DÜNYA BASINI

Corc Habaş: Devrim ve direniş üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz metin, Filistin ve Arap halkının Siyonist işgal karşıtı direnişinin tarihsel önderlerinden, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kurucu lideri Corc Habaş’ın 17 Mart 1973’te Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta “Filistin’in Che Guevara’sı” olarak bilinen Muhammed Esved ve beraberindeki yoldaşlarının ölümlerinin ardından yaptığı konuşmasından.

Habaş, bu tarihi konuşmasında üç yoldaşının kaybının yarattığı hınç ve öfkeyi hitabet sanatının güçlü bir örneğine dönüştürerek, yas sürecini, zafer için gereken tüm teknik, stratejik ve diyalektik örgütlenmeyi içeren militan bir direnişe evriltmenin yol haritasını ortaya koyuyor. Konuşmanın satır aralarında, uzun süreli bir halk savaşı stratejisinin doğasında “ölümle derin bir yoldaşlık” kurmanın olağan olduğu vurgusunu yakalamak mümkün; fakat aynı zamanda, her bir devrimcinin hayatına verilen değerin ve zaferin ancak bu değerle birlikte geleceğinin izleri de belirgin.

“Rüyaları bile görevle dolduran”, ölümü yiğitçe göğüsleyen bir direniş geleneğinin önderi olan Habaş’ın “şehadet”, devrim ve direnişe dair yaptığı bir konuşmanın aynı zamanda zafere dair tefekkür olduğunu ve zafere sarsılmaz bir umudu içerdiğini hatırlatmaya ayrıca gerek yok.

Okur, Habaş’ın yoldaşı Gassan Kanafani’nin ölümünden çok az bir vakit önce söylediği “Devrimci eylem için kendini feda etmek, yaşamı insana layık hale getirme mücadelesidir” sözlerini de bu kapsamda değerlendirebilir. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Şehadet, devrim ve direniş üzerine: “Üstesinden Geleceğiz”

Corc Habaş
Ebb Magazine
7 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Kardeşler,

Cesur şehidimiz “Gazze’nin Guevara’sı”ına ve onun iki yoldaşı Kamil ve Abdül Adi’ye karşı görevimiz nedir? Ebu Ali Aya, Gassan Kanafani, Mahmud Hamşari ve Filistin devrimi için yaşamını ortaya koyanlara, tüm şehitlerimize karşı görevimiz ve sorumluluğumuz nedir? Onların anne babalarına, ailelerine ve şu anda sevgilerinden mahrum olan eşlerine ve çocuklarına karşı sorumluluklarımız nelerdir? Davaya, onların davasına, devrime, kitlelere ve ezenlere karşı ezilenlerin davasına karşı görevlerimiz nelerdir? Ülkelerinden sürülmüş ezilen halklara karşı görevlerimiz nelerdir? Son 50 yıldır fedakârlıktan bir an olsun vazgeçmeyen, emperyalist düşmanlara, insanlığın ve özgürlüğün düşmanlarına karşı mücadele eden halklarımıza karşı görevlerimiz nelerdir?

Yoldaşlar, işte bu şehitlere karşı görevimiz, olayları açık şekilde kavramak, davamızı net şekilde görmek, ilan etmek ve devrimimizin bu şekilde sürmeye ve var olmaya devam edeceğine ve dünyadaki hiçbir gücün, Filistin ve Arap halklarına hükmedecek kudrette tek bir gücün olmadığının ışığında harekete geçmektir.

Düşmanın bu özel aşamadaki planlarının merkezi noktası (siyasi hareketlerini ve komplolarını bir kenara bırakacak olursak) saflarımıza şüphe tohumları ekmek; aramızda ve halk arasında umutsuzluk yaymaktır. Şüpheye kapılan kitlelerin devrimlerini, devrimlerinin etkinliğini ve halkların kurtuluş mücadelesinin stratejisini sorgular hale gelmesi düşmanın temel hedefidir. Bizim görevimiz ise, bilimsel farkındalık yoluyla bu planı boşa düşürmektir.

Nasıl ki Vietnam halklarının kurtuluşçu askeri stratejisi emperyalist düşman karşısında zaferi getirdiyse, aynı stratejinin Filistin ve Arap topraklarında uygulandığında da yenilmezliği getirdiğini söyleyeceğiz.

Emperyalizmi dize getiren Vietnam devrimi, devrimci eylemimizi emperyalist düşmanlara karşı yönlendirecek olan temel devrim gerçeğini tavzih etmiştir. Peki, Vietnam devriminin asli gerçekliği nedir? Tek bir ulusal birleşik cephe altında tek bir devrimci örgüt, mümkün olduğunca çok sayıda insanın seferber edilmesine ve savaşma sanatının ustaca bilinmesine dayanan, ittifaklarını uluslararası düzeye taşıyan adil bir devrimci savaşa önderlik eden bir halk… Ancak böyle bir halk zafere ulaşma ve emperyalizmi ezme kudretine sahiptir.

İşte Vietnam devriminin temel gerçeği budur. Dürüst insanlar için, devrimciler için, örgütler için ve devrimlere önderlik edenler için bir örnektir.

Peki Vietnam halkı, zaferden hemen önce devrimlerinin karşılaştığı krizler karşısında nasıl bir tutum aldı? Aralık ve ocak aylarında Nixon dünyaya Vietnam devriminin tüm hedeflerine ulaşmadığını kanıtlamak istemişti. Amerikan birliklerinin Vietnam topraklarından çekilmesinin onurlu bir davranış olduğunu öne sürme çabasındaydı. Daha önce Paris’te imzalanan anlaşmayı reddetmiş ve o anda Vietnam’ın üstüne yüzlerce bomba yağmıştı; Haiphong’a ve özellikle Hanoi’ye. Yanılmıyorsam, bu süre zarfında (yaklaşık 2 hafta) İkinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere’ye atılan bomba ve diğer öldürücü düzeneklerle eşdeğer sayıda patlayıcı Vietnam’a karşı kullanıldı. Bu durumda Vietnam komutanlığının tavrı ne oldu peki? Sınırlarda savaşmayı mı bıraktı? Elçiler aracılığıyla New York’a onur kırıcı talepler mi iletti? Ne yaptı? Nasıl davrandı? Vietkong’un yok edilmesi gereken sabotajcılar olduğunu mu söyledi mesela? Hayır, General Giap [Võ Nguyên Giáp] emperyalistlere şöyle dedi: “Haiphong’u ve Hanoi’nin tamamını yok edebilirsiniz, her şeyi, taş üstünde taş bırakmadan yerle bir edebilirsiniz ama bizim savaşma irademizi asla bitiremezsiniz.”

Bugün, “Gazze’nin Guevara’sına” karşı yükümlülüğümüz, “Guevara”yı, Abdül Adi’yi, Ebu Ali’yi, Gassan Kanafani’yi, Mahmut Hamşari’yi ve daha nicelerini öldüren, devasa gücüne, silahlarına, uçaklarına ve tüm gücüyle üzerimize yöneltebileceği üstün teknolojisine rağmen Siyonist-emperyalist-gerici düşmana karşı asla silah bırakmamaya önce kendi aramızda, sonra da halklarla birlikte ant içmektir. Düşman beklenmedik yeni saldırılar düzenleyebilir, ama mücadele azmimizi asla yok edemeyecektir.

Bu şekilde zaferi nasıl getireceğiz?

Milyonlarca Filistinli çocuk zaferi nasıl tadacak?

Elli yıllık deneyimin ardından, Arap ulusumuzun yüz milyon çocuğu silahlı mücadeleyi sürdürme kararlılığında olduğunda ve kurtuluş için halk savaşının devrimci doktrini ve savaş stratejisini benimsediğinde kazanmış olacağız.

Şehitlerimize karşı ilk yükümlülüğümüz bu [yalın] gerçeği tespit edebilmektir. İkincisi, tüm hatalarına ve aldığımız darbelere rağmen devrimin son dönemde kaydettiği ilerlemenin (genel bir değerlendirmeden sonra) tam bilincinde olmaktır.

Son yıllarda atılması gereken son adım, Filistin ve Arap halklarını, Filistin ve Arap devriminin nihai hedeflerine doğru dev bir adım atmaya yönlendirmektir. Bu gerçek, Siyonist liderlerden birinin “Filistin direnişi, çözümün önündeki en büyük engeldir” sözleriyle bizzat düşman tarafından dahi kabul edilmektedir.

Tüm hatalarına rağmen, son 50 yıldır kendisine karşı kurulan tüm komplolara rağmen, Filistin devrimi, ne pahasına olursa olsun teslim olmamaya kararlı bir halkın davası olduğunu tüm dünyaya kanıtlayabilmiştir. Düşman bile bunun farkındadır.

Şehitlerimize karşı üçüncü ve en önemli görevimiz ise, geleceğimizi tam bir berraklıkla düşünmek ve belirlenmiş bir gündem doğrultusunda ilerlemek ve harekete geçmektir.

Konuşmamızın içi boş retoriklerden ibaret olmaması, bizi zafere götürecek hakiki bir güce dönüşebilmesi için siyasal programımızı tam olarak kavrayabilmemiz gerekiyor. Şayet Filistinli örgütler ve liderleri devrimlerini gerçekten sürdürmek istiyorlarsa, bu yolu izleyerek, yapılarını teorik, politik ve örgütsel altyapı bağlamında yeniden gözden geçirmeleri şart. Bu, söz konusu yapıları güçlendirmek ve düşmanın her türden komplosuna karşı koyabilecek bir düzeye taşıyabilmek için olmazsa olmazdır.

Geçmiş deneyimlerimizin bize en azından bir ders dahi vermemiş olması kabul edilemez. Her bir örgütü ayrı ayrı ve genel hatlarıyla direnişçilerin büyük bir kısmını da göz önünde bulundurarak bir an önce soruşturmamız gerekiyor. Ayrıca gerilla örgütlerinin yöneticileri ve liderleri, teori, politika ve örgütlenme düzeyinde kitleler için gerçek bir örnek teşkil edecek şekilde eğitim sürecine öncülük etmelidir.

Sadece duygular ve retoriklerle zafere ulaşılamaz. Tarihi bir görevle karşı karşıya olan örgütler kendilerini bu temeller üzerine inşa etmeli. Teorik, politik, örgütsel ya da pratik, misyonu zayıflatan her türden zaaf bir kenara bırakmalıdır. Bir direniş hareketinde, savaşçılar halka örnek olmalı, vakitlerini onları aydınlatmaya ayırmalı ve onların davaya olan inancını perçinlemelidirler. Önemli olaylarda, krizlerde ve zor zamanlarda halkın yanı başında olmalı ve kendilerini halka hizmete adamalıdırlar. Bu imaj geçmişte mevcut olmadığı gibi, şimdi de yok. O halde ilk görevimiz, direniş içindeki her türden zayıflığı ortadan kaldırmak amacıyla kendi örgütlerimizin kalbinde kendimize karşı bir savaş yürütmektir.

Tam da bu sebeple her örgütün, üyeleri ve liderleri tarafından uyandırılması gereken yeni güçler bulması bir zorunluluktur. Bu güçler, açık ve kamuoyu önünde faaliyet gösterdiğimiz dönemde edindiğimiz tüm alışkanlıklara karşı isyan ederken doğrulanmalıdır. Tüm bürokratik özelliklerimizi bir kenara bırakalım ve devrimin kaynağına, yani halka dönelim, onlarla bir arada yaşayalım, kendimizi onlara adayalım, onlara siyasi bir bilinç kazandıralım ve tarihi görevler üstlenebilecek tarihi bir güç yaratalım.

Bu bizim öncelikli hedefimizdir, ancak tek başına yeterli değildir. Bir örgütün gelecek tasavvurunu yalnızca kendisiyle sınırlandırması kesinlikle kabul edilemez bir suçtur.

Filistinli örgütlerden oluşan Filistin ulusal cephesi merkezi ve temel hedef haline gelmelidir. Bütün hareketlerin yönünü belirleyen ana eksen olmalıdır. Birtakım deneyimler elde edildikten sonra, direniş, devrimci pozisyonlarını açık ve kararlı şekilde tanımladığında, Filistinli örgütler arasındaki ilişkiler [zaten] eskide olduğu gibi kalmayacaktır.

Halk Cephesi, farklı örgütlerden tüm samimi yoldaşlarımızla birlikte, tüm yetkisini ve çabasını ulusal birlik sorununu adım adım ilerletmeye adayacağını burada huzurunuzda tüm samimiyeti ve dürüstlüğüyle beyan eder. Bu, önümüzde duran bir yükümlülüktür.

Karşıdevrimci düşman güçlerin şu andaki planlarından biri de Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) yok etme ve yerine Filistinli hainleri geçirmektir; böylece bahsi geçen zatların Filistin halkını temsil ettiğini söyleyebileceklerdir.

Böylesi bir durumda, FKÖ’yü desteklemek, onun siyasi standartlarını ve özellikle de idari ve askeri aygıtlarını geliştirmek için çaba göstermek bizim görevimizdir. Dahası, bu örgüte böyle bir görevle yüzleşmesi için gereken niteliği kazandırmak için örgüt içinde de mücadele etmeliyiz. Ulusal birlik siyasetine örgütler arasındaki temel ittifaklar da eşlik etmelidir ki böylece işgal altındaki Filistin’de, Ürdün’de ya da Arap ülkelerinde devrimin ilerleyişi üzerinde olumlu bir etki yaratabilsin.

İçinde bulunduğumuz zayıflıktan kurtulduktan ve teorik, politik ve örgütsel düzeyde yapılarımızı güçlendirdikten sonra, yani her örgüt yeni ve daha zorlu bir aşamaya hazırlandıktan ve tek tek örgütler sekter bakış açısıyla değil, ulusal birlik davasının çıkarına hareket ettikten sonra üçüncü hedefimiz, (örgütlerin ya da bu örgütlerden oluşan ulusal cephenin değil) sadece halkın kendisinin tek başına zaferi getirebilecek ve tarih yazabilecek güce sahip olduğunu sürekli akılda tutmaktır. Burada “halk” derken Caabari ya da Enver Nuseybe gibi figürleri kastetmiyorum, çünkü onlar Filistin halkımızın bir parçası değiller. Onlar her az gelişmiş ülkede egemen sınıfı oluşturan yüzde 4’lük kesime aitler. Filistin halkımızın yüzde 96’sı ise bahsi geçen kitlelerdir işte. Yani, halkımızın yoksulları, kamplardaki işçi sınıfı, köylüler, öğrenciler, devrimci aydınlar, hekimler ve sağlık emekçileri ve tüm onurlu ve yurtsever insanlar… Kadınlar ve çocuklar, yaşlılar ve gençler, fiili durumları ne olursa olsun, tüm bu insanlar durmak bilmeksizin gösterdiği emek ve çabalarıyla zaferi getirecek gücü yaratmamızı sağlayacaklardır. Unutmayalım ki bu siyaset, kitlelerin siyaseti, devrimci hareketin şu anda karşılaşabileceği tüm olası zorluklarla baş edebilecek temel siyasettir.

Filistin halkının içinde bulunduğu özel koşullar, dünyanın dört bir yanına dağılmış bu nüfusun her bir yoğunluğu arasında bir ayrım yapmamızı zorunlu kılıyor. Bu bağlamda halkımız bazı avantajlara sahip. Bir kısmı her zaman kutsal topraklarımızda, işgal altındaki sevgili Filistin’imizde yaşamaktadırlar. Pek çok bakımdan nüfusumuzun bu kısmı en kayda değer olanıdır ve kuşkusuz direnişin gayretlerinden aslan payını almalıdır. 1,25 milyondan fazla Filistinli halen işgal altındaki Filistin’de; bunların 400.000’i ise kahraman Gazze bölgesindedir. Diğer 400.000 kişi ise 1948’den bu yana işgal altında olan bölgelerde yaşıyorlar. İsrail’in Filistinli kimliğini yok etmeye yönelik her türden çabasına karşı çıkmaya devam etmekte ve İsrail’in son 25 yıldır kendilerine uyguladığı ezici ırksal ve sosyal zulümlere boyun eğmeyi reddetmektedirler. Halkımızın 700.000’i ise Batı Şeria’da yaşamaktadır; bu da işgal altındaki Filistin’de 1,25 ila 1,5 milyon arasında, yani Filistin halkının yüzde 40 ila yüzde 50’si arasında bir nüfusa sahip olduğumuz anlamına geliyor.

Bir direniş hareketi olarak temel yükümlülüğümüz, en önemli ve asli unsur olan içerideki bu nüfusa yönelmektir. Bu insanların ikinci bir özelliği, kendilerini Filistin topraklarını işgal eden Siyonist düşmanla yüz yüze, doğrudan çatışma içinde bulmalarıdır. Bu doğrultuda, işgal altındaki Filistin’de daha önce gerçekleştirdiğimiz tüm faaliyetleri gözden geçirmeliyiz. Burada amaç, mümkün olan en kısa sürede onarmamız gereken çeşitli eksiklikleri tespit edebilmektir. Kitlelerin İsrail işgaline karşı eylemlerine ilişkin tasavvurumuzu askeri operasyonlarla sınırlamamalıyız. Kitleler aynı zamanda gündelik bir zulme de maruz kalıyorlar. İsrail işgali, sömürüde ısrara devam ediyor. İsrail’in tüm iddialarına rağmen, yapılan hemen her çalışma işgal altındaki Filistin’in İsrail malları için ikinci büyük pazar haline geldiğini ve Arap işgücünün İsrail endüstrisi tarafından fiilen sömürüldüğünü açıkça gözler önüne seriyor. Halkımız bu sömürüye gerçekten büyük bir öfke duyuyor. Bundan dolayı, işgal altındaki Filistin’de İsrail’e karşı askeri saldırılarımıza, halkın düşmana karşı gündelik savaşı eşlik etmelidir. [Ne var ki] böyle bir savaş, orada mücadele yürüten başlıca örgütler arasında gerçek bir birlik olmadan kapsamlı ve akılcı şekilde yürütülemez. Mesele bir ölüm kalım meselesi haline geldiğinde ya da devrim kendini bir yol ayrımında bulduğunda, artık dar kafalı bireycilik için yer yoktur.

Tüm güçlerimizi bir araya getirmeli ve bunları işgal altındaki Filistin topraklarında kurmayı amaçladığımız Filistin ulusal cephesinin etkili olabileceği şekilde uygulamalıyız. Bu cephenin kuruluşunu geniş kitlelerin zaman zaman İsrailli düşmana karşı sert darbeler indirebilen kitlelerin siyasi eylemleri takip etmelidir. Bu faaliyetler ise çok temel bir ilkeye uygun olmalı: Soğukkanlı olmalı ve can kaybına mal olacak maceralara atılmamalıyız. Her devrimcinin hayatına büyük bir kıymet vermeliyiz. Nihai zafere ancak bu şekilde ulaşacağız.

İşgal altındaki Filistin’deki eylemimiz, düşüncelerimizi tamamen ve radikal bir şekilde yeniden gözden geçirmemizi, düşmanın yeni planlarını hesaba katmamızı, geçmiş eylemlerimizi eleştirel bir gözle değerlendirmemizi ve Filistin devriminin mevcut aşamasındaki tüm koşulları irdelememizi gerektiriyor.

Şimdi ise Filistinli kitlelerin ikinci kısmı üzerine biraz konuşalım. Halkımızın ikinci önemli yoğunluğu şu anda Ürdün Nehri’nin doğu yakasında yaşıyor. Doğu Şeria’da ise 700,000-800,000’den fazla Filistinli bulunmakta, ki kabaca nüfusun yüzde 67 ila yüzde 70’ini oluşturuyorlar. İsrail işgaline karşı savaşmaları yasaklandıktan sonra, bu insanlar artık Ürdün’deki halkımızla omuz omuza savaşma hakkına ve görevine sahiptir. Bu görev ki, onları kendilerini hâlâ İsrail’e saldırmaktan alıkoyan hain ve düzmece Ürdün rejiminin yıkılmasını sağlamaktır.

Churchill’in hatıralarında da yer aldığı biçimiyle, bu rejim [Ürdün], 1920 yılında Filistin halkının Filistin’deki sömürgeci ve Siyonist komploya karşı mücadelesini bitirebilmek amacıyla Transürdün Emirliği’nin kurulmasıyla tesis edilmişti. Bu kukla oluşum, kuruluşundan bu yana Filistin halkına, mücadelesine ve devrimine karşı faaliyetlerinden asla vazgeçmedi. Ürdün rejiminin 1936 ve 1948’de oynadığı rol buydu. Ve 1970’teki “Kara Eylül”(*) sırasında bu sahte rejimin halkımızın devrimine ve Siyonist işgale karşı haklı ve meşru mücadelemize karşı oynadığı rolü hepiniz biliyorsunuz. Davamıza karşı sorumluluğumuz, Doğu Şeria’daki halkımızın, bu sahte rejimi yıkmak ve kitlelerin ayakları altında ezmek için her gün, her hafta, her ay, her yıl çalışan Ürdün ulusal kurtuluş hareketinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesini gerektirmektedir.

Bunu, direniş hareketlerinin şu anda içinde bulunduğu meşakkatli durumun tamamen bilincinde olarak beyan ediyorum: Aldığımız ve bugün tekrar tekrar alacağımız darbelerin kesinlikle farkındayım. Direniş hareketinin boyutlarını ve etkisini azaltmaya yönelik mevcut manevraların; direniş hareketinin örgütleri ile halk kitleleri arasındaki ikiliğin tamamen farkındayım. Direniş hareketinin hatalarının da bilincindeyim, fakat aynı şekilde biliyorum ki, tüm hatalarına ve karşılaştığı tüm engellere rağmen, halkımızın devrimi sonunda zafere ulaşacaktır.

Burada sözünü ettiğim bu eylem planları elbette hemen şimdi uygulanamaz. Yarın, bir hafta ya da bir ay içinde uygulanmayacaklardır. Hepimiz bunlara inandığımızda ve bu inançla harekete geçip mücadele ettiğimizde hayata geçecekler ancak. Bu hepimizin önünde duran bir görevdir. Bu bağlamda tabanın yükümlülüğü, direniş hareketinin tüm liderleri üzerinde hakiki manada bir baskı uygulamaktır, böylece geçmiş deneyimlerden faydalanabilmemiz, dersler çıkarabilmemiz ve anlamlı bir ilerleme kaydedebilmemiz mümkün olacaktır.

Filistin halkımızı incelerken, dünyaya dağılmış olan bu nüfusun her bir yoğunlaşmasının kendine özgü niteliklerini de göz önünde bulundurmamız gerek. Bu noktada Filistin halkının üçüncü büyük yoğunluğu, sevgili Lübnan topraklarındadır. Yanılmıyorsam Lübnan’da 300,000 ila 400,000 arasında Filistinli yaşamaktadır. Şu anda bu yoğunluk, Filistin devrimi ve geleceği için özel bir tarihi sorumluluk taşıyor. Bu yaklaşık 400,000 kişilik nüfusun çocukları, kadınları, gençleri, yetişkinleri ve yaşlıları seferber edilip örgütlenebilirse, direniş hareketi zor anlarında geçici bir dayanak noktası olarak buraya sırtını yaslayabilir. Bu yükümlülük, mevcut değişkenlerin tam manasıyla kavranmasını gerektirmektedir. Bu talebi yalnızca Lübnan’daki Arap kitlelerle ve Lübnan yurtsever hareketiyle dayanışma ve kardeşlik içinde olduğumuzda karşılayabiliriz. Lübnan halkına ve direniş hareketini üstlenen Lübnan yurtsever hareketine teşekkür etmek ve minnettarlığını göstermek bizim için görevdir, Filistin halkının görevidir. Halklar ve yurtsever hareketler, Amerika direnişi yok edebilmek için ajanlarına gece gündüz para ödemesine rağmen, en azından şimdiye kadar bir katliamı önleyebileceklerini gösterdiler.

Filistin halkımızın Arap ülkelerinde ve dünya genelinde yoğunlaştığı yerler de mevcut. Filistin halkının dördüncü yoğunluğu Suriye’nin yanı sıra Arap Körfezi ve Arap yurtlarındaki diğer yerleşim bölgeleridir. Öte yandan Latin Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde de yaşayanlar bulunmakta. Bu nedenle her birini Filistin devriminin hizmeti için seferber edebilmek gerekir. Özellikle bu aşamada, kendilerini harekete geçirmeli. Filistin ve Ürdün’de Arap siyasetinin koşulları nedeniyle direniş hareketinin karşılaştığı zorluklar karşısında sorumluluklarının farkında olmalıdırlar. Tüm bunlar, kardeşlerim, Filistin devriminin gerçekten zafere ulaşabilmesi için eksiksiz bir planı gerektiriyor.

[Fakat] Filistin devrimi teorik, siyasi ve pratik olarak yeniden yapılandırılsa, birleşik bir Filistin ulusal cephesi hayata geçirilse ve bu cephe Filistin halkını gerçekten seferber edebilmeyi başarsa dahi, bunlar tek başına zaferi garantilemek için yeterli olmayacaktır.

Filistin devriminin kendine özgü bir yanı var. İşgalci Siyonist düşmanın ve onun emperyalizmle olan bağlılığının kendine has bir niteliği var. Arap dünyamızın bu bölümünde emperyalizmin petrol çıkarlarına özgü bir durum söz konusu. Benzer şekilde, Filistin davası ile Arap davası arasında da özel bir bağ mevcut. Bu nedenle 1967’den bugüne kadar olanlardan çıkarmamız gereken en büyük, ilk ve temel ders, Filistin devriminin Arap dünyamızın her köşesindeki Arap kitlelerinin devrimiyle bütünleşmediği sürece zafere ulaşamayacağıdır. Arap ulusu ve Filistin devrimini desteklemek üzere seferber olan Arap halkları, zafere ulaşabilecek gücü elinde tutmaktadır. Ve eğer yoldaşımız Guevara’ya ve hayatlarını ortaya koyanlara karşı sadakatimizi göstermek istiyorsak, yeni uluslararası düzende devrimci güçlerle ittifaklarımızın önemini hiçbir biçimde göz ardı edemeyiz. Tüm sosyalist devletlerle ilişkilerimizi sürdürme gerekliliğini de görmezden gelemeyiz. [Filistin devrimi], büyük Sovyetler Birliği, büyük Çin devrimi ve dünyanın dört bir yanındaki tüm sosyalist devletler ve ulusal kurtuluş hareketleriyle çok sağlam ilişkiler kurmalıdır. Bu ittifak, devrimimizin şu anda içinde bulunduğu krizden çıkmasını gerçekten sağlayacak etkili planlarla gerçeğe dönüşmelidir. Bu kılavuz ilkelerle gerçekten zafere ulaşacağız.

Eğer düşmanımız güçlüyse, gücümüzü tahkim ettikten sonra faydalanabileceğimiz zaafları da vardır. İsrail devleti ve onun temelleri eğretidir. Ürettiğinin dört katını tüketen bir devlettir. Bir askeri ve ekonomik güce sahipse, bunun nedeni şu anda 4 milyar dolarlık borç içinde olmasıdır. Bu kadar suni bir güce sahip bu denli yoksul bir devlet, gücünü ancak korkaklara ve bozgunculara karşı kullanabilir, hiçbir koşulda yoldaşlarımız “Guevara” ve Ebu Ali Ayad ile Filistin devrimi ve halkına karşı kullanamaz.

Devrimimiz tüm engellere rağmen zafer yolunda ilerlemeye devam edecektir. Yoldaşlar, bu, yoldaşımız ve şehidimiz Guevara’ya ve herkese karşı görevimizdir. Esenlikler dilerim.

Çok Okunanlar

Exit mobile version