Çevirmenin notu: NATO’nun doğuya genişleme politikasının tetiklediği Ukrayna savaşı devam ederken enerji konusunda Rusya’ya tıpkı Avrupa gibi son derece bağımlı olan Japonya, Batı’nın Moskova’yı hedef alan yaptırımlarına katılmayı kabul etti. Ve Japonya, bir süredir Moskova’nın “hasım ülkeler” listesinde yer alıyor. Bununla beraber ABD ve NATO’nun son yıllarda güneydoğu Pasifik bölgesinde oluşturduğu QUAD ittifakı, Hindistan’ın Rusya ve Çin’e dönük denge siyaseti nedeniyle sonuç vermedi. Ve geçen yıllarda Avustralya, Fransa’ya tarihin en büyük kazıklarından birini atarak nükleer denizaltı tedarik anlaşmasını feshetti ve ABD ve Britanya ile ittifak kurdu. Bariz biçimde Çin’e karşı kurulan bu ittifaka Japonya’nın da dahil olması bekleniyor ve Tokyo, son aylarda askeri harcamalarını ve silah tedarikini artırıyor. Tokyo’nun silahlanmaya hız vermesi, müttefikleri tarafından bir tür kamikazeye dönüşme ihtimalinin olup olmadığı hakkında soru işaretleri yaratıyor. Aşağıda tercümesi verilen değerlendirme Tokyu Ulusal Savunma Çalışmaları Enstitüsü araştırmacısı Yusuke İşihara’ya ait. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Gerileyen bir güç olarak Japonya’nın büyük stratejisi
Yusuke Ishihara
East Asia Forum
18 Haziran 2023
Yoşida Doktrini artık Japonya’nın büyük stratejisini anlamak için uygun değil.
İlkeleri, Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından geçici bir büyük strateji olarak eski Başbakan Şigeru Yoşida döneminde ortaya çıkmış ve ülkenin iktisadi toparlanmasını ve yeniden kalkınmasını gerçekleştirmeye yardımcı olmak üzere tasarlanmıştı.
Yoşida Doktrini, Japonya’nın iki ilkeyi korumasını öngörüyordu. Birincisi, Japonya’nın ulusal güvenliğini teminat altına almak için ABD’nin askeri varlığının devamı. İkincisi, kaynak tüketen ve siyasi olarak istikrarı bozan askeri yığınaklaran kaçınılması.
İkinci ilkeyi uygulamak için Japonya kademeli olarak GSYİH’nin yüzde 1’i oranında bir savunma bütçesi limiti ve uzun menzilli füzeler ve nükleer silahlar edinmeme tercihi gibi bir dizi öz politika kısıtlaması oluşturdu.
Yoşida Doktrini’nin asıl iktisadi amacına 1970’lerde gelebilmiş olsa da Tokyo, bölgenin en büyük iktisadi gücü haline gelirken komşularının askeri tehdit potansiyeline ilişkin kaygılarını teskin etmek de dahil olmak üzere bir dizi gerekçeden ötürü doktrini sürdürdü.
Yoşida Doktrini’nin sürdürülmesi hiç de kolay olmadı. Pek çok Japon lider, Washington ile yapılan ve ABD’nin Japonya topraklarındaki askeri varlığını hukuki olarak onaylayan faydalı, ancak kısıtlayıcı güvenlik anlaşması da dahil, doktrinin temelleri konusunda ciddi rahatsızlık duyuyordu.
Bazı Japon karar alıcılar, bu güvenlik anlaşmasını Japonya’nın istikbalinde görmese de Tokyo, ülkenin ittifak çerçevesine bağlı kalması gerektiğine karar verdi. Bunun bir nedeni, kendi kısıtlamalarını komşularının gözünde daha inandırıcı hale getirerek bölgesel istikrara katkıda bulunmaktı.
Bu güvenceyi tamamlamak için Japonya, ayrıca bölgesel çok taraflılıkta açık bir liderlikten özenle kaçınarak ve Güneydoğu Asya ülkelerinin inisiyatiflerine saygı göstererek kendine hâkim olmaya çalıştı. Yoşida Doktrini’nin bu garantici mantığı Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra da devam etti.
Son on yılda, Yoşida Doktrini’nin temelini oluşturan bazı önemli varsayımlar, Japonya’nın göreli olarak gerilemesi nedeniyle geçerliliğini yitirdi.
“Gerileme”, Japonya’nın büyük stratejisine dair iç tartışmalarda dile getirilmeyen bir tez, fakat ülkenin stratejik fikriyatı ve uygulamaları üzerindeki etkisi iki açıdan bariz.
İlk olarak, Japon liderlerin mevcut askeri alternatifler konusundaki kurguları, ülkenin kendini kısıtlama eğilimi azaldıkça genişledi. Tokyo’nun uzun menzilli füzeler edinme ve savunma harcamalarında GSYİH’nin yüzde 1’i oranındaki limiti kaldırma yönündeki son kararları, onlarca yıllık politika tercihlerini tersine çevirerek, Japonya’nın güvence zorunluluğu konusundaki değişen görüşüne emsal teşkil ediyor.
İkinci olarak, Japon liderlerin ülkenin daha geniş stratejik alternatiflerine dair kurguları daraldı. Japonya’nın ekonomik yükseliş döneminin aksine, Japon hükümetinin hiçbir üyesi ABD ile savunma anlaşmasından ayrılmayı düşünmüyor.
Bunun yerine, Japonya’nın kendi kendini sınırlamasının Tokyo ve Washington’u askeri müttefik olarak nasıl daha da yakınlaştıracağını vurguluyorlar. Zayıflamış bir Japonya, özellikle Çin’in yükselen gücüne karşı ABD’yi kucaklamaktan başka bir alternatif düşünemez.
Tokyo’nun Washington ile askeri ittifakını daha da güçlendirme niyeti, Japonya’nın sadece ABD’nin Çin’e karşı çıkmasını desteklediği anlamına gelmiyor. Japonya’nın göreli maddi gerilemesine rağmen, Washington’un düşünceleri üzerinde kapsamlı bir etki yaratmaya çalışıyor.
Japonya’nın daha uzun menzilli vuruş kabiliyetleri kazanması ve Tayvan’ın yanı başındaki konumunun artan jeopolitik ehemmiyeti, Tokyo’yu ABD’nin Çin stratejisi açısından vazgeçilmez bir müttefik haline getiriyor. Bu da Japonya’nın stratejik tartışmalarda ve koordinasyonda daha fazla söz sahibi olmaya çalışmasını sağlıyor.
Yakın bir müttefik olarak Tokyo da Washington’un demokrasiye karşı otokrasi söylemine ilişkin kaygılarını dile getiriyor ve ABD öncülüğündeki Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesine ilişkin çekincelerinin sinyallerini veriyor.
Tokyo’nun kendini sınırlama ve nüfuzunu genişletme çabası yalnızca ABD ile olan ikili ilişkilerinde gözlemlenmiyor. Aynı eğilim daha önce Japonya’nın bölgesel ekonomi diplomasisinde de ortaya çıkmıştı.
Bunun en bariz örneği, eski Başbakan Şinzo Abe hükümetinin, Trans-Pasifik Ortaklığı’nın ABD’nin 2017’de çekilmesinin ardından kurtarılmasında oynadığı öncü rol. Abe, Japonya’nın hırslarına ilişkin bölge düzeyindeki kuşkular ya da herhangi bir bölgesel siyasi tepkiden kaçınma arzusuyla kısıtlanmadı.
Bu ortak eğilimlerin de ortaya koyduğu üzere Japonya’nın yeni büyük stratejisi, uzun süredir devam eden pek çok kısıtlamayı tersine çevirerek, azalan maddi gücünün uluslararası etkisi üzerindeki olumsuz etkisini hafifletmeye odaklanıyor.
Ortaya çıkmakta olan bu büyük strateji adı hala konmadı, zira kavramsallaştırılması bir yana, tam olarak tanımlanabilmesi için ülkenin henüz pek çok önemli meseleyi ele alması gerekiyor.
Temel meselelerden biri, Japonya’nın artan nüfuzunu Çin ile gerilimli ikili ilişkilerini daha iyi yönetmek için kullanıp kullanamayacağı.
Gevşeyen kendini sınırlama, daha güçlü bir ABD-Japonya ittifakı ve daha aktif bir bölgesel diplomasi, Çinli liderlere Japonya’nın göreli gerilemesine rağmen hala zorlu bir komşu olduğu ve çok daha üstün bir Çin’in bile birlikte yaşamak zorunda olduğu bir komşu olduğu sinyalini veriyor.
Başbakan Fumio Kişida hükümeti bu “birlikte var olma” mesajını vurgulamak amacıyla Çin lideri Şi Cinping ile bir zirve düzenlemişve iki ülkenin savunma teşkilatları arasında doğrudan bir hat kurmuştu.
Japonya’nın Çin politikasında -bu sembolik adımların ötesinde- daha fazla ilerleme kaydetmesi, büyük stratejisinin diğer yönleri üzerinde olumlu bir yayılma etkisi yaratabilir.
Bu durum Doğu Asya ülkelerini Japonya ile ortaklık konusunda daha rahat hale getirecek ve Tokyo’ya ABD ile olan müttefikliğini yönetme konusunda daha fazla güven verecektir. Japonya’nın etkisinin artması, ABD’nin Japonya’yı Çin konusunda daha fazla ciddiye alması konusunda daha fazla baskı yaratacaktır.
Japonya başarılı olursa, gerileyen bir güç olarak ortaya çıkan büyük stratejisi Çin’i dengeleme girişiminden daha fazlası haline gelebilir.
Kişida’nın da ima ettiği gibi, bakışları “ortaklaştırılmış tek bir değerler dizisine” değil, Asya’da en azından bölgesel ihtilafların felakete dönüşmesini engelleyecek ve Japonya ile Çin arasında da dahil olmak üzere barış içinde bir arada yaşamayı mümkün kılacak bir modus vivendi [geçici anlaşma] yaratmaya odaklandı.
Japonya’nın gerilemesine rağmen bu çabayı geliştirip geliştiremeyeceği ve nasıl geliştireceği, ülkenin yeni büyük stratejisinin tabiatını ve Asya’daki bölgesel düzenin değişimi üzerindeki etkisini şekillendirecektir.