Çevirmenin notu: Marie Antoinette ve giyotinlerden bu yana zengin düşmanlığının derinleştiği Fransa bugün çok da farklı değil. Seks kasetlerinin havada uçuştuğu kompromat siyasetinin hâkim olduğu dünyanın geri kalanına kıyasla Fransa’da yolsuzluk, toplumda daha ağır bir suç olarak kabul görüyor. Bu ortamda sağ kalmayı başaran milyarder Bernard Arnault birden fazla kez kamuoyunun hedefi olsa da zenginler, bir şekilde paçayı kurtarmayı başarıyor. Fransız gazeteci Anne-Elisabeth Moutet, ülkede son dönemde hem sağ hem de sol kesimde Amerikan karşıtlığı ve zengin düşmanlığının yoğunlaştığına dikkat çekmiş.
Fransa’da para seksten daha kirli
Anne-Elisabeth Moutet
Unherd
6 Eylül 2023
Amerikan karşıtlığı zenginlere duyulan nefreti körüklüyor
Dünyanın hemen her yerinde, insanların ülkelerinin Japonya, Birleşik Krallık ve Almanya’yı geride bırakarak ABD ve Çin’in dışında her yerden daha fazla milyoner çıkarmasını kutlamalarını beklerdiniz.
Ama Fransa’da öyle değil. Suçlamalar, yoğun ve acımasız, havada uçuştu. “Fransa’nın tarihsel gücü, tüm krizlere dayanıklı sosyal modeli ve dünyanın zengin ülkeleri arasında en dar olan eşitsizlik seviyesiydi. Artık öyle değil! Emmanuel Macron’un dayattığı Fransa’nın Amerikanlaştırılması kalıcıdır,” diye tweet atan Yeşil Milletvekili Sandrine Rousseau, katı solcu kimliğini parlatma fırsatını asla kaçırmıyor. Fransa’nın diğer yeşil partisinin (EELV) lideri Marine Tondelier de “milyarderlerin” ya da “vampirlerin” olmadığı bir Fransa hayal ettiğini haykırmıştı. Fransız Komünist Partisi’nin bir zamanlar en güçlü gazetesi olan l’Humanité’nin, Fransa’da vergi kaçakçılığının kamu bütçesini “80 ila 100 milyar avro” zarara soktuğu bir dönemde bunun “mantıklı” olduğunu söylemesine gerek yok.
Fakat bu tür eleştiriler sağda kayda değer ölçüde kabul görüyor. Ulusal Birlik seçmenlerinin yüzde 35’i bu konuda Sayın Tondelier ile aynı fikirde (ve başka pek bir şey yok). Genel manada Fransızların yüzde 38’i zengin yurttaşların olmadığı bir ülkede yaşamanın kendilerini daha mutlu edeceğini söylüyor. Bu da merkez sağ Le Point gazetesinin muhtemelen fazla iyimser bir manşet atmasına yol açıyor: “Hayır, Fransızlar milyarderlerin olmadığı bir Fransa hayal etmiyor”. Ancak neredeyse yüzde 40’ı öyle.
Geçtiğimiz ocak ayında, CGT sendikasının o dönemki lideri Philippe Martinez, elektrik ve doğalgaz mühendislerinin “elektrik ve gaz hatlarını kesmek” için “milyarderlerin güzel evlerini ziyaret etmelerini” önermişti (Bu boş bir talimat değildi: neredeyse 20 yıl önce aynı sendikanın maskeli iki üyesi Başbakan Jean-Pierre Raffarin’in Fransa’nın batısındaki özel konutuna girmiş ve o zamanlar devlete ait olan ulusal enerji şirketi EDF’nin kısmen kamulaştırılmasını protesto etmek adına tam da bunu yapmıştı). Bu tür Robin Hood tarzı, sahte devrimci jestler Fransa’da o kadar takdir gördü ki, Başbakan’ın devletten maaş alan militan elektrikçileri (elektrik kesicilerini) ne Fransız adalet sistemi ne de işyerlerindeki yaptırımlar eliyle asla disipline edilemedi.
Fransızlar için para, seksten çok daha kirli bir şeydir (Dominique Strauss-Kahn, 2011’de New York’ta bir otel hizmetçisini taciz ederek kendi cumhurbaşkanlığı adaylığını sabote edene kadar, Paris’in bilgeliğine göre kimse bir politikacıya seks ifşalarıyla şantaj yapamazdı, zira tepki büyük olasılıkla bizim tipik Galya omuz silkmesi olurdu). Ancak para tartışmaları kariyerinizi tümüyle bitirir. Meşhur Gaullist Bordeaux Belediye Başkanı, Ulusal Meclis Başkanı Jacques Chaban-Delmas’ın 1967-1970 yılları arasında gelir vergisi ödemediği Fransa’nın Private Eye’ı Le Canard Enchaîné tarafından ortaya çıkarıldığında, hissedarların halihazırda ödenmiş temettü vergilerini gelir vergisi toplamından düşmelerine izin veren vergi yasasını uygulamış olması önemli değildi. Bir zamanlar Fransa’nın bir sonraki cumhurbaşkanı olacağı tahmin edilen Chaban, kalıcı bir utanç içinde sahneden kaybolmuştu.
Libération gibi sol görüşlü gazetelerin yanı sıra AB’den kuşku duyan ve küreselleşme karşıtı haftalık fikir gazetesi Marianne gibi bağımsızlıkçı yayın organları da düzenli olarak “zenginleri” aşağılayan iki dakikalık nefret dolu ön sayfalar yayımlıyor. En sevdikleri pinyata, sayana göre dünyanın en zengin ya da ikinci en zengin adamı olan LVMH lüks holdinginin patronu Bernard Arnault. Arnault’un şirketleri —Louis Vuitton, Dior, Givenchy, Moët & Chandon, Hennessy ve daha pek çoğu— prestijlerinin ciddi bir kısmını özel “Fransa’da üretilmiştir” etiketine borçlu ve bu nedenle Arnault kendi ülkesinde doğrudan ya da dolaylı olarak 160 bin kişiyi istihdam ediyor.
Lüks sektörü Fransız ekonomisine, havacılık ve silah sanayiilerinin toplamından daha fazla para kazandırıyor. Ve “vampir” Arnault ve şirketleri Fransa’da vergi ödüyor. Fakat bunların hiçbiri, yurttaşın gözünde Arnault’un paçayı kurtarmasını sağlamıyor. Arnault’un yeni seçilen sosyalist Cumhurbaşkanı François Hollande’ın bir milyon avronun üzerindeki gelirler için yüzde 75’lik bir üst vergi dilimi vaadine Belçika’ya taşınarak tepki gösterdiği haberi üzerine Libération, 2012’de “S*ktir git, zengin mankafa!” diye yüksek sesle cevap vermişti. Aktör Gérard Depardieu’nün yanı sıra bazı futbolcuların da ülkeden ayrılmasına neden olan bu vergi, Fransız Hazinesine cüzi bir getiri sağladıktan bir buçuk yıl sonra sükunetle kaldırıldı. Belçika pasaportu almış olan Arnault da geri döndü.
Fransızların zenginlere yönelik asırlık nefretinin belirgin bir şekilde ifade edilmesinde bile, Arnault’un aksine futbolcuların hedef alınmaması önemli. Fransızlar zenginlerden nefret ediyor ama onların neye benzediğine dair net bir tahayyüle sahipler; patronlar, toprak ağaların, bankerler… Hem İncil’e (“İki efendiye birden hizmet edemezsin… Ya Tanrı ya Mamon”) hem de Marksist dile ait bir dizi klişe. Kendisini ne kadar seküler görürse görsün, Fransa hem Katolik Kilisesinin hem de Das Kapital’in dünya görüşünü özümsemiştir. Futbolda elde edilen kazanımlar ise burada bir tesadüfün sonucu olarak görülüyor; bazı işçi sınıfı çocuklarına öngörülemeyen kabiliyetleri karşılığında ödenen yarı sihirli para.
François Hollande’ı vergi oranını düşürmeye —ki boşa düşmüştü— ikna eden kişi, 37 yaşındaki neredeyse hiç tanınmayan Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron’du. Hollande’ın halefi olduğunda Macron, Fransa’nın kırk yıllık servet vergisini büyük ölçüde iptal ettiği için birkaç gün içinde “ultra zenginlerin cumhurbaşkanı” lakabına layık görülmüştü.
Bu öfkeyle iç içe geçmiş olan Amerikan karşıtlığı, her iki tarafta da ideolojik bir kestirme yol olarak giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor. Bugün, bilhassa Fransız sağının büyük bir kısmı Amerika’yı, sınırsız kapitalizmi yayan ve toplumun ve kültürün dokusunu tahrip eden, özellikle zararlı bir Mamon olarak görüyor. Modern Fransız siyasetinde Charles de Gaulle’ün 1958’de iktidara dönüşü ilişkilerde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Savaş dönemi tecrübelerine ilişkin geleneksel bilgelikleri, de Gaulle ve Winston Churchill’in birbirlerini anlayıp saygı duyarken, Franklin D. Roosevelt’in Fransız liderden nefret ettiğini ve her fırsatta onu saf dışı bırakmaya çalıştığını belirtir. Fakat bunu buraya bağlamak, 19. yüzyıl boyunca sağda, en iyi örneğini Action Française ideoloğu ve lideri Charles Maurras’ın verdiği ve de Gaulle’ün yirmili ve otuzlu yıllardaki yurtseverliğinin bir parçasını oluşturan Katolik esintili Amerikan karşıtlığını gözden kaçırmak olur.
Sandrine Rousseau’nun Emmanuel Macron’a dönük suçlamalarından evvel, Nicolas Sarkozy’ye ilk başlarda “L’Américain” deniyordu ki bu bir iltifat değildi. Aynı zamanda “le Président des Riches” olarak da anılıyordu ki bu terim Bourdieu geleneğinden gelen iki sosyolog, merhum Michel Pinçon ve eşi Monique Pinçon-Charlot tarafından ortaya atılmıştı. Pinçon’lar 35 yıl boyunca, sınıf ayrımları konusunda uzmanlaşmış akademisyenlerden, Fransız burjuvazisinin üst kesimlerine yönelik araştırmaları üzerine giderek daha suçlayıcı hale gelen bir dizi kitapla (son sayıma göre 27) zenginlerin önde gelen yerli avcılarına dönüştüler. Aynı konuda birkaç belgeselin ardından, Güney-Orta Fransa’daki Lozère’de küçük bir kasaba olan Mende’de bir savcının kızı olan Monique, babasını kanalize ederek, Fransa’nın parayı ve varlıklı sınıfları reddeden yüzü haline geldi.
Fransa’nın en yaratıcı zengin düşmanı vergilerinden biri olan ve sadece zenginlerin satın alabileceği düşünülen bir enstrümana vergi getiren 1893 tarihli impôt sur les pianos’u onaylamıştı. İstenmeyen sonuç (pek çok vergide olduğu gibi), vergiden kaçınmak için Chopin ve Liszt’in çaldığı bazı tarihi piyanolar da dahil olmak üzere binlerce piyanonun ahlaksızca imha edilmesiydi.
Kıskançlık siyaseti, gösterişli servetin Fransız Devrimi sırasında kelimenin tam anlamıyla küçültülmenin en emin yolu olduğu bir ülke olan Fransa’da her zaman işe yaradı. Tarikatın zenginliğine göz diken Kral Philippe le Bel’in 1307’de Tapınak Şövalyeleri’nin peşine düşmesinden, Protestanların 1572 Aziz Bartholomew Günü (ve haftaları ve ayları) Katliamı’na yol açan ihbarlarına ve Louis XIV’ün genç Maliye Bakanı Nicolas Fouquet’nin Kral adına aşırı görkemli bir parti verdiği için müebbet hapse mahkûm edilmesine kadar, paranın her zaman kötü kazanıldığı fikri Fransa’da yüzyıllardır var oldu ve hiçbir şey bunu sarsamayacak.