Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, iddialı ve biraz da yanıltıcı başlığına rağmen tarihsel bir gerçeğe işaret ediyor. Yazar, bildiğimiz anlamıyla kapitalizmin 1973’te sona erdiğini ilan ediyor aslında. Fakat bu bildiğimiz kapitalizm, aslında bir anomaliydi de: Kapitalizmin sözde ‘Altın Çağ’ı, savaşın neden olduğu ‘yaratıcı yıkım’ın, nazizmi yenen Sovyetler Birliği’ne ve batıda iktidarın eşine gelmiş silahlı komünistlerin ve işçilerin korkusuna verilen cevabın bir sonucuydu. Bir başka açıdan, bildiğimiz anlamıyla kapitalizmin, aslında 1914 veya 1917’de sona erdiğini de ilan edebiliriz. Periyodizasyon tartışmasını bir kenara bırakırsak, her şeye rağmen, 1970’li yılların emperyalist-kapitalist sistem için bir dönüm noktası olduğu kesindir: Batılı ekonomiler durgunluğa girmiş, başta Fransa olmak üzere büyük işçi grevlerine bugünden bakıldığında ideolojik yönelimi tartışmalı öğrenci hareketleri eklemlenmiş, Portekiz-İspanya-İtalya-Yunanistan hattında devrimci krizler yaşanmış, Vietnam’da sarı benizli yoksul bir halk komünistlerin öncülüğünde ABD’yi yenmiş, emperyalist sistemin yöneticileri gerçekten yolun sonuna geldiklerine dair karamsar görüşler dile getirmeye başlamışlardı. 1970’lerde kapitalizmin yaptığı karşı-hamlenin sonuçlarını bugün hâlâ yaşıyoruz; hatta belki o dönemin de sonuna geldik. Kapitalizmin bugün ne olduğuna ve küresel olarak nasıl düzenlendiğine ilişkin tartışmalar için makalenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Dünya 1973’te sona erdi
Alex Hochuli
The New Statesman
23 Ağustos 2023
Batı çöküşte. On yılı aşkın bir süredir devam eden popülist isyanların ardından küresel bir salgın ve Doğu Avrupa’ya savaşın geri dönmesi, bu fikrin yaygınlaşmasına, hatta kabul görmesine neden oldu.
Bu anlatılar, genellikle kaybolan değerlere özlem duyan siyasi sağı da etkiliyor. 1950’leri hatırlayın: uzlaşı toplumu, özelleştirmecilik ve geleneksel cinsiyet rolleri – her şeyin dağılmadan önceki haline dair bir arkadyen vizyon. Daha sağda ise uygarlığın çöküşü genellikle ırksal paranoyalarla, ulusal gücün kaybına yakılan ağıtlarla ve Oswald Spengler’e selam göndermelerle süslenir.
Fakat solun, en azından refah devletçi kisvesi altında, kendi nostaljileri var. Thatcher ve Reagan’dan önceki döneme bakar. O zamanlar devlet daha fazla hak sağlardı, sendikalar daha güçlüydü ve demokrasi daha sağlamdı. Thatcher ve Reagan daha fazla kişisel özgürlük ve iktisadi büyüme vaat ettiler ama bunun yerine eşitsizlik getirdiler. Bir başka çöküş hikayesi. Radikal-liberal kültür savaşçıları bile geriye bakar. Irksal, cinsel ve toplumsal cinsiyet baskılarına karşı çıkarken, sanki son yarım yüzyıl hiç yaşanmamış gibi davranırlar.
Hem sol hem de sağ, savaş sonrası dönemin kesinliklerine geri dönmek için can atıyor. Hepsi de o dönemde her şeyin daha iyi olduğunu inandırıcı bir şekilde savunabilir. Hepsinin çizdiği resim aynı, sadece tuvalin farklı bir bölümüne odaklanmayı seçiyorlar. Bu çöküş anlatıları, güçlü, sürekli iktisadi büyüme ve insani gelişme ile desteklenen bir toplumsal düzenin kaybına tanıklık etmektedir.
Ve Batı’da bu düzen 1973’te sona erdi. Bu çöküşe ilişkin bilincin yaygınlaşması için 50 yıl geçmesi gerekti.
1973 yılı Batı’nın asla toparlanamadığı bir yıl oldu. OPEC tarafından tetiklenen petrol şoku ucuz enerjinin sonunu getirmiş, ardından gelen enflasyon ve iktisadi yavaşlama, politika yapıcıları yeni, liberal çözümlere ulaşmaya itecek bir kriz yaratmıştı. Pinochet’nin o yıl Şili’de gerçekleştirdiği darbe, bu karşı saldırının ilk acımasız salvosuydu. Amerika Birleşik Devletleri’nde Richard Nixon’ın ikinci dönem başkanlığı için göreve başlaması, 1968’de zirveye ulaşan radikal enerji dalgasının sona erdiğini gösteriyordu. Radikaller bunun yerine siyaset ve ekonomiyi içinden çıkılmaz bularak enerjilerini kültürel meselelere yönlendirdiler. Bu, siyasi çekişmeyi, benlik ve varlık, kimlik sorularının güvenlik, zenginlik ve bunların dağılımı sorularının önüne geçtiği bir zemine taşımak anlamına geliyordu. Kültürel ilerlemecilik ve onun muhafazakâr tepkisi elli yıl boyunca şablon olacaktı. Amerika’da kitlesel hapsetmelerin katlanarak artması da o yıl başladı ve artık toplumsal sorunları daha kapsayıcı bir toplum yoluyla çözebileceğine inanmayan bir topluma tanıklık etti.
Teknolojik ilerlemeler ulaşım ya da inşaattan ziyade giderek iletişim ve sağlıkla ilgili hale gelecekti. İşte dijital çağın tohumları ve Batı’nın içe döndüğünün ve giderek daha da atomize hale geldiğinin teyidi. İlk cep telefonu görüşmesi 1973 yılında yapıldı. Eğer bu çöküş modellerini özetleyen tek bir görüntü istiyorsanız, Amerika Birleşik Devletleri’nde ücretlerin üretkenlikten farklılaşmasını gösteren ünlü timsah grafiğini düşünün: birincisi durgunlaşırken, ikincisi büyümeye devam etti. Timsahın çenesinin menteşesi? 1973 yılı.
Son 50 yılın bilançosu çok açık. Batılı siyasi kurumlar, resmi olarak aynı görünseler bile artık halkın iradesine yanıt vermiyor. Batı toplumları bunalmış ve atomize olmuş durumda; demagoglar için kolay bir av. Batı kültürü metalaşma ile düz ve cansız hale gelmiştir. Batı ekonomileri durgun: üretkenlik, ücretleri büyük ölçüde aşmış olsa da, üretkenlik artışı azaldı ve maddi ilerlemenin eski bir Apple ürününün son versiyonundan biraz daha fazlasını ifade ettiği bir zamanda toplumu daha da eşitsiz halde bıraktı.
Pek çok kişi tüm bunları ‘neoliberalizm’ adlı büyük kovaya atıp bu konuyu kapatmayı düşünebilir. Bu da son elli yılda yaşanan sıkıntıların sadece yanlış bir politika dönüşünün hikayesi olduğunu gösteriyor. Eğer bu durum tersine çevrilirse, Batı eski görkemli günlerine geri dönebilir.
Savaş sonrası düzene geri dönülmesi artık imkansızdır. Bu tarihsel olarak benzersiz bir düzenlemeydi. İkinci Dünya Savaşı’nda sermayenin yok edilmesi nedeniyle yüksek büyüme ortaya çıkmış ve dünya ekonomisi 1951’den 1973’e kadar yılda %5 büyümüştür. Bu rakam şimdi en iyi ihtimalle %3 civarında seyrediyor. Kişi başına düşen gelirdeki büyüme ise yılda %1,5’e kadar düşmüştür. İşçi sınıfının düşük işsizlik ve dayanıklı tüketim mallarının yaygınlaşmasıyla güven kazandığı, elitlerin ise savaş deneyimi ve devrim tehdidiyle disipline edildiği savaş sonrası Batı siyasi uzlaşısı artık mevcut değil. Bu düzenlemeleri geri getirmek için aynı ölçekte başka bir savaş gerekecektir. Bu dönemi Batı’nın ‘nasıl olması gerektiğine’ dair bir temel olarak görmek büyük bir hatadır. Hem solda hem de sağda bunu yapanlar, tarihsel bir istisnayı bir idealle karıştırmaktadır. Bu koşullara geri dönülmesinde ısrar etmek sadece nostaljidir.
Batı’nın 1973’te sona erdiğini öne sürerken, bunun mümkün olan tüm dünyaların en iyisi olduğunu kastetmiyorum. O dönemde siyaseten aktif olan hiç kimse tahminlerinde bu kadar iyimser olamazdı. Batı demokrasilerine ırksal ve cinsel baskı damgasını vurmuştu; işçi ücretleri artmış olsa da o dönemde hayatın büyük bir kısmı boğucu görünüyordu. Hem 1960’ların Yeni Solcu öğrencilerinin yabancılaşmaya karşı isyanları hem de bireysel özgürlük adına Thatcher-Reagan karşı devrimi bu sıkışmışlık duygusuna tanıklık ediyordu. Gerçekten de 1970’lerin krizi aynı zamanda bir aşırı talep kriziydi. ‘Stagflasyon’ bu çelişkiyi yansıtıyordu: devlete yüklenen talepler ile artık malları tedarik edemeyen bir ekonominin birleşimi.
Batı’nın çöküşünün mutlak olmaktan ziyade çoğunlukla göreceli olduğu doğrudur. Batı’nın kaybı başkalarının kazancı olmuştur. Yoksulluk istatistikleri veya benzer göstergeler dikkate alındığında, dünyanın Steven Pinker’larının ısrar etmeyi sevdiği gibi, genel küresel tablo çok kötü görünmüyor. Fakat muhasebenizden Çin’i çıkardığınızda, birdenbire yukarı doğru fırlayan çizgiler oldukça düz görünüyor.
Karanlık gerçek şu ki, küresel bir yavaşlama ve ekonominin yeniden yapılandırılmasıyla karşı karşıyayız ve dünyanın büyük bir kısmının bunu yakalaması pek mümkün görünmüyor. Batı kendi kalkınma yolunun sonuna geldi, ama diğer pek çok ülke de öyle. Yoksul ülkelerin sanayileşmek için çok az fırsatı var; birçoğu asla orta gelirli ülke olamayacak. Orta gelirli ülkeler ise kendilerini bir tuzağın içinde buluyor: artan maliyetler ve azalan rekabet gücü. Batı’nın on yıllar önce bir bütün olarak yapmaya başladığı gibi sanayisizleşiyorlar.
Ve burada, yine, 1973’e dönüm noktası olarak dönüp bakabiliriz.
1970’lerin başında Bretton Woods uluslararası mali sistemi sona erdi. Nispeten istikrarlı küresel iktisadi düzen çözülmeye başladı. Sermaye kontrolleri gevşetilirken, 1973’te petrol fiyatlarındaki artış petrodolarların yeni mali piyasalara akmasına yol açtı. Uluslararası sermaye piyasalarının patlayıcı bir şekilde büyümesi, aslında uluslararası ilişkilere yeni bir faktörün girmesiydi; bu faktör neredeyse dağıtılmış ama küresel bir egemen haline gelecekti: küresel finansın dev vampir kalamarı. Çeşitli fonlar, bankalar ve piyasalardan oluşan ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi önemli yardımcılar tarafından desteklenen bu kurum, ulusal kalkınma yörüngeleri üzerinde nihai hakem haline gelecekti.
Bir süre için bu yeni sermaye piyasaları, egemen devletlerin güçlü büyümenin devam edeceği beklentisiyle borçlanmalarına olanak sağladı. Fakat daha sonra ABD, 1979 yılında Volcker Şoku olarak bilinen bir olayla faiz oranlarını yükseltti. Bu borcu ödemek dayanılmaz hale geldi ve Latin Amerika ve ötesinde ‘kayıp on yıla’ yol açtı. Brezilya yeni eğilime iyi bir örnektir. 1960’tan 1980’e kadar kişi başına düşen reel GSYİH yüzde 140’tan fazla artmıştır. 1980’den 2000’e kadar ise yüzde 20’den daha az büyüdü. Devlet borç krizleri yinelenen bir olgu haline geldi. Küresel finansın dokunaçları sırayla bir dizi ülkeyi boğdu: Meksika, Brezilya, Arjantin, Tayland, Endonezya, Rusya, Arjantin (tekrar), Yunanistan ve daha fazlası.
Bu dönem başka bir dönüm noktasına da işaret ediyordu. Küresel eşitlik hayalinin sonunu getiren sadece borç yükü ve finansın küreselleşmesi değildi. Kauçuk, petrol ve çelik gibi şeylere dayanan türden sanayi (örneğin otomobil üretimi) katma değerli malların öncüsü olmaktan çıktı. Gerçekten yüksek değerli mallar, fikri mülkiyet haklarıyla korunarak giderek daha fazla gayrimaddi hale geldi. Oyuna girmesi engellenen ama Çin tarafından geride bırakılan birçok orta gelirli ülke korkutucu bir eğilim içine giriyor: ‘Erken sanayisizleşme.’
İngiltere ya da ABD’de sanayisizleşmenin uzun vadeli olumsuz etkileri hakkında –başlangıçta soldan ama şimdi giderek popülist sağdan– duyduğunuz tüm şikayetleri hatırlayın. Şimdi aynı süreçten geçtiğinizi ama çok daha düşük bir gelir seviyesinde olduğunuzu düşünün. Zamanın bir noktasında sanayileşmiş olacak kadar şanslı fakat bu süreci sadece geçmiş zamanda bilecek kadar şanssız orta gelirli ülkeler için gerçek budur.
Şimdi sanayinin büyümediğini ve istihdam sağlamadığını hayal edin, ama eski moda tarım da ortadan kalktı ve kitlelerin kırsalı terk edip şehre taşınmasına neden oldu. Sadece hizmet sektöründe güvencesiz işlerin sunulduğu tarımsızlaşma ve sanayisizleşme, coğrafyacı Mike Davis’in gecekondular gezegeni olarak adlandırdığı durumla sonuçlanıyor.
Bu, Güney Afrika ya da Brezilya, Senegal ya da Myanmar’daki –ya da İspanya ya da Belçika’daki– ortalama bir işçinin 1973’te maddi olarak daha iyi durumda olduğu anlamına gelmiyor. Ne de olsa o dönemde pek çok yeni devlet kendi ayakları üzerinde durmaya çalışırken, özgürlük hareketleri emperyal saldırganlık ve ölüm mangalarıyla karşı karşıyaydı. Yaşam standartları geçtiğimiz 40-50 yıl içinde iyileşti. Fakat, en önemlisi, genellikle beklenenden çok daha az ve bazı durumlarda neredeyse hiç iyileşmedi.
Aslında, her şeyi düz ampirik bir şekilde ölçmeye çalışmamalıyız. Dünya, Dünya Bankası tarafından üretilen bir grafik değildir. Olan, olabilecek olanı da içerir. Bir çağın ne kadar olasılık içerdiği, sunduğu şeylerin gerçekliği kadar önemlidir. Sadece maddi –ve aslında ahlaki– ilerlemenin birikimine değil, aynı zamanda bir çağın ne kadar filizlendirici olduğuna, farklı gelecekler için hangi yolları açık tuttuğuna da bakmalıyız.
Bu anlamda 1973, gerçekte ya da beklentide –ya da her ikisinde de– gerilediğimiz bir tür zirve olarak hizmet edebilir. Gelişmiş Batı ülkeleri için olağanüstü büyüme ileriye dönük bir yolu işaret ederken, daha az gelişmiş olanlar için kapitalist gelişme ve yetişme gerçek bir olasılık olarak görünüyordu. Soldakiler için sosyalizm, ister mevcut rejimleri taklit etsin isterse tamamen yeni bir şey olsun, ulaşılması gereken bir sonraki aşamaydı.
Bugün görünen o ki, sınırlı hırslar da bu duruma ortak oluyor. Sınırlı beklentiler siyasi liderler üzerindeki baskıyı azaltıyor. Çözümlere sahip olmadıklarına ya da olamayacaklarına inanıyor olabiliriz, fakat bu, baskı uygulamak, türümüzün çoğuna zarar veren küresel bir düzenin ötesine işaret etmeye başlamak için daha fazla neden demektir.
İktisatçı Marc Levinson bir keresinde Altın Çağ’ın 1973’te sona erdiğini gözlemlemiş fakat ‘hükümetlerin tam istihdam, istikrarlı iktisadi büyüme ve yükselen yaşam standartları sağlamak için neler yapabileceği konusunda gerçekçi olmayan beklentiler’ içinde bırakıldığımızı belirtmişti.
Gerçek şu ki çok az şey talep ediyoruz. Borç yükü altındaki yoksul ülkeler IMF ve kreditörlerin isteklerini yerine getiriyor. Kriz içindeki Güney Avrupalılar, herhangi bir büyüme ihtimalini açıkça engellediği halde Avrupa’nın ‘birlik’ yapılarına bağlı kalmaya devam ediyor. Amerikalılar iki partili sistemin ve küresel ticaret sisteminin ötesinde bir şey olmadığını kabul ediyor.
Yoksul ülkeler, esas olarak zengin azınlığa hizmet eden küresel bir sistemden kurtulmaya çalıştıklarında ezilirler. Bu nedenle çok azı bunu dener. Zengin ülkeler ise şimdiye kadar radikal bir kopuşun getireceği yıkımı –siyasi irade çağrılsa bile– kabullenmeye yanaşmadılar. Brexit’te gördüğümüz de buydu: elitler her şeyi eskisi gibi tutmaya çalışırken anayasal değişiklik iktisadi bir hesaplaşmaya yol açmadı. Britanya’da yeni bir kalkınma projesi ölü doğdu.
Levinson bugün ‘seçmenlerin popülist liderlerin yavaş büyüyen ekonomileri nasıl yeniden harika hale getireceklerini bileceklerini umarak yeniden sağa döndüklerini’ belirtiyor, fakat daha iyisini yapacaklarına inanmıyor. Muhtemelen hayır, ama sorun bunu yapmaları yönündeki talep değil. Daha fazla ulusal özerklik ve halk egemenliğinin olduğu bir dünya hayali de değil. Söz konusu olan, hem onların hem de bizim hırs ölçeğimizin yetersiz kalmasıdır.
1973’e geri dönüş yok. Ancak çöküşümüz üzerine, bunların hepsinin ‘kayıp on yıllar’ olduğu gerçeği üzerine düşünebilirsek, bu yeni bir düşünceyi kışkırtmaya hizmet edebilir. 1973, yeniden ele geçirilmesi gereken ideal bir dünyayı değil, daha büyük olasılıklara sahip bir dünyayı hatırlatmalıdır.