Çevirmenin notu: Türkiye doğumlu Duygu Kaya 2018’den beri Berlin’de yaşıyor. Film çalışmaları mezunu ve İngilizce öğretmeni olan Kaya, ‘Gorillas Workers’ Collective’ adlı fabrika grubunun bir parçası ve dağıtım şirketindeki grevin eş organizatörü. Kaya, siyasi ve örgütsel olmayan grevlerin yasallaşması için mücadele ediyor. Kaya, söz konusu çalışmasını, kapsamlı analizlere sık sık yer veren, sol görüşlü ve Marksist yönelimli ulusal günlük gazete junge Welt‘te kaleme aldı.
Hak ve onur
Duygu Kaya
Junge Welt
24 Ağustos 2023
Almanya’daki göçmen işçilerin mücadelesi. Ford’dan Gorillas’a vahşi grevler üzerine bir siyasi edebiyat çalışması.
‘’Bir adam Almanya’ya gelir. Ve burada gerçekten harika bir film izler. İzlerken pek çok kez kolunu çimdiklemek zorunda kalır, zira uyanık mı yoksa rüyada mı olduğunu bilmemektedir. Ama sonra sağında ve solunda aynı şeyleri yaşayan başka insanların da olduğunu görür. Ve bunların gerçekten yaşanıyor olması gerektiğini düşünür. Sonunda boş midesi ve donmuş ayaklarıyla sokaklara geri döndüğünde, filmin günlük bir film olduğunu fark eder. Almanya’ya gelen bir adam hakkında, onlardan biri hakkında. Onlardan biri gibi evine gelmiş olan ama aslında evine gelememiş olan, çünkü onlar için artık bir ev yok. Ve artık evleri, kapıların dışındadır. Onların Almanya’sı dışarıda, geceleri yağmurda, sokaktadır. Onların Almanya’sı budur.’’
(‘’Wolfgang Borchert, Draußen vor der Tür’’ (Kapıların Dışında) oyunundan alıntı.)
Size benzeyen birini gördüğünüzde eşsiz bir duygu yaşarsınız. Alman dilinin en güzel sözcüklerinden biri olan “unheimlich” (korkutucu) bu duyguyu çok iyi anlatır. Wolfgang Borchert’in “Kapıların Dışında” oyunundaki “adam” ile aramızdaki benzerlikleri fark ettiğim gün, yağmurlu bir gündü. Beckmann isimli adam, İkinci Dünya Savaşı’ndan yırtık ve büyük gelen paltosuyla, hortlak gibi gaz maskesi gözlükleriyle memleketi Hamburg’a döndü. Savaşın tahribatından sorumlu olanları kapı kapı gezerek aradı. Kimse oralı olmadı.
Teslimat servisi Gorillas’taki ilk iş günümdü. İşsizlik maaşımın süresi bitmişti ancak Almanca kursum devam ediyordu. Bu yüzden de teslimat şirketinin esnek saatleri bana uygundu. Üstümde kapüşonlu bir yağmurluk vardı ve gözlerimi yağmurdan korumak için güneş gözlüğü takmıştım. Üşengeçlikleri sebebiyle evlerinden çıkmak istemeyenlere kapı kapı dolaşıp yiyecek dağıtıyordum. Korona önlemleri kaldırılmıştı ve çoğu genç olan müşterilerimiz gerçekten kendileri markete gidebilirlerdi. Evlerin birinden çıkarken siyah bir camda yansımamı gördüm. Ben Beckmann’a baktım, Beckmann da bana baktı. Korkunç! O anda bu kitaptan neden bu kadar etkilendiğimi anladım. Borchert, kendi zamanının dışına çıkarak içinde bulunduğum dönemin Almanya’sını betimlemişti: Felsefenin ve devrimlerin enkazı arasında, Gogolvari bürokrasisiyle bana modernist Aydınlanmanın en uç yüzünü gösteren grotesk bir ülke. Kulüplerden gelen tekno sesi bu gerçeği bastıramazdı. Tam tersine. Beckmann gibi kapı kapı dolaştım ve adımın artık Duygu Kaya değil de “yabancı” olmasından sorumlu olan insanları aradım. Artık Rosaların, Büchnerlerin ve Borchertlerin olmamasının sorumlularını aradım. Benim Almanya’m kapıların önündeydi. İşte ‘’vahşi’’ grevlerin gizli gerçekleri ve anlamı burada yatıyor: Almanları birleştirmek, kapının eşiğini aşmak.
Kiralık nesneler
“Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz.” Antonio Gramsci bu cümleleri iki dünya savaşı arasındaki dönemde kaleme aldığı “Hapishane Defterleri” eserinde yazmıştı. Avrupa’da bir türlü ölemeyen eskinin ve bir türlü doğamayan yeninin yol açtığı kriz, İkinci Dünya Savaşı’na giden yolu gerçekten de kaçınılmaz kıldı. Ama savaşın yol açtığı korkunç yıkım, krizi yok edecek kadar büyük olamadı. Almanya’da savaş sonrası yeni dünya düzeni, gerçek ve demokratik bir toplumsal düzene izin vermeyen ve krizi derinleştiren bir hayatta kalma siyasetine sürükledi. Bunun yerine uyum ve süreklilik vardı. Bu da savaş sonrası yeni demokratik Almanya’yı imkânsız hale getiriyordu. Nürnberg Mahkemelerinde yalnızca yaklaşık 20 kişinin mahkûm edilmesi de en iyi kanıt.
Batı Almanya’nın mucizevi iktisadi yükselme yıllarında yeteri kadar işçisi olmadığından, Bonn Hükümeti İtalya ve Yunanistan’dan, 1961 yılından itibaren de Türkiye’den misafir işçi alımına bel bağladı. Peki ne pahasına? Krizin kendisinin Almanya için bir varoluş bir kimlik haline gelmesi pahasına. Geçmişin, yalnızca insani bir maske takılmış zalim uygulamalarına geri dönülmesi pahasına. Ancak radikal bir toplumsal yüzleşme gerçekleşemedi.
Demek istediğim şey, yeni gelen işçiler için kurulan irtibat bürolarındaki insanların video görüntülerini izlediğinizde daha net anlaşılıyor: Sadece iç çamaşırlarıyla sıraya dizilmiş erkekler, tıbbi yeterlilik testinden geçmek için ellerini uzatıyorlar. Bunlar, kolektif hafızamıza sıkıca yerleşmiş olan insanlık dışı görüntüler.
Yaşananları unutmamak için Anayasa’sının ilk maddesini insan onurunun dokunulmazlığına ayıran Almanya, misafir işçilerin saygınlığını göreceleştirmiş ve hükümetler arası anlaşmalar yaparak, içine düştüğü bu korkunç ilke çöküşünü meşrulaştırmıştı.
Misafir işçilerin Almanya’ya getirilme sebebi sadece iş gücünden yararlanmak değildi, ayrıca ülke için inşa edilen yeni kimlik açısından da önemliydiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Yahudiler, Romanlar, eşcinseller ve komünistler öldürüldükten sonra, misafir işçiler artık fabrikalarda en insanlık dışı koşullarda çalışan ya da sokakları süpüren, bedenleri kamusal alanın nevraljik noktalarında sergilenen yeni “ötekilerdi”. Onlar, toplumun dışında duran eğlence ve değersizleştirme nesneleriydi. Bu sayede hükümdar, diğerlerinin katlanmak zorunda kaldıkları korkunç koşullara bakarak kendi görüşlerini sağlamlaştırdı, konforunu sağladı ve ayrıcalıklarını meşrulaştırarak onaylattı. Almanca konuşmuyorlardı, oy kullanamıyorlardı, Alman meslektaşlarına kıyasla daha az maaş alıyorlardı ama bunlara rağmen emekleri en çok sömürülen onlardı. Yerel kapitalizmin emperyalist karakterinin sembolü: “Türklerimiz mükemmel Alman arabaları üretiyor, ‘kirli hatta’ misafir işçiler olmasa yürüyen bantlar durur,” diyor Bild. Barbarca iyelik zamiriyle “bizim” Türklerimiz.
Yalnızca misafir oldukları için en başından itibaren eşit muamele söz konusu bile olmamıştı. “Misafir” ön eki sayesinde Federal Cumhuriyet gerçekten harikalar yaratabilirdi çünkü misafir olmaları sebebiyle ulusal mutabakat açısından hiçbir tehdit oluşturmuyorlardı. Bir anlamda, yok gibilerdi. Fabrikada çalışırken Almanca gerekli olmadığı için dil öğrenmek de gündemde değildi. İnsanlar kendi aralarında Türkçe konuşuyorlardı. “Misafir” işçilerin bildikleri tek Almanca cümle, Alman ustabaşının “du musst” ve “ihr müsst” (yapmak zorundasın, zorundasınız) sözleriydi. Bu durum onların mutlak sosyal izolasyonlarını somutlaştırıyordu.
“İşçiler çağırıldı ama insanlar geldi,” bu ifade kulağa çok acı geliyor. Ancak esas yaşananları bu ifade bile yansıtamıyor. Çünkü aslında Almanya, işçi değil modern köleler çağırmıştı. Sınıf bilincinin hala canlı olduğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda “işçi” kelimesi, bir aidiyet ve aynı zamanda da gayet doğal bir hak talebi ve mücadele anlamına geliyordu. Bu sebeple misafir işçiler için grevler, işçi kimliklerini de ileri sürmenin bir yoluydu. Grevler, eşiği aşmanın, kendi Almanya’ları ve gerçek Almanya arasındaki sınırı yıkmanın bir aracıydı. Grevler en güzel haliyle entegrasyon anlamına geliyordu.
Görünür olmak
Baha Targün, 1969 yılında öğrenci olarak Almanya’ya geldi. Çevirmen olarak çalıştı. İleri düzey Almancası ve devrimci bilinci onu Köln’deki Ford fabrikasında çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra neredeyse otomatik olarak grevin lideri yaptı. Petrol fiyatları krizi, enflasyonun yüzde 7’ye dayanması ve ücretlerin eridiği ekonomik atmosferde; Mart 1973’ten itibaren Federal Cumhuriyet’e karşı 80 vahşi grev gerçekleşti. 50 yıl önce Ford’da başlayan grev, pek çok nedenden dolayı bu grevler arasından en önemlisiydi. Baha Targün’ün Almancası bu kadar iyi olmasa bunu başarabilir miydi? Sürekli Almanca bilmemekle suçlanan misafir işçilerin Almanca bilmesi istenmiyordu. Sessiz kitlelerin sessiz kalmasının temel koşulu uyuşturulmalarıdır. Öğrenmeleri değil, çalışmaları beklenir. 300 Türk işçinin tatilden geç döndükleri gerekçesiyle işten çıkarılmaları, 1973 yazında Ford’da fitili ateşledi. Anonim bir kitleyi siyasi olarak harekete geçirmenin en etkili yolu, onlara başkalarının başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceğini hissettirmektir. Ayrıca yürüyen bantların son montaj hattında zaten fiziksel olarak çok zor olan iş, 300 işçinin olmaması sebebiyle daha da zorlaşmıştı. Bu sebeplerle bölünme yerine dayanışma yaşandı. Ford’daki misafir işçiler politize oldular. Bir anda konu sadece işten çıkarılan işçiler ve onların geri işe dönmelerinden çıkmıştı. Konu, misafir işçilerin onuruna gelmişti, Almanya’ya geldiklerinden beri ellerinden alınan onurlarına gelmişti. 24 Ağustos 1973’te çoğu göçmen olan (en çok Türkiye, İtalya, Yunanistan ve Yugoslavya’dan) yaklaşık 10 bin işçi greve gitmeye karar verdiler. İşçiler, saat başına bir mark daha fazla ücret, yürüyen bandın hızının azaltılması, yıllık tatilin altı haftaya çıkarılması ve alt ücret gruplarının kaldırılması gibi taleplerde bulundular.
Alman işçilerin çoğu greve katılmadılar. Grev altıncı gününde, 2000’den fazla grevcinin bulunduğu gösteriye sopalar ve muştalarla saldırılması sonucu sona erdi. Ustabaşılar ve amirler, kıdemli işçiler, Belçika’dan getirilen grev kırıcılar ve sivil polisler grevi kırmak için güçlerini birleştirmişti. Aralarında işyeri temsilcisi ve diğer işyeri temsilcilerinin de bulunduğu 300 “karşı gösterici” kavga çıkarınca polis hemen müdahale ederek “elebaşlarını” gözaltına aldı. Greve katılan işçilere yönelik bazıları ağır olmak üzere yüzlerce işçinin yaralandığı geniş çaplı sürgün avları düzenlendi. Polis, Türk işçilere hoparlörden Türkçe olarak fabrika binasını derhal terk etmeleri gerektiğini, aksi takdirde sınır dışı edilecekleri çağrısında bulundu. Greve fabrikanın işgal edilmesiyle devam edilmesi sermaye sahiplerini öfkelendirmişti. İşçiler sadece fabrikayı işgal etmekle kalmadılar, aynı zamanda sessizliklerini bozdular, görünmezliklerine son verdiler, sadece emek gücüne indirgenmiş bedenlerden daha fazlası olduklarını açıkça gösterdiler. Bir şey daha: işgal, aynı zamanda sendikanın ve iş konseyinin yokluğunu da gösterdi.
Grevin şiddetle sona ermesinden bir gün sonra, iş konseyi müzakerelerin sonuçlarını açıkladı. Ford bir defaya mahsus olmak üzere 280 Alman Markı ödemeyi, 13. ayın maaşını biraz artırmayı, grev günleri için ödeme yapmayı ve 300 meslektaşının işten çıkarılmasını kişi kişi ele almayı kabul etti. Ancak son madde sadece kâğıt israfıydı. Bunun dışında sonuçlar tamamen Alman işçilere göre hazırlanmıştı. Zaman açısından planlanması zor olan uzun Türkiye seyahati için yıllık iznin uzatılması mı? Böyle bir şans yoktu.
Ford’daki grev sessizliği bozdu. Misafir işçiler görünür hale geldi. Aynı zamanda sendika ve Ford’un ortak bir amaç için çalıştıkları da görünür hale geldi. Bundan önce IG Metall, yönetimin her isteğini kabul etmişti. IG Metall, “vahşi” greve karşı çıktığında ve greve “komünist sızma” sloganlarını tekrarladığında grevciler tarafından “Sendika satılmış!” diye bağırıldı. İşyeri konseyi de grevin ardından fabrikanın tasfiye edilmesine karşı çıkmadı. Yüzden fazla misafir işçi işten çıkarıldı. 600’den fazla işçi “gönüllü” olarak istifa etti. Baha Targün grevin lideri olarak tutuklandı ve daha önceki günlerde kendisini alenen “devlet düşmanı” olarak tanımlamış olan Türk Büyükelçiliğine teslim edildi.
IG Metall, grevi tam anlamıyla yasal olmadığı için reddetti. O dönemde Ford’daki IG Metall işyeri temsilcileri komitesinin başkanı olan Wilfried Kuckelkorn grevi haklı bulsa da yasadışı olduğu gerekçesiyle kınadı. Devlete tam anlamıyla sadık olan DGB sendikası, vahşi grevi desteklemek istemedi. Aslında bu bir çelişki değildi, çünkü meşruiyetini işçilerden değil, Anayasa’dan alıyordu. DGB sendikalarının son 30 yılda üyelerinin yaklaşık yarısını kaybetmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.
Kısıtlayıcı grev hakkı
İş Anayasası Yasası’na karşı 28 ve 29 Mayıs 1952 tarihlerinde gerçekleştirilen gazete grevi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk politik grevdi. Bu grevin ardından medya girişimcileri mahkemeye başvurarak zararlarının tazmin edilmesini talep etmiş ve bu da Almanya’da tüm Avrupa’daki en kısıtlayıcı grev hakkının tesis edilmesine yol açmıştı. Eski bir Nazi hukukçusu olan ve daha sonra Federal İş Mahkemesi’ne başkanlık eden Hans Carl Nipperdey’in bilirkişi raporuna atıfta bulunan ülke genelindeki iş mahkemeleri, siyasi ve sendikal olmayan grevleri ya da vahşi grevleri yasakladı. İş bırakma eylemlerinin sadece ve sadece toplu pazarlık ile bağlantılı olarak ve sadece sendikaların talebi üzerine düzenlenebileceğini belirtti. Mahkemeler grevlerin dönüştürücü gücünün sendikalara göre daha fazla farkında gibi görünüyor. Bunun nedeni, grev hakkının Almanya’daki yorumunun bugüne kadar işçi ve çalışanların örgütlenme pratiklerini başarılı bir şekilde baltalaması ve işçilerin sermayeye karşı en keskin silahı olan iş bırakma eylemini köreltmesi.
1973’te Ford’da yaşanan tartışmanın aynısı 2021’de Gorillas teslimat servisindeki grevciler tarafından bu kez Verdi Federal Kamu Hizmetleri Sekreteri Andreas Splanemann’ın ağzından duyuldu. Ford grevi ile Gorillas grevinin pek çok ortak noktası var: Her ikisi de mevcut yargı yetkisi altında acı çekti. Yasa dışı grev eylemlerinin yasaklanması bu grevlerin izole edilmesine ve kriminalize edilmesine yardımcı oldu. 1973’ten bu yana çok şey değişmiş gibi görünse de birçok şey aynı kaldı.
İnsan olmanın yeterince acı verici olduğu bir durumda, konut sıkıntısı, ikamet kaygısı, dil engeli, aidiyetsizlik gibi zorluklar göçmenlerin yükünü daha da ağırlaştırır ve hayatlarını daha da yoksullaştırır. Almanya geçtiğimiz on yıllarda dersini iyi öğrenmiş ve daha uyumlu bir misafir işçi toplumu yaratmayı başarmış ya da başka bir deyişle sözde özgürlükler adına hayal kırıklığını erteleyecek kadar aldatmada ustalaşmıştı.
Fabrikalarda en ağır koşullarda yıllarca çalışan, ailelerini de yanlarında getiren ve misafir olmayı reddeden, kalmayı tercih eden (daha doğrusu ülkelerine döndüklerinde ilerlemiş yaşları nedeniyle iş bulamadıkları için kalmak zorunda kalan) ilk nesil “emekçi” misafir işçilerinden farklı olarak, yeni nesil “çeşitlilik” misafir işçileri ailesiz bir toplumdur. Sivil toplumun parçalandığı ve kimliklere bölündüğü yepyeni bir postmodernite dönemi başladı. İşçi sınıfı ve onunla birlikte sınıf bilinci neredeyse yok olmuştur. Fabrikaların yerini karanlık mağazalar aldı, işyerleri dijitalleştirildi ve masa başı hale getirildi. Aile çok uzakta.
“Misafir işçi 2.0”
“Misafir işçi 2.0” Almanya’yı kalkındırmak ya da “biyo-Almanların” yapmak istemediği işleri yapmak için değil, yaşam tarzını değiştirmek için burada, veya o öyle sanıyor: Okula gidiyor, kulüpleri ziyaret ediyor, seyahat ediyor, ülkesindeki siyasi baskıdan kaçıyor, cinsel kimliğini buluyor. Ve başkalarının evlerini ve apartmanlarını temizliyor. Kapı kapı dolaşıp yiyecek ve erzak dağıtıyor. Şehrin dört bir yanını bisikletle dolaşıyor ama burada isteniyor ve kimseye yük olmuyor. Almancayı çok iyi konuşamamasına rağmen sadece resmi görevliler ve süpermarket çalışanları tarafından aşağılanıyor. Kendi güvenli bölgesinde, mükemmel İngilizce, Fransızca veya İspanyolca konuşuyor. Hatta bazen boş zamanlarında “biyo-Almanlarla” arkadaşlık kuruyor. Ancak eskiden misafir işçilerle Almanları ayıran duvar öylece ortadan kaybolmamış, bedenleri sarmış. Yaklaştığınızda bunu hissedebilirsiniz. Sivil toplum bireylere indirgenmiş ve entegrasyon tekrardan ertelenmiştir. Artık benim Almanya’m ve senin Almanya’n yok, atomize olmuş sayısız Almanya var.
“Misafir işçi 2.0” altı kişilik bir odada kalmıyor; iki ya da üç ayda bir sözleşme yapmadan oda değiştiriyor. Hiçbir eşyası yok ve bağlanmaktan hoşlanmıyor. O bir işçi değil, bir öğretmen, bir doktor, bir mühendis… Sadece Almanca sınavını geçene ve muhtemelen çoktan öğrenmiş olduğu asıl mesleğine dönene kadar geçici olarak başka bir “işte” çalışıyor. O zamana kadar geçici işlerle deneme süresinde hayatta kalma oyununu oynamaya devam edebilir. Aynı işte uzun yıllar kalmak genellikle mümkün olmadığından, start-up’lar fabrikalar gibi olmaz, her an açılıp kapanabilirler bu yüzden de sendikaya katılmanın pek bir anlamı yoktur. Sendika da onu üye olması için zorlamaz. Zaten birkaç yıl içinde başka bir ülkeye gidecek. Ya da çalışma tatili vizesiyle geldiyse, sadece altı ay ucuz işçi olacak ve bunun üzerine tatil yapacak. Örgütlenmesine gerek yok.
Bu oldukça “vahşi” yaşam tarzının ortasında, “misafir işçi 2.0” hala grev yapabilir. Çünkü ne kadar apolitik olursa olsun, insan onuru tehdit edildiğinde onu savunacak cesarete sahiptir. Ancak bunu yapmaya çalışır çalışmaz Ford yönetiminin 1973’te işçilere gönderdiğine benzer bir mektup alır. “Sayın çalışanlar, bazı radikal sol grupların işyerimizde yaratmaya çalıştığı kargaşa…” Gerçek, illüzyonun dokusunu işte böyle yırtar. Elli yıl sonra, misafir işçi statükoyu tehdit ettiğinde, o hala bir “radikal solcu”dur. Ama bu kesinlikle gurur duyulacak bir şey.
Örgütlenmesine yardımcı olduğum Gorillas grevleri, her şeyden önce göçmen işçilerin ve güvencesiz çalışanların eylem olanaklarını kısıtlayan Alman grev hakkının nasıl ele alınacağı sorusunu bir kez daha gündeme getirdi. Şu anda iki meslektaşımla birlikte Gorillas’ı dava ediyor ve kapsamlı bir grev hakkı için mücadele ediyoruz. Birimiz Meksika’dan, diğerimiz Hindistan’dan ve ben de Türkiye’denim. Komik, ironik ama gerçek.
Bir “yargısal hak” olan grev yasağını kaldırmak için cesur bir yargıca ihtiyacımız var. Ancak yargıçlar da çok iyi bilirler ki pratik sorular pratik cevaplarla çözülür. İhtiyacımız olan şey bir imza kampanyası değil. Grevin meşruiyetini yeniden tesis etmek ancak greve çıkmamızla mümkündür, siyasi olarak, vahşice, spontane… Adına ne dersek diyelim. Emek bir görev değil, sermayeye karşı kullanılabilecek tek güçtür. Grev hakkı bir insan hakkıdır.
Çeviren: Gülçin Akkoç