GÖRÜŞ

Çok kutupluluğun Amerikası

Yayınlanma

2024 seçim yılı, birçok açıdan küresel dengelerin kaderini belirleyecek varoluşsal bir yarışa sahne oldu. Amerikan seçimlerinin bir tarafı kaybetmeleri durumunda ABD’ye faşizmin geleceğini, diğeriyse doğrudan 3. Dünya Savaşı’nın fitilinin ateşleneceğini söylüyordu. Dünyanın her yerinden seçimi takip eden şüpheciler ise klasik Amerikan seçimi yorumunu tekrarladı;

“Kim kazanırsa kazansın, Amerika’nın dış politikası değişmez!”

Adam önce yargılandı, sonra vuruldu ama bir şekilde hayatta kaldı. Kısmen rahat bir galibiyetle Amerikan yasama organlarının tamamını kontrol altına aldı.

Donald Trump… Başına onca şey gelmişken sorumlu tuttuğu müesses nizamla yine barış yapamazdı değil mi? Bu kadar gücü elinde bulduğuna göre artık hesap soracaktı!

Kabine üyeleri açıklandıkça şüphecilerin yorumları sertleşti. “Bakın! Neo-conları yine dolduruyor! Hani savaşlar bitecekti?”

Marco Rubio ve Mike Hegseth gibi kabine üyelerinin eski şahin yorumları birer birer paylaşıldı. Üstüne bir de Trump’ın daha koltuğa oturmadan agresif çıkışları geldi; “51 Kanada, 52 Grönland, 53 Meksika…”

Amerika için aynı tas aynı hamam… Müesses nizam maviyi kırmızıya boyayıp savaş planlarına devam edecek. Sistemde en ufak bir değişim olmayacak! Değil mi?

Pek sayılmaz.

Liberal Projenin Sonu

Amerikan dış politikasında bir değişimin olup olmayacağını anlamak için Demokratların yenilgisini iyi anlamak gerekiyor. Birçokları yenilginin gerekçesini tek bir cümleyle açıklamak istiyor. “Ekonomi yeğenim” ile “LGBT işini fazla zorladı bu Demokratlar!” baş başa güreşen iki argüman. Tabii ki Demokratların yenilgisinin arkasında bu meselelerin başını çektiği birçok irili ufaklı gerekçe var. Ancak bu seferki yenilgi pek 2016’dakine benzemedi. Trump, 2016’da kazanarak sermayeyi, bürokrasiyi ve hatta yarışın parçası olan siyasetçileri bile derin bir şoka sokmuştu. O dönemde koltuğa oturduğunda yeni bir projenin veya akımın öncüsü olamadı. Ekibi, kabinesi büyük oranda “eski tip” Cumhuriyetçilerden oluşurken sermaye ile kavgası hiç dinmedi. Amerikan müesses nizamı onu kabullenmedi. Özellikle Suriye gibi meselelerde istediği politikaları hayata geçiremedi. 2020 yılında büyük şirketler varını yoğunu ortaya koyup bir şekilde Biden’ı kazandırmayı başardılar.

Ancak 2024’te işler aynı gitmedi. Jeff Bezos’dan tutun Mark Zuckerberg’e… 2020’de Biden için ölümüne çalışan birçok şirket ve kişi, bu sefer ya tarafsız kalıyor ya da Trump’a destek açıklıyordu. Peki neden? Trump’ı anlaşmak zorunda oldukları kaçınılmaz bir figür olarak mı görüyorlardı? Yoksa parçası oldukları planın sürdürülebilirliği hakkında şüpheleri mi vardı? Burada kaybeden sadece Kamala Harris değil… Demokratlar da değil… 2024 yılında ABD seçimlerini Barack Obama’nın Cumhuriyetçilerden devraldığı bir proje kaybetti.

Geçtiğimiz yıl bugünlerde 2023 yılını ABD açısından değerlendirdiğim aynı bunun gibi bir yazı yazmıştım. Orada 2023’ü “İmparatorluğun en zor yılı” olarak niteledim. Bunun sebebi ABD’nin küresel hegemonya arzusunu sürdürerek fazla genişleme sorunu yaşamasıydı. Sahip olduğu kaynak bolluğuna rağmen dünyanın dört bir yanında patlak veren krizlere yetişmekte zorlanıyordu. Bu sorunu çözemediği sürece geçen her yıl imparatorluklarının en zor yılı olacaktı.

1 yıl sonra baktığımda Trump, bu krizi ya çözecek ya da en azından hafifletecek bir değişim senaryosu vadediyor.

Öncelikle “her yerde olmaya çalışmak” cümlesini biraz açmak lazım. Soğuk Savaş sonrası ABD küresel çapta kendini bir polis ilan etti. Liberalizmi savunmakla kalmayacak, tüm dünyaya yayacaktı. Diktatörleri devirecekti. Diplomasi yapabileceğini düşündüğü ülkelerin gardını ekonomik bağlarla düşürecekti. Kendisi gibi gördüğü liberal yönetimleri kayıtsız şartsız destekleyecekti. Meşhur McDonalds teorisini hatırlayın. Mcdonalds’ın restoran açtığı iki ülke savaşmaz idi! Kapitalizm ve Liberalizm el ele dünya barışını getirecekti.

Yani aslında tek kutuplu düzenin ABD dış politikası tamamen ideoloji üzerine kuruluydu. Bu plan birçoklarının da katılacağı üzere partiler üstü bir plandı. George W. Bush da bu planı devam ettirdi, Barack Obama da…

Ancak Biden dönemi Amerikan dünya hegemonyasının sürdürülemeyeceğinin ispatı oldu. Trump’a göre ABD, dost olabileceği ülkeleri ideolojik sebeplerle itiyor, kendisine bir faydası olmayan ülkelere ise sadece liberal oldukları için destek sağlıyordu. Mesela, Suudi Arabistan… Cemal Kaşıkçı olayı sonrası Biden’ın “Parya devleti haline getireceğim” dediği Suudlar soluğu Çin’in yanında aldılar. Parya devleti olmadıkları gibi, bölgesel önemini arttırdılar.

Biden, Suudi Arabistan’la ABD’nin ilişkisinin hep tekrarlanan “Demokrasi ve İnsan Hakları” sloganına zarar verdiğini biliyordu. Tam da bu sebepten ötürü normal şartlarda müttefiki olacak bir ülkeyi kendinden uzaklaştırdı. Afganistan’da “kadın hakları” korumak adına defalarca başarısız olmuş bir “ulus inşası” modeline milyarlarca dolar para harcanıyordu. Suriye’de terör örgütü PKK üzerinden başka bir ulus inşası için NATO’nun en güçlü ordularından birine sahip Türkiye düşmanlaştırılıyordu.

Tabii bu ideolojik temelli projelerin sömürülecek yeraltı kaynağı, elde edilecek bölgesel nüfuz ve askeri üsler gibi bir takım kazanımları da vardı. Ancak eksileri ve artılarıyla hesaplandığında ABD’nin kaynaklarının pek iyi harcandığı söylenemezdi. Son dört yılda Afganistan projesi çöktü. Terör örgütü PKK hem Irak’ta hem Suriye’de toprak kaybetmeye devam ediyor. Ukrayna’ya harcanan milyarlarca doların ardından Rusya, yara bere içinde olsa da ilerlemeye devam ediyor.

Trump’ın çözümü Realpolitik

Tüm bu başarısız politikalar, ABD’yi tek kutuplu düzene uygun hazırladığı dış politikasını terk etmeye zorluyor. Tam da bu yüzden Amerikan müesses nizamının en azından bir kısmı kendini yeniden konumlandırmayı seçti. Tabii ki Ukrayna gibi projelerin doğrudan mimarı olan Soros gibi kimseler veya şirketler şimdilik bu konumlandırmanın dışında kalacak. Yeni Amerikan dış politikası dünyaya “Amerikan karakteristiğiyle Çok kutupluluk” vadediyor.

ABD’nin çok kutuplu düzene uyum sağladığı bir dünyayı “herkesin el ele tutuşup bayırdan aşağı koştuğu” bir barış ortamı olarak düşünmek gerçekçi olmaz. Nasıl ejderha ya da ayı bir kafese konulamaz ise kartalın da kafese sığmayacağı aşikardır. ABD, insan gücü, endüstrisi, teknolojileri ve benzersiz jeopolitik konumu ile hala dünyanın en güçlü ülkesi. Böylesi bir ülkenin tamamen sınırlarına çekilmesi mümkün değildir. Çok kutupluluğa uyum sağlamış bir ABD, Çin’le ya da Rusya’yla otomatik olarak iyi geçinecek diye de bir kaide yok. Çok kutupluluğun yanında getirdiği bir kaos var. Bunu klasik Soğuk Savaş denkleminden ayıran, kaosun sadece devler değil, bölgesel güçler arasında da çıkabiliyor oluşudur. Suriye gibi meseleleri böyle okumak gerekir. Tüm jeopolitik hesaplaşmaları ABD veya Rusya’nın çıkarı üzerinden okumak, bir Soğuk Savaş geleneğidir. Çok kutupluluğun bölgesel güçlere kendi çıkarlarını koruyabilmek adına bir manevra alanı yaratması kaçınılmazdır. Aynı Türkiye ya da Hindistan gibi…

İşte ABD, böylesi bir düzene uyumlu bir yönetim inşa etme arayışında. Bunun yolu da Realpolitik’ten geçiyor. Realpolitik, 19. Yüzyıl Almanya’sında ortaya atılan ve Almanya’yı birleştiren büyük lider Otto Von Bismarck tarafından hayata geçirilen bir politik felsefedir. İdeolojinin üzerinde pragmatizmi önceler ve doğru güç dengeleri oluşturarak devlet çıkarlarının korunmasını amaçlar. ABD’de Realpolitik’in karşılığı figürlerden belki de en önemlileri Theodore Roosevelt ve Henry Kissinger’dı.

Kissinger, ABD için en büyük tehdidin “ejder-ayı” dostluğu olduğuna inanıyordu. Çin’de insan gücü ve endüstri, Sovyetler Birliği’nde ise bunu besleyecek bir enerji vardı. İkisinin dostluğu Amerikan hegemonyasının başlamadan bitmesi anlamına gelebilirdi. ABD, Soğuk Savaş’ta bir “Demokrasi’ye karşı tiranlık” argümanı inşa etse de en hareketli yıllarını Kissinger’ın Realpolitik hamleleriyle geçirdi. Bugün hala devam eden Tayvan’la ilgili “Tek Çin” politikası da bu felsefenin ürünüydü.

ABD başkanı Theodore Roosevelt ise Realpolitik’i şöyle özetledi;

“Yumuşak konuş, yanında büyük bir sopa taşı”

Roosevelt’in “Büyük Sopa Diplomasisi”, ABD’nin 20. Yüzyılın başındaki dış politikasına yön vermişti. Roosevelt, ABD’yi dünya polisi olarak görmüyordu ancak kendi arka bahçesinin kendi nüfuzuna ait olması gerektiği inancındaydı. Monroe Doktrini’ni daha da ileri taşıdı. Güney Amerika devletlerinin siyasetlerine müdahil oldu. Dahası, meşhur Panama Kanalı bu dönemde Roosevelt’in çabalarıyla inşa edildi. 1903’te Panama’nın kontrolünü elinde bulunduran Kolombiya, ABD ile anlaşmaya yanaşmadı. ABD, Panama bölgesindeki isyanları körükledi ve donanmasını göndererek Kolombiya’nın isyanı bastırmasının önüne geçti. Panama’nın bağımsızlığı hemen tanındı ve 1904’te kanalın inşası başladı.

İşte yeni Trump döneminin dış politika hamleleri muhtemelen benzer bir yol izleyecek. Amaç, ABD’nin ulusal güvenlik çıkarlarını “liberalizmi yayma” görevinden önde tutmak. Bunu da Realpolitik’in önceden çizdiği yolla yapacak. Artık ABD dış politikası ideolojik dayatmalardan ziyade çıkar odaklı hamleler yapacak.

Bu açıdan bakınca Trump’ın daha koltuğa oturmadan başlattığı retorikler biraz daha anlam kazanıyor.

Trump Ukrayna Savaşı’nı bitirmek istiyor çünkü “ejder-ayı” dostluğunun önüne geçmek zorunda.

Trump Grönland’ı istiyor çünkü küresel ısınmayla eriyecek buzullar sonrası ortaya çıkması beklenen ticaret yollarını kontrol etme arzusunda.

Trump Meksika’ya saldırmayı planlıyor çünkü karteller yoluyla Çin’in ABD’ye uyuşturucu üzerinden bir saldırı yaptığını düşünüyor.

Trump Panama’yı istiyor çünkü Çin’in nüfuzunu pekiştirdiği Güney Amerika’ya en stratejik noktada bir set çekme arayışında.

Yanlış anlamayın. Trump bir Roosevelt değil. Roosevelt ABD’de çok sevilen bir başkandı. Birçokları hala ABD tarihinin en iyisi olarak bile gösterir. Trump’ın iç siyasette yapacağı kavgalar daha koltuğa oturmadan başladı bile. Hatta Trump’ın yanında Kissinger gibi bir figürün ortaya çıkması da düşük bir ihtimal.

Ancak ABD bürokrasisi kendini Kissinger benzeri politikalara hazırladı bile. Bunun en büyük ispatı Trump’ın gümrük vergisi vurgusudur. Sadece Çin’e değil, Kanada gibi “müttefik” devletlere uygulanacak bu vergiler, muhtemelen ABD’nin zaten iyi durumda olmayan enflasyon sorununu daha da kontrolden çıkaracak. Trump vergileri söylediği gibi uygulayabilirse bunun seçim, ya da kamuoyu tepkisi umursanmadan alınan bir karar olduğu anlaşılacak. ABD, Çin’le bir mücadele içine giriyorsa bunu endüstrisini oraya kaptırmışken yapamaz. Mikroçipler başta olmak üzere endüstrinin tekrardan ABD’ye dönmesi ülke adına siyasetçilerin kariyerinden veya toplayacağı oydan çok daha önemli.

Tam da bu yüzden “ABD dış politikası değişmez” yorumlarına katılmıyorum. ABD, Soğuk Savaş’ın sonundan bu yana ilk kez kendisi dışında gelişen çok kutuplu dünyaya uyum sağlayacak birtakım politikalar yürütmeye hazırlanıyor. Bunların saldırgan olması yeni oluşan dünya düzenine uyumlu olduğu gerçeğini değiştirmez. ABD’yle olumlu veya olumsuz ilişki kuracak tüm devletler Amerikan dış politikasındaki sert değişime hazır olmalılar. Bu yeni plan, başarısız olabilir. 2028’de Demokratların gelişiyle eski yöntemlere dönülebilir. Ancak önümüzdeki dört yılı bizi Trump’ın Realpolitik’i bekliyor. Herkes Amerikan karakteristiğiyle çok kutupluluğa hazır olsun!

Çok Okunanlar

Exit mobile version