DÜNYA BASINI

İsrail-Hamas krizinde Riyad neden ortalarda gözükmüyor?

Yayınlanma

İsrail-Hamas savaşı patlak vermeden kısa bir süre önce ABD arabuluculuğunda İsrail ile normalleşme görüşmeleri yürüten Suudi Arabistan, 7 Ekim’den sonra uluslararası platformlarda İsrail’in Gazze saldırıları eleştirmek ve ikili görüşmeler yapmak dışında bir varlık. Bu durum, İslam dünyasının lideri olma iddiasında bir ülke için çelişkili görünüyor.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale de Suudi Arabistan’ın, İslam dünyasının en önemli ve en köklü sorununda neden aktif rol üstlenmediğini ya da üstlenmek istemediğini ve son çatışma döngüsünde de neden “ortada gözükmediğini” tartışıyor:

***

Suudi Arabistan, İsrail-Hamas Savaşında Gizemli Bir Şekilde Ortada Yok

Muhammed bin Selman, Krallığı Orta Doğu’nun en etkili ülkesi olarak lanse etse de gerçek diplomasi konusunda sınıfta kaldı.

Steven A. Cook

23 Ekim’de, dünyanın Katar ve Mısır hükümetlerinin Hamas tarafından rehin tutulan iki İsrailli kadının serbest bırakılmasını sağladığını öğrendiği saatlerde, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman Cristiano Ronaldo’nun Instagram hesabında yer aldı. Portekizli yıldız futbolcu, Suudilerin ilk kez düzenlenecek olan E-spor Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacaklarını duyurdukları, e-spor yani rekabetçi video oyunlarının geleceği konulu bir panelde Veliaht Prens’le bir araya geldi. Önemli şeyler.

Katar ve Mısır’ın Gazze’deki rehineleri kurtarma çabaları ile Riyad’daki kısa Ronaldo-Muhammed bin Selman baş başa görüşmesi kıyaslandığında, Suudi yönetiminin her ne kadar dinleyen herkese krallığın Orta Doğu’daki en önemli ve etkili ülke olduğunu söylese de daha kat etmesi gereken uzun bir yol olduğunu gösterdi.

Gerçekten de Hamas ve İsrail arasındaki savaş neredeyse üç hafta önce başladığından beri “yeni Suudiler” “eski Suudiler” gibi davranıyor- Riyad’da bazı hareketler var ama gerçek bir eylem yok. Bu garip bir durum çünkü Muhammed bin Selman ve danışmanları -tüm hatalarına rağmen- Suudi Arabistan’da önemli, kayda değer ve olumlu değişiklikler gerçekleştirdiler.

Dış politika ve kriz yönetimi söz konusu olduğunda Suudiler, görüşmemizin özel niteliği nedeniyle ismini saklı tuttuğum eski bir üst düzey ABD hükümet yetkilisinin geçen hafta bana ifade ettiği gibi “işe yaramaz” görünüyorlar. Bunun nedeni Suudilerin elinin kolunun bağlı olması: Güvenlik konusunda ABD’ye bağımlı kalmaya devam ediyorlar; aynı ülke İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarını kolaylaştırmaya yardımcı oluyor- ki bu ülke daha birkaç hafta önce Veliaht Prensin Filistin devleti vaadi olmaksızın anlaşmaya istekli göründüğü bir ülkeydi.

Bu sorunlar ve çelişkilerle başa çıkmanın bir yolu Suudi hükümetinin iddia ettiği gibi yapıcı ve etkili bir aktör olması olabilir. Suudiler bunun yerine açıklamalar ve toplantılarla meşgul oluyorlar.

Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e yönelik saldırısının ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik misilleme saldırılarından sadece birkaç saat sonra Suudi Dışişleri Bakanlığı “iki taraf arasındaki gerilimin derhal durdurulması” çağrısında bulundu. O zamandan bu yana Suudiler, telefon görüşmelerinden ve çok taraflı toplantılardan daha keskin ancak bölgesel istikrarın yeniden tesisine katkıda bulunmayan bir dizi açıklama ve bildiri yayınladı.

Örneğin, Muhammed bin Selman’ın 15 Ekim’de ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile görüşmesinden hemen önce Suudi Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yayınlayarak Riyad’ın “Filistin halkının Gazze’den zorla göç ettirilmesi çağrılarını kategorik olarak reddettiğini ve silahsız sivillerin hedef alınmaya devam edilmesini kınadığını” yineledi. Bu ilkeli bir tutum. Ancak, eğer Suudiler iddia ettikleri gibi bölgenin büyük abisiyse, o zaman Gazze’deki dehşet verici duruma karşı sert itirazlardan başka bir şey yapmadan Riyad’da oturamazlar.
Adil olmak gerekirse Suudiler bir şeyler yaptı. 18 Ekim’de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) icra komitesi toplantısını düzenlediler. 57 üyesi bulunan İİT, adından da anlaşılacağı üzere, çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasında çeşitli alanlarda işbirliğini teşvik etmeyi amaçlıyor. Suudi Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan, İran’ın da katıldığı icra komitesi toplantısında yaptığı konuşmada, İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonları karşısında uluslararası toplumun hareketsiz kalmasını ve çifte standart uygulamasını kınadı.

Faysal ayrıca Suudilerin 2002 Arap Barış Girişimi’ne verdiği desteği yineledi. Dönemin Suudi Veliaht Prensi Abdullah bin Abdülaziz’in öncülük ettiği girişim, Arap ve Arap olmayan Müslüman ülkelere Filistin devletinin kurulması karşılığında İsrail ile ilişkileri normalleştirme taahhüdünde bulunuyordu. Bu plan uzun süre önce öldü. Yine de Dışişleri Bakanı bu plana atıfta bulunarak Suudilerin İsrail-Filistin barışı için sunabileceği somut bir şeylerinin olduğu nadir durumlardan birini vurgulamış ve Riyad’ın Filistinliler için adalete olan bağlılığının altını çizmiş oldu.

Ancak tüm bu tantanaya rağmen toplantı, Riyad’ın yapıcı diplomasiye yönelik gerçek bir girişiminden ziyade, olası bir İsrail-Suudi Arabistan normalleşme anlaşması için ABD ile aylardır süren müzakerelerin ardından bir kılıf bulmaya yönelik bir halkla ilişkiler çalışmasıydı.

Suudilerin İsrail-Hamas savaşına yaklaşımında ilginç bir pürüz vardı. İİT toplantısından bir gün önce Prens Turki bin Faysal -Suudi Arabistan’ın eski üst düzey yöneticisi ve Riyad’ın hem Londra hem de Washington’daki eski büyükelçisi- Houston’daki Rice Üniversitesi Baker Kamu Politikaları Enstitüsü’nde bir konuşma yaptı. Konuşması sırasında Turki, Gazze’de dökülen kan nedeniyle sadece İsrail ve Batı’yı değil, İsrail’de işlediği cinayetler nedeniyle Hamas’ı da suçladı. Çocukları, kadınları ve yaşlıları öldürmenin İslami inançlara aykırı olduğunu belirtti ve çatışmada “kahraman olmadığını” vurguladı. Turki’nin artık bir hükümet yetkilisi değil, özel bir vatandaş olduğu doğru ama aynı zamanda Suudi kraliyet ailesinin söylemek isteyip de söyleyemediği şeyleri kamuoyu önünde söyleyen bir isim.

Turki’nin Houston’daki yorumları önemliydi. Ancak Suudilerden gelen açıklamalar bir araya getirildiğinde, bölgesel çatışmanın arka planındaki gürültüden biraz daha fazlasını ifade ediyor.

Suudilerin eylemsizliğini daha da garip kılan şey, İranlılar söz konusu olduğunda Suudilerin ne kadar ihtiyatlı davrandıklarıdır. Muhammed bin Selman’ın İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ile İsrail-Hamas savaşı hakkında yaptığı telefon görüşmesiyle ilgili Suudiler tarafından yapılan açıklamada özellikle de Suudi liderin “Krallığın sivillerin hedef alınmasının her türlüsüne karşı olduğunu belirttiği” ve iki devletli bir çözüme destek anlamına gelen “kapsamlı ve adil bir barışa” olan bağlılığının altını çizdiği kısım, İran’a yönelik üstü kapalı bir eleştiri olarak okunabilir. İran’ın bu taahhütlerin hiçbirini paylaşmadığı oldukça açık.

Peki ama neden bu kadar üstü kapalı? Tahran’ın sözde direniş ekseninin bir üyesi olan Hamas, Veliaht Prensin tüm bölgesel stratejisini, pek çok kişinin İran’ın yardımı olduğundan şüphelendiği bir şekilde havaya uçurdu. Muhammed bin Selman’ın “yeni büyüme ve yatırım fırsatları, daha fazla küresel katılım ve vatandaşlarımız için daha yüksek yaşam kalitesi” olarak tanımladığı iddialı yol haritası Vizyon 2030’un başarısı, kısmen İsrail de dahil (İran olmasa da) bölgedeki büyük ekonomilerin istikrarına ve daha fazla entegrasyonuna bağlı.

Mart ayında iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri yeniden tesis eden Suudi-İran anlaşmasının bölgedeki gerilimi azaltması bekleniyordu. Ancak bu anlaşma Suudilerin zayıflığından kaynaklandı ve sadece Suudi-İran çatışmasını erteledi. Veliaht Prens, Gazze’deki çatışmada İranlıların öfkesini uyandıracak şekilde hareket etmek istemiyor ki Tahran’ın Yemen’deki vekili Husiler, insansız hava araçları ve füzelerle Suudi nüfus merkezlerini yeniden hedef almaya başlasın.

Sudan’da Nisan ayında patlak veren iç savaşın ardından, o dönemde benimle özel görüşmeler yapan her iki hükümetten yetkililere göre ABD-Suudi ilişkileri “şimdiye kadarki en iyi dönemini” yaşadı. Çünkü Suudiler, savaşan taraflar arasında barış görüşmelerine aracılık ederek, Sudan’a 100 milyon dolarlık insani yardım sağlayarak ve binlerce insanın ülkeden tahliye edilmesine yardımcı olarak bu çatışmayla başa çıkmada ABD’ye faydalı oldular.

Washington, Gazze’de savaş varken bölgede istikrarın sağlanması için bir kez daha yardıma ihtiyaç duyuyor ancak Suudiler bu kez yardım edemiyor ya da yardım etmek istemiyor gibi görünüyor. Her ne kadar Muhammed bin Selman ülkesinin güvenliği için Washington’a bağımlı olsa da mevcut koşullar altında ABD-Suudi ilişkileri onun için bir zafiyet. Veliaht Prens gücünü pekiştirmiş olabilir ama dikkatli olması gerekiyor.
Filistin, Suudi Arabistan’da önemli bir sembolik mesele olmaya devam ediyor ve İsrail’i desteklemek için kararlı bir şekilde hareket eden Biden yönetimi, ülkeye zaten soğuk bakan Suudi halkı üzerinde muhtemelen güçlü ve olumsuz bir izlenim bıraktığından, Krallığın liderinin şu anda Biden yönetimiyle yakın çalışması zor olacaktır.

Muhammed bin Selman’ın Gazze çatışmasında daha yapıcı olması hem Washington hem de İsrail ile daha fazla ilgilenmesi anlamına gelecektir. Suudiler Hamas’a yönelik eleştirilerinde daha açık sözlü olabilir, tıbbi bakıma ihtiyaç duyan Filistinlilere güvenli bir sığınak sunabilir ve İsrail hükümetiyle olan iyi ilişkilerini kullanarak İsrail’in 7 Ekim saldırısına vereceği yanıtı özel olarak şekillendirebilir. Ancak Veliaht Prensin bu şekilde deşifre olmamanın daha iyi olacağı sonucuna vardığı anlaşılıyor. Onun bakış açısına göre demeçler vermek, uluslararası toplumu eleştirmek, mevkidaşlarını aramak ve futbol yıldızlarıyla takılmak daha iyi bir strateji. Belki de öyledir. Ama aynı zamanda Suudi Arabistan’ın şu anda ne kadar zayıf olduğunu da ortaya koyuyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version