DÜNYA BASINI

Fransa’daki ayaklanma ve sağın yükselişi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Fransa’nın Nanterre bölgesinde 27 Haziran’da polisin “dur” ihtarına uymayan araca ateş açmasıyla 17 yaşındaki Nael adlı bir göçmen öldü. Nael’in ölümü münferit bir hadise gibi görünüyordu ama durum, ABD’deki George Floyd protestolarına benzer biçimde ülke genelinde protesto gösterilerine yol açtı. Floyd protestolarında süreci yürüten aktörlerin motivasyonları bir miktar kuşkuluydu. Bugün ise Fransa’da yaşananlar, son yıllarda epeyce güçlenen sağ partilere —ya da yazarın deyimiyle “aşırı” sağa— alan açıyor. Aşağıda tercümesi verilen köşe yazısında Fransız tarihi üzerinde uzman olan David A. Bell, Fransa’nın göç sorunu, dün ve bugünkü manzarayı ele alıyor.


Fransa yanarken, aşırı sağ yükseliyor

David A. Bell
Unherd
3 Temmuz 2023

Emmanuel Macron banliyölerin kötü durumunu görmezden geldi

Fransa için 19. yüzyılda sokak barikatı neyse, 21. yüzyılda da yanan araba o oldu: arabalar, başvurulan bir şiddet protestosu aracı ve siyasi meydan okumanın kayda değer bir teatral sembolü haline geldi. 2005 yılında, Zyed Benna ve Bouna Traoré adlı iki çocuğun polisten kaçarken ölmesinin ardından, isyancılar Fransa genelinde 9 bine yakın arabayı yakarak, Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın olağanüstü hal ilan etmesine neden oldular. Bu yıl, Paris’in Nanterre banliyösünde bir polis memurunun duraktan kaçmaya çalışan Nahel adlı bir çocuğu vurarak öldürmesinin ardından binlerce araç daha kül olurken, ülke genelinde yüzlerce kent ve kasabada dükkanlar ve polis karakolları saldırıya uğradı. Şiddet dalgası hafta sonu boyunca sürdü.

Fakat barikat devrimin sembolü olmaya devam ediyorsa, yanan araba çoğunlukla etkisi olmayan bir öfkeyi ve Fransa’nın siyasi anlamda taşlaşmasını temsil ediyor. Sokak barikatlarının önemli ve bariz bir amacı vardı, o da banliyölerin kontrolünü ele geçirmek ve asayiş güçlerinin kentlerde dolaşmasını engellemekti. Doğru, 19. yüzyılda barikatları kuranlar genelde, en azından kısa vadede yenilgiye uğradılar. Haziran 1848’de ordu Paris’te binlerce kişiyi öldürerek kısa ömürlü İkinci Cumhuriyet’in radikal evresinin sonunu getirmişti. 1871 baharında muhafazakâr cumhuriyetçi güçler radikal Paris Komünü’nü ezerken binlerce insanı daha katletmişti. Ancak her iki durumda da halk gücünü göstermişti ve sonraki on yıllarda Fransız hükümetleri, dile getirdikleri taleplerin en azından bir kısmını yerine getirmek üzere harekete geçmişti. Komün’den sonraki on yıllarda Fransız işçileri ücretli tatil, asgari ücret, emekli maaşı, grev hakkı ve bayındırlık programları elde etti. Kilise ve devlet birbirinden ayrıldı ve eğitim sistemi devlet kontrolü altına alındı.

Buna karşılık, 21. yüzyılda araba yakmak söz konusu kesimler ya da isyancıların dile getirdikleri hedeflerini ilerletmeye çok az yardımcı oldu. Aslında tam tersi oldu. En basitinden, arabaların kendileri ezici bir çoğunlukla isyancılarla aynı toplulukların üyelerine ait. Ve uzun vadede, geçtiğimiz hafta yaşanan hadiseler büyük olasılıkla aşırı sağın işine yarayacak, hatta bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iktidara gelmesini sağlayacaktır. Bu, yapıcı eylemler konusunda çok az alternatifi olan isyancıların suçu değil. Bu daha ziyade 21. yüzyılda Fransa’nın değişen siyasi manzarasının bir ürünü.

İsyancıların dile getirdikleri hedefler kolayca özetlenebilir. Kendi topluluklarının mensuplarına dönük polis şiddetinin ve daha geniş anlamda kendilerine yönelik ayrımcılığın sona ermesini talep ediyorlar. Holiganlar huzursuzluğu kendi amaçları doğrultusunda kullanmış olsalar bile 2005 yılında da aynı şeyleri talep ediyorlardı.

Söz konusu topluluklar, Fransızların deyimiyle “göçle gelen”, esas olarak Kuzey Afrika ve Sahraaltı Afrika’dan gelen topluluklar. Ellili ve altmışlı yıllarda büyük sayılarda Fransa’ya gelmeye başlarken, ülkeye gelen diğer pek çok yabancı göçmen dalgasıyla —İtalyanlar, Yahudiler, Polonyalılar, İspanyollar, Portekizliler ve diğerleri— denk geldiler. Çoğu zaman unutulur ama savaşlar yaşanırken Fransa, Batı dünyasında en çok göç alan ülkeydi ve seksenli yıllara gelindiğinde Fransız nüfusunun dörtte biri başka bir yerde doğmuş en az bir büyük ebeveyn sayabiliyordu. Bu ilk göçmen gruplar genelde ayrımcılık, şiddet ve hatta —İkinci Dünya Savaşı’nın işbirlikçi Vichy rejimi döneminde— Nazi ölüm kamplarına sürgünle karşı karşıya kaldı (Fransız kökleri yüzyıllar öncesine dayanan Yahudi ailelerin de başına gelen akıbet buydu). Ancak savaştan sonra asimilasyonun kendi seyrinde ilerlemesiyle hikayeleri yavaş yavaş Fransa’nın başarı hikayelerine dönüştü. Bu sürece, devletin özellikle otoriter bir eğitim sistemi aracılığıyla uyguladığı, grupların ancak önceki ulusal kimliklerini tamamen terk edip Fransız kimliğini benimsemeleri halinde kabul görebilecekleri yönündeki şiddetli ısrarı yardımcı oldu. Bugün, Fransız toplumunun en zengin ve en görünür katmanlarında İtalyan, Polonyalı, Yahudi ya da İber soyadlı insanlara rastlamak alışılmadık bir durum değil.

Fakat bu süreç, özellikle Kuzey Afrika’dan gelenler olmak üzere yeni göçmen gruplarında şimdiye dek çok daha yavaş ve daha eksik olarak gerçekleşti. Kültürel farklılıklar önceki gruplara kıyasla daha büyük olurken, 1968 ayaklanmasının Fransız eğitim sisteminde büyük bir revizyona yol açmasının ardından okullar, öğrencileri örnek Fransız yurttaşları haline getirme konusundaki eski gayretlerinin çoğunu yitirdi. En önemlisi, yeni gruplar, ülkenin yönetici seçkinlerinin gözünden ve aklından uzakta, —cité olarak adlandırılan— banliyö konut projelerine yönlendirildi. Rakamlara ulaşmak zor, zira Fransız devleti tüm yurttaşlarına eşit davranmak adına farklı etnik ve dini grupların göreceli iktisadi performansları (hatta sayıları) hakkında istatistik tutmayı reddediyor. Ancak Fransa’nın her büyük kenti, Kuzey Afrika ve siyah Afrika kökenli insanların çoğunlukta olduğu ve işsizlik, yoksulluk ve suç oranlarının ülke ortalamalarının çok üzerinde olduğu banliyölerle çevirili. Hükümet, yaklaşık altı milyon insanın ya da ülke nüfusunun onda birinin “kentsel politika öncelikli bölgelerde” yaşadığını kabul ediyor.

2005 yılındaki ayaklanmalardan sonra yazdığım bir yazıda şu çıkarımı yapmıştım: “Fransa Cumhuriyeti’nin banliyölerdeki gençlere toplumun geneline anlamlı bir şekilde entegre olmalarını sağlayacak bir yol bulması gerekiyor. Söylemeye lüzum yok ama bu gerçekleşmedi. Doğru, 2005’ten önce bile, yeni göçmen nüfusu tarafında banliyölerden düzenli olarak kaçma eğilimi vardı, Fransız orta sınıfına katılıyorlardı ve bu model devam etti. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un kabinesinde bugün kültür bakanı olarak Lübnanlı bir Hıristiyan olan Rima Abdül Melek ve eğitim bakanı olarak da Senegalli bir babanın oğlu olan Pap Ndiaye yer alıyor. Fakat banliyöler her zamanki gibi sefil durumda. Bu arada, 2015 yılında yüzlerce insanın ölümüne neden olan korkunç İslamcı terör saldırıları, devletin polise daha geniş yetkiler vermesine yol açtı —özellikle de memurlara, kendilerini tehdit altında hissettiklerinde ölümcül güç kullanımındaki kısıtlamaları gevşeterek— bunun da toplumsal gerilimi azaltma konusunda hiçbir faydası olmadı.”

Macron’un 2017’de seçilmesinden bu yana, bazı şeyler durumu daha da kötüleştirdi. Macron başlangıçta ekonomiyi liberalleştirme planlarını, banliyölerin sorunlarını hafifletmeyi amaçlayan iddialı sosyal politikalarla dengeleyeceği taahhüdünü veriyordu. Fakat bu sözünü hiçbir zaman yerine getirmedi. Aynı zamanda, devam eden İslamcılık tehdidi —özellikle de 2020’de bir banliyö öğretmeninin sınıfta Muhammed peygamberin karikatürlerini gösterdikten sonra kafasının kesilmesinde görüldüğü gibi— Fransız beyaz nüfusunun çoğunun halihazırda sahip olduğu, banliyölerin cumhuriyet tarafından “yeniden fethedilmesi” (Başbakan Manuel Valls, 2015’te Mağriblilere karşı İspanyol haçlı seferlerini hatırlatan bu kelimeyi halihazırda kullanmıştı) gereken işgal edilmiş topraklar olduğu yönündeki vizyonunu güçlendirdi. Muhafazakâr televizyon kanalı CNEWS’in —Fox News’in Fransa’daki muadili— artan etkisi bu vizyonu daha da güçlendirdi.

Geçen yıl yapılan hem cumhurbaşkanlığı hem de parlamento seçimlerinde bu vizyon, Fransız aşırı sağının 19. yüzyıldan bu yana (en azından Wehrmachtı’n yardımı olmadığı zamanlarda) en büyük siyasi başarılarını elde etmesine ön ayak oldu. İlk olarak, göçü sona erdirmeyi, asimilasyona direndiği varsayılan mevcut göçmenleri sınır dışı etmeyi ve Müslüman ibadethanelerini sıkı devlet gözetimi altına almayı taahhüt eden “Yeniden Fetih” adlı bir siyasi parti kuran sertlik yanlısı gazeteci ve eski CNEWS yorumcusu Éric Zemmour’un cumhurbaşkanlığı kampanyasını güçlendirdi. Zemmour’un performansı düşüşe geçince destekçileri, Macron’a karşı ikinci tur cumhurbaşkanlığı oylamasında yüzde 41’in üzerinde oy kazanarak Beşinci Cumhuriyet tarihinde herhangi bir aşırı sağcı adayın aldığı en yüksek oyu alan Ulusal Birlik lideri Marine Le Pen’e geçti. Ardından haziran ayındaki parlamento seçimlerinde Ulusal Birlik, Ulusal Meclis’te 89 sandalye kazanarak 1880’lerden bu yana herhangi bir aşırı sağ partinin elde ettiği en fazla sandalyeyi elde etti.

Bu zaferlerin etkileri Nanterre’de Nahel’in öldürülmesine verilen tepkilerde görülebilir. Sol parti La France Insoumise polis şiddetini kınarken (izleyicilerin videolarında açıkça aşırı olduğu görülüyor), Ulusal Birlik siyasetçileri ve polis sendikaları isyancıları “vahşi sürüler” ve hatta “haşarat” olarak nitelendirdi. 2005’e kıyasla, bu terimlerle konuşmaya ve hem polis şiddetini hem de banliyölerin durumunu asayişi yeniden tesis etme asli göreviyle alakasız olarak görmeye hazır daha fazla kamusal figür var. Ve bu tutum toplumun genelinde de giderek güç kazanıyor. 28-29 Haziran’da yapılan bir ankette, krize tepkisi en olumlu olan siyasetçi yüzde 39 ile Marine Le Pen olurken, İçişleri Bakanı Gérald Darmanin yüzde 34, Macron ise yüzde 33 oy aldı. La France Insoumise lideri Jean-Luc Mélenchon ise yalnızca yüzde 20 oy alabildi.

Ayaklanmalar şüphesiz önümüzdeki birkaç gün içinde sönümlenecek. Macron da tıpkı bu bahardaki yaygın grevleri ve halkın öfkesini atlattığı gibi büyük olasılıkla bu krizi de atlatacak. Ancak banliyölerdeki durum hala patlamaya hazır. Ve Macron yeniden seçilmesinin ardından elde ettiği siyasi sermayeyi çoktan tüketti. Fakat 19. yüzyılda ve barikat kuranların durumunda olduğu gibi, araba yakanların hüsranlarını ve öfkelerini hafifletebilecek herhangi reform yapılmayacak. Cuma günü, Le Pen’in yeğeni ve Yeniden Fetih’in genel başkan yardımcısı Marion Maréchal ayaklanmaları “iç savaş” olarak tanımlamış ve Macron hükümetini bu tür tedbirlere karşı uyarmıştı. Sanki Fransa’nın bu bölgeleri hakikaten de yabancı düşmanların üsleriymiş ve yıl 1938’miş gibi, ayaklanmaları bir tür “banliyölere ödün vermenin sonucu” olarak nitelendirmişti. Ama kendisinin de çok iyi bildiği üzere, Fransa sokaklarında şiddet arttıkça aşırı sağ iktidara daha da yaklaşıyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version