DÜNYA BASINI

Geert Wilders’in Avrupa’ya dair emeli ne?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Hollanda’da 22 Kasım’da düzenlenen seçimler Avrupa’daki genel eğilimi yansıttı; Geert Wilders liderliğindeki sağcı PVV, yüzde 23,5 oy oranı elde ederek parlamentoda 37 sandalye elde etti. Eski AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans’ın liderliğindeki İşçi Partisi (PvdA) ve Yeşil Sol (Groen Links) de 25 sandalyeyle ikinci oldu. Siyasi ittifak sistemi şimdilik Wilders’e mutlak iktidar alternatifi sunmuyor gibi görünüyor. Thomas Fazi’nin geçen aylardaki şu değerlendirmesine de bakarak yazıya başlamak iyi olabilir: “Kendilerini Brüksel’den kontrolü geri almaya adadıkları iddia edilen ‘milliyetçi’ ve ‘vatansever’ partilerden, Brexit’in uygulanabilir olduğunu gösterdiği AB’den çıkma zaruretine ilişkin farkındalığın artması beklenebilirdi. Bunun yerine tam tersi bir sonuca ulaştılar: AB o kadar güçlü ki varlığını kabul etmekten başka bir alternatif yok. Bunun trajik sonuçlarını Meloni hükümeti örnekliyor: Avrupa Birliği’nin (ve NATO’nun) dikte ettiği politikalara riayet etmekten başka seçeneği olmayan, boş kültür savaşı retoriği yapan, sözüm ona “egemenlikçi” bir hükümet. Avro çerçevesinde sağ popülizmin kaçınılmaz kaderini —iktisadi ana akımın duyarcılık karşıtı bir versiyonu haline gelmek— simgeliyor.”


Geert Wilders’in Avrupa’ya dair emeli ne?

Hollandalı aşırı sağcı lider ve genel seçimlerin galibi, AB’de kalmayı ancak birliği kendi anlayışına göre şekillendirmeyi planlıyor.

Caroline de Gruyter

Foreign Policy

28 Kasım 2023

22 Kasım’da Hollanda’da düzenlenen genel seçimlerde Geert Wilders’in aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) Temsilciler Meclisi’nde en fazla sandalyeyi kazandı. Aynı gün Macaristan Başbakanı Viktor Orban, muhafazakâr Die Weltwoche dergisinin davetlisi olarak Zürih’te bir açılış konuşması yaptı. İkinci etkinlik birincisini anlamak için bir anahtar sunuyor. Orban, Wilders’in Avrupa’ya dair emelinin bir ön izlemesini sundu.

Kendisine kırmızı halı seren pek çok merkez sağ partiyle koalisyon kurmaya hak kazanan Wilders, geçmişte defalarca ülkesini Avrupa Birliği’nden çıkarmak istediğini söylemişti. PVV’nin programı “Nexit” için referandum çağrısında bulunuyor. Fakat Avrupa’daki diğer aşırı sağcı siyasetçiler gibi Wilders de Brexit’ten çıkarılacak dersleri anlamış durumda: Bu çalkantılı dünyada tek başına kalan ülkeler kendilerini marjinalleştirir ve zayıflatır, bu nedenle AB’den ayrılmak yerine kalmak ve onu içeriden değiştirmek daha iyi olacaktır. Orban’ın Zürih’te çizdiği senaryo da tam olarak bu.

Öncelikle Orban, bu zor zamanlarda Konrad Adenauer ya da Helmut Kohl gibi gerçek bir liderin —savaş sonrası Almanya’yı yıllarca istikrarlı bir ahlaki ve siyasi pusula ile yöneten ve Avrupa’da Hıristiyan demokrasisini şekillendiren politikacılar— konuşmasını hak ettikleri halde küçük bir ülkenin lideri olarak kendisine katlanmak zorunda kaldıkları için dinleyicilerden özür diledi. Orban, “Ama ne yazık ki Avrupa geriliyor,” diye devam etti. “Artık o kalibrede politikacılara sahip değil. Dünya üzerindeki hakimiyetini kaybetti, zira gerçek politikacılar tarafından değil, liberal-ilerici böcekle enfekte olmuş bürokratlar tarafından yönetiliyor. Eğer bu gerilemeyi durdurmak istiyorsak, klasik Avrupa siyasi ve liderlik kültürüne geri dönmeliyiz,” dedi. Bu, milliyetçi liderlerin Brüksel’de dümeni ele alması ve bundan böyle AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’e “bizim çalışanımız, işi bizim kararlarımızı uygulamak olan ücretli çalışanımız” olarak davranması anlamına gelecektir.

Eşi Macar olan Wilders, Orban’a yakın bir isim. Onu pek çok kez ziyaret etti. Hollandalıların büyük çoğunluğunun Nexit’i desteklemediğini biliyor. Üyeliğin ülke için faydalı olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 80. Bu oran Avrupa ortalaması olan yüzde 72’nin üzerinde. Olası merkez sağ koalisyon ortaklarından hiçbiri AB’den çıkışı savunmuyor. Dahası, Orban gibi Wilders de Birleşik Krallık’ın yalnızca AB’den değil aynı zamanda ortak pazardan da ayrılmasının akıllıca olmadığını düşünüyor. Orban, İsviçreli dinleyicilerine Brüksel’de alınan kararların, Bern’in bu kararlarda herhangi bir söz hakkı olmaksızın, tek pazarın bir katılımcısı olarak İsviçre’yi doğrudan etkilediğini söyledi. AB’de kalmak ve bu kararları içeriden şekillendirmek için sebep çok. Orban’a göre ulusal egemenlik son derece önemli ve AB’de kalarak buna daha iyi hizmet edilebilir.

Avrupa söz konusu olduğunda, egemenlik PVV programında da anahtar kelime. Programında “Ülkeler arasındaki yoğun işbirliğinin AB gibi bir siyasi birliğe ihtiyacı yoktur,” deniyor. Daha küçük bir AB bütçesi ve mesela iltica ve göç alanlarında vazgeçişlerin kullanılması çağrısında bulunuyor. Wilders, seçim gecesi televizyonda, (iltica ve göçle ilgili) Dublin anlaşmasını bağlı kalmak istediği olumlu bir AB düzenlemesi olarak zikretti. Eğer Avrupa mevzuatı iyi değilse, “Daha iyi hale getirmek için her zaman değiştirebiliriz,” diye ekledi. Bu sözler kulağa hiç de AB’den ayrılmak isteyen birinin ağzından dökülmüş gibi gelmedi. Aksine, dümeni tutmak için içeride kalan birine benziyordu.

Esasında Orban ona yol gösteriyor. Orban şu anda Brüksel’de çeşitli kozlarını oynuyor. AB Komisyonu kendisine yaklaşık 30 milyar avroluk Avrupa teşviki ödemeyi reddediyor, zira bu fonlar hukukun üstünlüğü ve yolsuzlukla mücadele şartlarına bağlanmış durumda. Bazı kozmetik reformlara rağmen Orban, bu gereklilikleri yerine getirme konusunda hiçbir şey yapmıyor. Şimdi Orban intikam alıyor. İsveç’in NATO üyeliğini engellemeye devam ediyor. Aralık ayında yapılacak Avrupa zirvesinde Avrupalı hükümet liderlerinin Ukrayna ile resmi katılım müzakerelerine başlayıp başlamamaya karar vermeleri bekleniyor. Orban, geçen hafta yazdığı mektupla henüz bir karar alınmasını istemediğini açıkladı. Orban, ayrıca Avrupa’nın Ukrayna’ya önümüzdeki birkaç yıl içinde yapacağı 50 milyar avroluk mali ve askeri yardımı ve Avrupa Barış Fonu aracılığıyla yapılacak ortak silah alımlarını engellemekle tehdit ediyor. Son olarak Orban, milyarlarını alamadığı takdirde Ursula von der Leyen’in 2024 yılında AB Komisyonu başkanlığına yeniden atanmasını engellemeye çalışacağının sinyalini verdi.

Bu arada Macaristan’ın dört bir yanına von der Leyen ve George Soros’un kurucusu olduğu Açık Toplum Vakıflarının yeni lideri olan oğlu Alex Soros’un resmedildiği ve üzerinde “Onların ezgileriyle dans etmeyelim,” yazan posterler asılması talimatını verdi. Ayrıca Avrupa’ya ilişkin (bağlayıcı olmayan) bir ulusal istişare düzenledi ve 11 oldukça düşündürücü soru sordu. AB’nin Ukrayna’ya mali yardımı ile ilgili bölüm şu şekilde: “Macaristan’dan [Ukrayna için] ilave destek istiyorlar, oysa ülkemiz AB fonlarını alamadı.” Olası cevaplardan biri şöyle: “[AB’den] alacaklı olduğumuz parayı alana kadar Ukrayna’yı desteklemek adına daha fazla ödeme yapmamalıyız.”

Orban gibi Avrupa’daki pek çok aşırı sağcı siyasetçi de AB’den ayrılmanın zamanı olmadığı sonucuna varmış durumda. Birleşik Krallık gibi büyük bir ülke bile Brexit’ten bu yana etkisini kaybetti. Ekonomi darbe aldı, göç iki katına çıktı, risk fonları ülkeyi satın alıyor. Dahası, üçüncü ülkelerle yapılacak potansiyel ticaret anlaşmalarının Birleşik Krallık’ın AB üzerinden yaptığı anlaşmalardan daha kötü olacağı, Hindistan ya da Avustralya gibi güçlü ülkelerin AB’den alamadıkları tavizleri Londra’dan koparma fırsatını yakalayacağı ortaya çıktı. Eski Başbakan John Major’ın 2020’de verdiği konferansta belirttiği üzere, Birleşik Krallık daha yoksul ve daha güçsüz olmayı seçen ikinci sınıf bir güç; “kontrolü geri alma” sloganı, Birleşik Krallık’tan çok Avrupa için geçerli.

Hem Birleşik Krallık hem de İsviçre’nin şu anda AB ile yakınlaşma arayışında olması tesadüf değil. AB’nin bekleme odası aday ülkelerle dolu. Birliğin yörüngesindeki pek çok ülke, Rusya ve Türkiye gibi bölgesel güçlerin herkese istediği gibi zorbalık yapmasıyla, daha büyük bir grubun parçası olmanın onları kahvaltıdan önce çiğ çiğ yenmekten koruyabileceğini keşfetti.

Avrupa’daki milliyetçilerin mantrası eskiden “Avrupa Birliği’nde egemenliğimizi kaybediyoruz, o halde Avrupa Birliği’nden ayrılalım,” şeklindeydi. Şimdi ise pek çoğu aslında birliğin bir parçası olarak egemenlik kazandıklarının farkında. Orban gibi isimler aniden tek Avrupa pazarının avantajlarını ve ucuz, ortak aşılar ya da Google veya Microsoft gibi çok uluslu şirketleri toplu olarak disipline etme gücü gibi diğer faydaları vurguluyor.

Avrupa konusunda bu u dönüşünü temsil eden biri varsa o da İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’dir. Geçen yıl iktidara gelir gelmez, kimsenin aklına gelmeyecek bir şekilde Avrupa’ya yatırım yapmaya başladı. Bir anda avroyu ve Avrupa savunmasını destekler hale geldi ve daha iyi bir AB iltica ve göç sistemi arayışına yapıcı bir şekilde dahil oldu. Sadece çevre politikası ve kültürel konularda muhafazakâr kaldı.

Wilders gibi Fransa’dan Marine Le Pen, İtalya’dan Matteo Salvini ve Avusturya’dan Herbert Kickl de —Orban’ın söylediğinin aksine— AB üyesi ülkelerin Brüksel’deki gücün neredeyse tamamına sahip olduğunu fark etmiş görünüyor. Ve Orban gibi kendilerini ulusal düzeyde seçtirmeyi başarırlarsa, bu güçle kendi lehlerine oynayabilirler. Onun gibi, ara sıra veto kullanma tehdidinde bulunarak konumlarını şişirebilir ve herkesi rehin alabilirler. Macaristan gibi, Avrupa’yı içeriden zayıflatmak için Avrupa’da yer edinmek isteyenlere kapılarını açabilirler. Dahası, Bundeskanzleramt ve Elysée’yi nihayet dikkat etmeye zorlayabilirler. Kısacası AB üyeliği bir kaldıraç görevi görür. Bu, ulusal liderleri normalde olduklarından daha büyük hale getiren bir araç.

Orban, Le Pen, Salvini ve Wilders gibi siyasetçilerin üzerinde çalıştığı sinik Avrupa işte budur. Önümüzdeki hafta sonu, Salvini’nin aşırı sağcı Avrupa Parlamentosu grubunun Floransa’da düzenleyeceği konferansta kemanlarını yeniden akort edecekler.

Aşırı sağ partiler eskiden ulusal kürsülerde AB’ye ve Brüksel’deki “atanmış Avrokratlara” karşı atıp tutarak dar ulusal çıkarları savunur ve bunun sonucunda da kendi aralarında sık sık çatışırlardı. Şimdi ise bu farklılıklar, en sevdikleri temalardan bazıları olan güvenlik, savunma, göç ve sınır kontrolü konularının öne çıkmasıyla giderek daha fazla gölgede kalıyor. Chatham House’dan Hans Kundnani’nin yakın zamanda yazdığı üzere, aşırı sağ artık sadece Avrupa’ya karşı ulus adına değil, Avrupa adına konuşmaya başlıyor. Kundnani’nin deyimiyle bu “etno bölgeselcilik”, “Avrupa medeniyetinin” tehlikede olduğu fikrine odaklanan bir retorikle karakterize ediliyor.

Hakikaten de “Avrupa’nın gerilemesi” aşırı sağ partiler için ortak bir tema haline geliyor. Orban, Zürih’te yaptığı konuşmada Avrupa’nın “özerk ve egemen bir şekilde hareket etme” konusundaki yetersizliğinden birkaç kez söz etti. Avrupa’nın dünyada yolunu kaybettiğini dile getirdi. Ardından da Adenauer ve Kohl gibi siyasi devlerin izinden giderek kurtarıcı rolüne soyundu.

Orban’ın kendisini artık aşırı sağda değil merkez sağ gelenekte konumlandırması tesadüfi değil. Bu, merkez sağ ile aşırı sağ arasında on yıllardır var olan barajın yıkıldığı anlamına geliyor. Pek çok ülkede merkez sağ, aşırı sağ söylemi kopyalayarak ana akım haline getiriyor. Hollanda’da merkez sağ VVD —Başbakan Mark Rutte’nin partisi— işbirliğine kapı açarak PVV’yi seçilebilir hale getirdi. Aynı şey, aşırı sağcı FPÖ’nün merkez sağ ÖVP’yi geride bırakarak daha popüler bir parti haline geldiği ve önümüzdeki sonbaharda seçimlerin yapılacağı Avusturya’da da yaşanıyor. Haziran ayında seçimlerin düzenleneceği Belçika’da da benzer bir dinamik yaşanabilir. Fransa’da merkez sağ Cumhuriyetçiler, artık aşırı sağcı Ulusal Birlik’ten daha radikal ve çok daha küçük. Bu arada Avrupa Parlamentosu’nda, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana siyasi aşırılığa karşı güçlü bir siper olan muhafazakâr aile de aynı şekilde sağa kayıyor. Daha önce desteklediği Yeşil Mutabakat iklim yasalarının bazılarına ret oyu veriyor, sınırları kapatmak istiyor ve sosyal adalet konularına giderek daha yüksek sesle karşı çıkıyor.

Tüm bunlar olurken Wilders gibi aşırı sağcı siyasetçilerin AB’den ayrılma konusunda her zamankinden daha az gerekçesi var. Orban’ın Zürih’te söylediği gibi, “Macaristan kara koyun değil, ilk kırlangıç ve diğerlerini dört gözle bekliyoruz.”

Çok Okunanlar

Exit mobile version