaya çıktığında; işte o zaman tek kutuplu küresel sistem derinlemesine sorgulanmaya başlandı.
Diğer yandan, bu süre içinde Atlantik’in öbür kıyısından empoze edilen kimlik siyasetinin ulus kavramını ortadan kaldıran, üniter devletleri parçalayan, kendisi gibi olmayanı ötekileştiren; toplumların mikro milliyetçiliğe, dinsel faşizme, cehalete, vasatlığa demir atmasına neden olan etkisi bir veba gibi dünyayı etkisi altına almıştı.
Kimlik siyaseti, küresel oyun kurucuların bu süreçte elindeki en önemli aparattı.
Özellikle Avrupa’da ırkçılık ve aşırı sağ güçlenirken, sol/sosyalist ve sosyal demokrat kesim Atlantik’in öbür kıyısından gelen kimlik siyaseti karşısında adeta paralize oldu.
Sol/sosyalist ve sosyal demokrat siyasetin, kimlik siyaseti karşısında yeni ve güçlü bir argüman geliştirememesi, adeta ulusal kimliğinden utanır hale gelmesi ve hareketsiz kalması, sağ siyasetin önünü alabildiğince açtı.
Buna paralel ve aynı zamanda bunun bir sonucu olarak uluslararası siyasette dinlerin, mezheplerin, etnik kimliklerin ön planda tutulduğu bir dönem başladı.
Batı, çıkarlarının olduğu ülkelerin siyasi ve sosyal yapılarını dinlere, mezheplere ve etnik kimliklere göre şekillendirmek için yoğun çaba içine girdi.
2011 yılında Arap Baharı olarak adlandırılan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde başlayan halk hareketleri Batı’ya bu fırsatı vermiş oldu.
Bu aslında, Batı’nın rüzgârları ile yelkenlerini şişirmiş olan Müslüman Kardeşler örgütünü Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da iktidara taşıma projesiydi.
Batı ile uyumlu, neo-liberal sistemi benimsemiş, küresel sermaye baronlarının ayağına basmayan ve hatta onlarla işbirliği yapan siyasal İslamcı bir yapının enerji kaynakları ve enerji güzergâhları üzerinde bulunan ülkeleri İslami kurallara göre yönetmesi amaçlanıyordu.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı!
Batı, Arap Baharı’ndan istediği sonucu alamadı.
2000’li yılların ikinci on yılına doğru, dünya ekonomik ve sosyal krizlerle sarsılmaya başladı.
Neo liberal ekonomik sistemin tıkanması, küresel ölçekteki gelir adaletsizliği kontrolsüz göç hareketlerini tetikledi. Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e insan akını başladı.
Bunlara ek olarak Batı’nın daha 1950’lerde araçsallaştırmaya başladığı etnik milliyetçi ve radikal dinci yapıların giderek daha fazla kullanılmasının kendi toplumlarında yarattığı “dehşet algısı” önce devlet aygıtına yönelik güvenin sorgulanmasına, ardından Soğuk Savaş sonrasında küresel sistemi şekillendiren ekonomik, siyasal ve sosyal düzenin temellerinin güçlü bir şekilde sarsılmasına neden oldu.
Ezcümle 1990’larda, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından ortaya çıkan koşullar, 11 Eylül sonrasında şekillenen uluslararası güvenlik sistemi artık geçerliliğini yitirmişti.
Dünyanın yeni bir denge sistemine ve bu denge sisteminin getireceği eşitlikçi ve adil bir düzene olan ihtiyacı giderek artıyordu.
Bu süreçte Çin ve Rusya küresel sistemde en az Batı kadar söz sahibi olma talebi ile ortaya çıktı.
Rusya’nın hidrokarbon rezervleri ve silah teknolojisi, Çin’in ekonomik büyümesi ve ihracat kapasitesi ile son 30 yılda dünyanın “tedarikçisi” durumuna gelmesi zaten bir süredir dengeleri zorluyordu.
1990’dan bu yana tek kutuplu sistemin sancılarını çekmekte olan dünyada yavaş yavaş fiili bir çok kutuplu düzen oluşmaya başladı.
Diğer yandan kimlik siyasetinin toplumların dertlerine deva olmadığı gibi insanların arasında kin ve nefret tohumları ektiği açıkça anlaşıldı.
Küresel oyun kurucuların elindeki en güçlü aparat artık işlevsiz hale gelmişti.
2019 yılında dünyanın pandemi ile yüzleşmesinin hemen sonrasında NATO’nun Ukrayna üzerinden Rusya’yı hedef alması, bunun sonucunda Ukrayna’da patlak veren savaş ve son yapılan Madrid zirvesinde NATO’nun Çin’i de “hasım” olarak tanımlaması bir anlamda Batı’nın kendi hegemonik düzenini devam ettirme çabasıydı.
Ancak bu çaba boşa çıktığı gibi ABD ve müttefiklerinin amaçladığının aksine çok kutuplu yeni bir düzenin hatları belirginleşmeye başladı. Batı, NATO üzerinden bir anlamda bilek güreşine tutuştuğu Rusya ve Çin’in küresel sistemdeki gücünü test etmişti. Bunun sonucunda – kendi içinde potansiyel bir çatışma ve bölgesel belki de küresel sıcak savaş riski taşısa da- uluslararası kamuoyundaki olumsuz algıları besleyen bütün enformasyon bombardımanına rağmen çok kutuplu düzenin siyasi/stratejik ve askeri zemini ortaya çıktı.
Bu zemin üzerinde yeni ve güçlü bir denge sistemi kurulabilir mi?
Bunun cevabını vermek bugün için erken olabilir ama Çin ve Rusya’nın artık Batı’nın, yani ABD ve AB’nin karşısında yeni bir denge unsuru, belki küresel sistemin yeni belirleyicileri olarak öne çıkmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Her ne olursa olsun, bundan sonra, gerek bölgesel gerek küresel ölçekte jeopolitiği de jeostratejiyi de farklı okumamız gerekecek.
Büyük Satranç Tahtasında, her ülkenin bundan sonra atacağı adımları, bu yeni okumaya göre planlamak durumunda kalacağını güçlü şekilde vurgulayarak satırlarımıza burada noktayı koyalım.