GÖRÜŞ

Filistin’in geleceği – 3

Yayınlanma

Her savunma savaşı uzatmalı savaş değildir; ama saldırı savaşı kesin bir sonuç almayı hedeflerken savunma savaşı hasmı bunu geciktirmeye çalıştığı için uzatmalı savaşa meyleder. Savunma savaşı tabiatı gereği savaşın negatif biçimidir. “… direniş hasmın tasarısından vazgeçmek zorunda kalacağı kadar miktarda kuvvetlerini yok etme faaliyetidir. … bu suretle saf direniş ilkesini ihtiva eden bu negatif görev aynı zamanda uzatmalı mücadelede hasım üzerinde üstünlük kazanmanın yani onu yıpratmanın tabii vasıtasıdır.” (Clausewitz s. 66.) Bu, savunma savaşının üstünlüğüdür; veya savaşın negatif biçiminin pozitif biçimi üzerinde üstünlüğüdür. Ancak savunma savaşı en mükemmel durumda bile mutlak bir üstünlük kazandırmaz. Maddi ve manevi bütün güç halktan doğar; uzatmalı savaş, en çok da uzatmalı savunma savaşı maddi gücü tüketir, manevi gücü yıpratır.

Savaş için gerekli maddi gücü pek çok imkânsızlığa rağmen dış destekle elde etmeyi başaran Filistin açısından uzatmalı savaşın ve en genelde onyıllara yayılan mücadelenin başlıca tehlikesi savaş yorgunluğudur. Filistin’in üçüncü savaşındaki yenilginin, yani Oslo bozgununun ardından uzun süreli göreli sessizlik döneminin altında bu yatar; Filistin halkı bitmeyen savaşların ardından olana ve olma ihtimaline razı gelmiştir. Bir önceki dönemin (birinci intifada) öfke patlaması, bozgunun ardından hızla ortaya çıkan savaş yorgunluğuna engel olmamış, tam tersine yorgunluğu katlamıştır. “… barışın imzalanması ile, için için yanmaya devam edebilecek pek çok kıvılcım her defasında söner, her iki tarafın da gerilimi zayıflar, çünkü barışa meyilli bütün akımlar (ve bunlar her millette ve her zaman epey çoktur) direniş hattından kesin olarak uzaklaşırlar.” (Clausewitz s. 68.) Aynı şey daha kadim bir formülasyonla da ifade edilebilir: “Savaş zaferi sever ve süregitmeyi sevmez.” (Sun Tzu 2:14.)

Böylece bir kez daha iç siyasete, sosyal dokuya, yani sınıf kompozisyonuna dönüyoruz. Çünkü: “Savaş sadece siyasetin devamı değildir, siyasetin özeti, siyaset öğrenimidir.” (Lenin c. 39 s. 406.)

Filistin’in geleceği – 2

Özellikle savunmadaki taraf için iç siyaset savaşın gidişatında çok daha tayin edici olabilir. İçerideki bütün sınıf karşıtlıkları, çatışmaları, gerilimleri bu gidişatta doğrudan hissedilir. Savunmadaki tarafın içerideki durumdan daha fazla etkilenmesinin nedeni şudur: savunma askeri açıdan daha güçlü bir yol olmasına rağmen siyasi açıdan daha zayıf bir ortam yaratır, çünkü savunmanın biçimini düşmanın saldırısı tayin eder; savunmadaki tarafın iradesi şimdi tamamen düşmanın iradesine bağlıdır. Bununla birlikte savunma içerideki sınıf mücadelesine karşı daha kırılgan olsa bile bu mücadeleyi gizleme potansiyeli de taşır. Özellikle milli savaşlarda böyle olur. Dolayısıyla bu dezavantajı bertaraf etmek ve bu avantajdan yararlanmak için savunmadaki tarafın siyasi iradesi saldıran tarafa göre daha güçlü olmak zorundadır.

Savaşan taraflar arasındaki saldırı-savunma dengesi değiştikçe bu ortam da değişir; bir önceki aşamada savunmada olan tarafın içerideki sınıf mücadelesinde bütün avantaj ve dezavantajları şimdi savunmada bulunan tarafa geçer. Milli mücadelelerde paradoksal bir şekilde savunmadaki tarafın bütün sınıf ve tabakalarının kenetlenme potansiyeli artar; ama bu sınıf ve tabakalar arasındaki sınıfsal ayrımlar da aynı şekilde keskinleşir. Uzatmalı bir savaşta siyasi irade onları göğüsleyecek kadar muhkem değilse bu ayrımlar savunmadaki taraf için yıkıcı olur.

Diğer yandan savunma savaşı uzadıkça ayrımlar keskinleşir, siyasi irade hâkimiyetini kaybetmeye başlar. Savaş yorgunluğundaki tırmanışı yukarıda görmüştük, buna paralel olarak ihanet de yaygınlaşır. İhanet can korkusuyla düşmana sığınan eski savaşçıların tekil örneklerinden ibaret değildir; esasen bir sınıf tavrıdır. Savunmadaki tarafta hain sayısının saldıran tarafa göre çok daha fazla olmasının nedeni budur. İhanete daha açık olan sınıfların başında savaş uzadıkça maddi menfaatlerini kaybedecek olanlar gelir. “Bu iki kuvvet [emperyalizm ve hâkim burjuvazi] birbirini öldürecek, güçsüz bırakacak, kalabalığın eline koz verecek şekilde savaşmazlar.” [Şeriati s. 15] Ama sadece bu da değil; toplumun gözeneklerinde yaşayan lümpen proletarya da ihanet potansiyeli taşır. Bu gözenekler genişledikçe, yani lümpen proletarya büyüdükçe serseri unsurlar direnişe daha sık sızar.

Lümpen proletarya bütün savunma savaşlarında özel bir önem taşır.

Lümpen proletaryanın uzatmalı savunma savaşlarındaki etkisi ihanet potansiyelinin katlanmasından ibaret değildir; bu etki, ikinci bölümde de vurguladığım gibi, askercil psikolojinin siyasetin önüne geçmesiyle de karşımıza çıkar.

Uzatmalı savaş veren toplumlarda lümpen proletarya gitgide artan bir sosyal ağırlık kazanır. Kaçınılmazdır bu, çünkü sürekli savunma durumu bunun imkânları olduğunda bile devletin (yani belli bir hukuk düzeninin) işleyişini engeller; sosyal adaletsizlik ve sefalet derinleşir, meşru ilişki biçimleri daralacağından gayrimeşru ilişkiler ağı genişler, toplumun gözeneklerinde yaşayan insanların sayısı muazzam bir artış gösterir. Bu genel durum toplumun diğer kesimleri üzerinde de yıkıcı bir moral etkide bulunur.

Lümpen proletarya gözeneklerde yaşadığı için diğer sınıflar gibi sınıf bağları geliştiremez, belli bir sosyal kimlik oluşturamaz. İşçi sınıfı azami seviyede atomize edildiğinde bile sınıfsal kimliğini az çok korumayı başarır veya doğru bir önderlik bu bağların yeniden kurulmasını sağlayabilir, oysa lümpen proletarya bireylerden oluşur. Bu, güç dengesinin savunmadaki taraf için son derece zayıf olduğu uzatmalı savunma savaşlarında zaten yaygın olan şiddet fetişizmini derinleştirir.

Siyasi önderliğin zayıf olduğu mücadelelerde askercil psikolojiyle şiddet fetişizmi sarmala dönüşür. Böylece siyaset tayin edici rolünü tamamen kaybeder, şiddet yüceltilir; zira (bu fetişizmin en mükemmel ideologu olarak Fanon’un sözleriyle): “… şiddet kusursuz bir meditasyon olarak görülebilir. Sömürgeleştirilmiş insan şiddette ve şiddet aracılığıyla özgürleşir. Bu praksis militanı aydınlatır, çünkü ona araçları ve amacı gösterir.” (Fanon s. 89) Bu sözler sadece şiddetin şiddeti doğurduğu tespiti değildir; bu aynı zamanda şiddetin özgürleşme aracı olarak gösterilmesidir: “Şiddet bireysel düzeyde temizleyici bir güçtür. Sömürge insanını aşağılık kompleksinden, umutsuzluk ve pasiflikten kurtarır, ona cesaretini ve özgüvenini yeniden kazandırır.” (Fanon s. 98) Savaşın kutsanmasına çok sık rastlanır, edebiyatta da bulunur böyle örnekler. Mesela olanca bireyciliğiyle Dostoyevski ortak bir şiddet eyleminde, savaşta bireysel, ilahi kurtuluş vazediyordu: “Her ne olursa olsun tek bir kurtuluş yoktur dünyada; bazen savaştadır bu.” (Dostoyevski s. 116.) Ama insanın bireysel kurtuluşu için bireysel şiddetin kutsanması tamamen farklı bir anlayıştır.

Böylece örgütlenen tekil şiddet eylemlerinin hedefinin ne olduğu önemini giderek kaybeder; “sömürgeciye” karşı her tür şiddet eylemi meşru kabul edilir. Ancak sömürgeci, bir sömürge sisteminin yürütücülerinden (şirketlerden, kolluk gücünden, vb.) ibaret değildir. Onlar doğrudan faillerdir, ama sömürgeci halk da doğrudan yahut dolaylı rızasıyla sömürgeci şiddetin failidir. Dolayısıyla “sömürge insanının” şiddeti onu da hedefler.

Bu şiddet fetişizmi teorisinde “sömürge insanı” bütün sömürge halkı değildir; bu, şiddeti örgütleyen bireydir. Onun örgütlediği tekil şiddet de sadece sömürgenin kurtuluş hedefine erişmek için zaruri bir vasıta değildir; aynı zamanda şiddeti uygulayanın bireysel kurtuluş vasıtasıdır.

Fanon’un şiddet fetişizmi dindışı bir kaynaktan akar; çokça tanık olduğumuz sünni islamcı şiddet fetişizmi ise nitelik olarak bundan çok farklı olmamakla kalmaz, ama çok daha yıkıcı olabilir; çünkü şiddeti örgütleyen, gerçekleştiren islamcı, bu şiddet eyleminin sonunda zarar görenlerin, yani “sömürgeci halkın” (kâfirlerin, dinsizlerin, haçlıların, vb.) zaten suçlu olduğu ön-kabulünden başka şuna da inanır: şiddet eyleminin kime ne zarar vereceğinin pek önemi yoktur; eğer kâfirse zaten cennete, müminse de zaten cehenneme gidecek.

Çok Okunanlar

Exit mobile version