GÖRÜŞ

İsyanın ardından

Yayınlanma

Vagner isyanı, Lukaşenko’nun devreye girmesiyle bitti.

Başlıca iki görüş dikkatimi çekiyor. Bir grup aşağı yukarı şu tutumda: “Aman canım, orası Rusya, olur böyle şeyler, çok da önemli değil.” Bunun bir başka versiyonu: “Siz Rusya gibi büyük bir ülkede darbenin başarılı olabileceğini mi düşünüyorsunuz?” Diğer grup da kabaca şöyle diyor: “Çok önemli, bu askeri darbe başarılı olursa Kremlin devrilir.”

Ben de çok önemli olduğunu düşünenlerdenim, ancak tamamen başka bir görüş açısıyla.

Darbe girişiminin enformatif engelsizliği

İlkin şunu tekrar belirterek başlamak gerek. Israrla ve birçok defa, Rusya için söylenen ve batıda entelektüel faaliyetin temeli kılınan pek çok iddianın gerçeği yansıtmadığını ileri sürdüm: Rusya’nın otoriter, totaliter, Rusya halkının savaşçıl (veya savaş kaçkını), Rusya yönetiminin Rus milliyetçisi olduğu iddiaları bütünüyle yanlıştır. Bunlar topluma, devlete, siyasete dair nesnel değil uydurulmuş, çarpıtılmış bakışlardır; tıpkı Sovyetler Birliği döneminde pek revaçta olan (ve bu aralar tekrar pişirilen) “kremlinoloji” gibi sahte bilimlerdir ve kimi zaman ufuk açıcı önermeler sunsalar bile temelleri ciddiye alınmayacak kadar çürüktür.

Gerçekte Rusya toplumu benzeri az görülecek kadar açık bir toplumdur. Milenyumun başında olsa gerek, Reagan’ın hazine müsteşarlarından Paul Craig Roberts de söylemişti bunu. Yaygın entelektüel ve kültürel yozlaşmaya rağmen kimi zaman naif bir enformasyon açlığı dikkat çeker. Mesele, “enformasyon çağında bilginin önünde engel olmadığı” iddiası değil. Kastettiğim, enformasyon akışına ihtiyaç duyanların niceliğinin nitel bir farklılık göstermekte oluşu: batılı toplumlarda “çokyönlülük” daha fazladır ve ondan çoğuna ihtiyaç duyulmaz, ama muhakkak sistem-içidir bu çokyönlülük; Rusya’da ise çokyönlülük ne kadar çok olursa olsun fazlası aranır.

Dünkü olaylar bu gözlemimi doğruladı. Benzerini başka bir yerde bulmanın imkânsız olduğu sürekli ve çokyönlü bir enformatif akış: her dileyen istediği her türden görüşü telegram kanallarında, internet sayfalarında ve hatta televizyon ekranlarında bulabiliyordu ve üstelik, daha sabah saatlerinde hain ilan edilmiş olan Prigojin’in sesli, görüntülü ve yazılı mesajları alabildiğine geniş şekilde yaygınlaşıyordu. Vagnercileri süngü gücüyle yola getirme ve hatta yok etme çağrıları da öyle.

Öngörülemez kendiliğindencilik

Rusya tarihi çoğu zaman kendiliğinden, ani ve öngörülemez kalkışmalarla doludur. Rusya’yı sarsan hemen bütün sosyal, siyasi, askeri vb. hareketler tamamen öngörülemez şekilde kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Tek ve büyük bir istisnası vardır: Ekim Devrimi.

Öngörülemezlik, aktörlerin siyasi bağımsızlığı anlamına gelmiyor. Hayır, tam tersine: aktörler havayı koklayarak ve olası müttefikleriyle manevra alanlarını daraltmayacak ölçüde ilişkiler kurarak eyleme geçerler. Prigojin’in eylemi, bir gün önce Kiev rejimini neredeyse barış meleği ilan etmesine bakılırsa, açık biçimde olası ilişkiler için toprağı eşeleme anlamı taşıyordu. Defteri dürülmüş oligarkların desteği, mevcut oligarkların tuhaf ve anlamlı sessizliği, iktidarın mali kanadının siloviki kanadından farklı olarak Putin’e destek açıklamalarından özenle kaçınması ve hafta sonunu oynaması, Prigojin’in doğru yerden eşelediğine delil sayılmalı.

Putin’in önceki sabahki konuşmasını yorumlarken değinmiştim aslında bunlara.

Bu konuşmadaki “1917” hatırlatması iki şeye işaret ediyor olabilir: şubat devrimi, veya Kornilov ayaklanması.

“Biz tek bir bilim biliriz: tarih bilimini,” diye yazmıştı Marx. Solun tarih bilincini önemli ölçüde kaybetmekte oluşunu çağın en büyük trajedilerinden biri saymalı. 1917 deyince ne şubatı ne temmuzu ne Kornilov’u hatırladılar; akıllarına tek gelen Ekim’di.

Putin’in devrim karşıtlığı biliniyor zaten, oysa konuşmanın bağlamı, ona bundan çok daha fazlasını yüklüyor.

Putin eğer Kornilov’u kastediyor idiyse bunun sağlam bir iç tutarlılığı var, zira temmuz ayaklanmasının ardından Kornilov isyanı, geçici hükümetin çöküşünün gerçek başlangıcı olmuştu. Ama bu durumda Putin, kendisiyle Kerenskiy arasında paralellik kuruyor demektir.

Yok eğer Şubat ayaklanmasını kastettiyse, sorun daha çetrefilli demektir. Şubat, sadece kendiliğinden bir ayaklanmadan ibaret değildir. Ayaklanmanın kendisi devlet iktidarında çoktandır bir dumur halinin ortaya çıktığını gösterir ama onu yaratan ve çarın iktidardan feragat etmesiyle sonuçlanan süreçte, daha 1915’ten beri mayalanan bir iktidar çatışması yatıyordu ve onun da arkasında büyük prensle bir dizi cephe komutanının da dahil olduğu bir komplo vardı. Demek ki burada kastedilen eğer şubat idiyse, sorun çok daha ciddi demektir.

Hangi varsayımın doğru olduğunu tartışmayacağım.

Spiral tarih

Marx’ın çok bilinen sözlerindendir şu: “Hegel bir yerde, dünya çapındaki bütün büyük olayların ve kişilerin denebilir ki iki defa tekrarlandığını söyler. Eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi olarak, ikincisinde fars olarak.”

Kaç defa tekrar ettiği bir soru işareti; tarihin spiral gelişimiyle ilgilidir bu, her yeni tarihi dönem bir alt segmentin benzer olaylarını yeni, alabildiğine yozlaşmış biçimde tekrar ediyor.

Mussolini 27 Ekim 1922’de Milan’a gitti. Aynı gün Perugia’da Milli Faşist Parti’nin İtalyan halkına “Roma’ya yürüyüşün” başladığına dair çağrısı yayınlandı.[1] Toplam sayısı 10-30 bin arasında tahmin edilen “squadristi” (squad — manga) yürüyüş kolları “quadrumviri” (quattro — dört; yürüyüşün dört lideri) yönetiminde harekete geçtiler. Squadristi silahlanmaya başladı; silahları ya yolları üzerindeki ordu depolarından baskın yoluyla alıyorlardı ya da yerel ordu birlikleri gönüllü veriyordu. Başbakan Luigi Facta ülkenin bir isyanın eşiğinde olduğunu açıkladı ve olağanüstü durum ilanına hazırlandı. 28 Ekim’de kral görüşmeler yaptı; ordunun krala sadakatini açıklamasına rağmen olağanüstü durum ilan etmekten kaçındı ve başbakanı görevden aldı. Mussolini faşistlerin de katılacağı bir koalisyon hükümetine karşı çıktı ve başbakanlık istedi. Squadristi Roma’ya 50 kilometre kadar yaklaşmıştı. 29 Ekim’de kral Mussolini’nin şantajına teslim oldu. 30 Ekim’de Mussolini ve squadristi aşağı yukarı eşzamanlı olarak Roma’ya girdiler. Ordunun ve büyük burjuvazinin desteklediği Mussolini kraldan yetkiyi aldı, faşist hükümet kuruldu. Kral tahtında kaldı, ama içi boş bir kukla, samandan, iktidarsız bir korkuluk olarak.

Prigojin eylemini “yolsuzluk, yalan ve bürokrasiye” karşı “adalet yürüyüşü” diye adlandırdı. Kim karşı çıkabilir böyle bir talebe? Kim karşı çıkabilirdi adalet isteyen karagömleklilere?

Faşist hareket için mükemmel bir slogan seçimi.

Tarih hep olduğu gibi Marx’ı gene haklı çıkardı; Prigojin, eciş bücüş bir Mussolini olarak çıktı sahneye ve eyleminin olası sonuçlarından, yani halkın rızasını alamayıp felakete yuvarlanmaktan korkarak çekildi. Mussolini felaket bataklığının içinden çamura bulanmış da olsa çıkmayı başaran İtalya’yı yükseltme vaadiyle yükselmişti, Prigojin ise felaketin çok uzağındaki Rusya’yı bataklığa sürüklemeye adaydı. Mussolini’nin kaybedecek bir şeyi yoktu, Prigojin’in ise çok şeyi vardı.

Üzerinde durmaktan şimdilik kaçınacağım şu notu da düşmeliyim buraya: hatırlayalım, Jirinovskiy geçen yıl 6 Nisan’da öldü. Jirinovskiy, olası huzursuzlukların çarpıp momentumunun alınacağı bir hava yastığı işlevi görüyordu. Bu ölüm siyasette belli bir boşluk yarattı; onun temsil ettiği küçük burjuva sağcılığının başka bir merkeze kayması için her tür şart hazırdı. Ne kadar iradi olduğu tartışmalıdır kuşkusuz ama eşyanın tabiatı öyleydi ki, Prigojin bu boşluğu doldurabilecek başlıca adaylardan biri olarak belirdi.

Küçük burjuva sağcılığının, aslında kendisini yaratan maddi şartlar düşünüldüğünde solla epey yakın olan bu siyasi eğilimin faşist bir harekete evrilmesi tehlikesi de böylelikle ortaya çıktı.

Neden bastırılmadı? Bir: temel nedenler

Silahlı kuvvetlerin neden Vagnercilere karşı harekete geçmediği sorusu, haklı bir soru. Buna iki farklı pencereden cevap vermek gerek.

İlki, toprak altındaki nedenler.

Ayrıntıya girmeye değer; çünkü dinamikler işlemeye devam ediyor.

Putin 24 Şubat sabahı yaptığı ilk konuşmada, 1941’de olduğu gibi hazırlıksız yakalanmayacaklarını söylemişti. Tam ifadeyi hatırlayalım:

“Sovyetler Birliği’nin geçtiğimiz yüzyıl 1940’ta ve 1941 başında savaşın başlamasını engellemek veya hiç değilse ertelemek için elinden geleni yaptığını tarihten biliyoruz. Bunun için, en son ana kadar potansiyel saldırganı provoke etmemeye çalıştı, kaçınılmaz saldırıyı geri püskürtmeye yönelik hazırlıklar için en zaruri, aşikâr eylemleri hayata geçirmedi veya erteledi. Nihayetinde atılan bütün adımlar ise felaket doğuracak şekilde gecikmişti.”

Demek ki Ukrayna çatışması, aşağı yukarı 2021 kasım ayından itibaren yaklaşan çatışmaya dair bütün yazılarımda değindiğim gibi, bir tür “kış savaşı” sayılıyordu; başka deyişle bu hiç de saldırgan bir savaş olarak mülahaza edilerek planlanmamış, ancak yaklaşan daha büyük bir savaşı önlemenin yegâne vasıtası sayılmıştı.

Demek ki “2014’te başlayan savaşı durdurmak için müdahale ettik” söylemi, doğruluğu-yanlışlığı tartışılabilir olsa bile gerçek, samimi bir inancı yansıtıyordu. Ancak söylem, doğal olarak, “1941’deki hatayı yapmayacağız, gecikmeyeceğiz” vurgusu da içeriyordu; oysa Putin’in ilk defa geçen güz, cephede yakınlarını kaybeden kadınlarla görüşmesinde itiraf ettiği gibi, gecikmişlerdi.

Bu gecikmenin siyasi bir muhteva taşıdığı ileri sürülebilir; yani denebilir ki: evet ama askeri olarak hazırlıksız yakalanmadık. Bu da eşyanın tabiatına aykırı. Savaş sanayisinin geliştirilmesi, modern silah ve teknoloji çıktıları kuşkusuz hazırlık anlamına gelir; ama ordunun ikmal, lojistik, personel, birlik, komuta organizasyonunda da pek çok sorun ortaya çıktı. Çıkmak zorundaydı; savaşmamış bir ordu savaşmaya başladığında bu sorunların yaşanmasından daha doğal bir şey olamaz.

Sorun şu ki, 1941’de bu sorunlar çok daha büyük bir süratle çözülmüştü, çünkü devlet ve toplum gözeneklerine kadar seferber edilmişti, çünkü edilebilmişti, çünkü devlet, burjuvazinin kâr hırsı karşısında hesap yapmak zorunda değildi. Oysa, mart ayında yazdığım gibi: “… askerlerin teçhizatının sağlanmasına, emir-komuta birliğinin tesis edilmesine, hatta celbi çıkanların görev yerlerine ulaştırılmasına kadar öylesine çok ve zorlukla çözülen problem ortaya çıktı ki, bu dinamik kaçınılmaz olarak Vagner’e aktarıldı.”

Dolayısıyla, kapitalizmin paralı askerlik şirketlerine yönelik genel eğilimine, bunun siyasi çürümenin bir göstergesi olduğuna dair yuvarlak lafların, genel klişelerin bir anlamı yok. Bu klişeler çok şey söylermiş gibi görünüyorlar ama mevcut durumun esasen bir eğilimden değil esasen somut ve yakıcı bir sorundan kaynaklandığını görmüyorlar.

Soldaki “uzmanlar” böyleler. Türkiye’de televizyon ekranlarından düşmeyen sağdaki “uzmanlar” ise vagner diye bir şey olduğunu nihayet öğrenmişler (gerçi neden vagner denildiğini bir türlü öğrenemediler ama öğrenmelerini de beklememek gerek zaten, zira her biri zekâ, tarih ve siyaset küpü, küp ağzına kadar dolu olduğu için fazlasını almıyor); dolayısıyla bu paralı askerlik şirketinin tarihine değinmeye gerek yok.

Yalnız geçerken, işin hukuk tarafına değinmekte yarar var. Anayasaya göre Rusya’da paralı askerlik yasak. Ama müktesebatta boşluk var askeri şirketler paralı askerlik şirketi sayılmıyorlar. Bunlar şirketler hukukuna göre kurulmuş, “özel dedektiflik ve koruma faaliyeti” kapsamında sayılıyor.

Gerçi müktesebatta boşluk, gülünç bir laftır aslında; burjuva hukukunda müktesebat zaten boşluk olsun diye yazılır. Bu boşluk tehdit veya avantaj durumuna göre farklı usullerde kapatılır.

İki: temel nedenler

“Neden böyle oldu?” sorusunun teknik, “konjonktürel” (ama öyle diye önemsiz değil) cevabına gelelim. Dün gün boyunca da birkaç defa vurgulamıştım bunu.

Birincisi, eşyanın tabiatı gereği, esas itibariyle olası bir iç savaşa karşı örgütlenen sömürge ülkelerin orduları dışında hiçbir ordu, içeride bir başka orduyla (düzenli veya gerilla ordusu) karşı karşıya gelme ihtimali üzerine ciddi stratejiler geliştirmez. (Tam da bu durum, aşağı yukarı bütün bir 20’nci yüzyılın ikinci yarısı boyunca sömürge ülkeleri askeri darbeler cenneti kılmıştı.)

İkincisi, mevcut durumda tecrübeli muharip birliklerin herhalde tamamı cephede, sınır bölgelerinde ve üslerde bulunuyorken içeride silahlı bir başka orduya karşı müdahale edebilecek sadece şu güçler kalmış demektir: polis, jandarma, istiharat ve hava kuvvetleri. İkinci ve üçüncüsünün Rusya’daki muadilleri Rosgvardiya, MÇS ve FSB.

Ağır silahlarla donanmış, tanklar ve zırhlılarla ilerleyen, stinger tipi hava savunma silahlarına sahip, yakın zamanda büyük bir savaş tecrübesinden geçmiş profesyonel birlikleri durdurmak, bunların personel mevcudu nispeten az bile olsa, çok zor; belki de hava kuvvetlerinin ağır bombardımanı olmaksızın neredeyse imkânsız. Bunun için ilerlemekte olan düşman ordusunu sivil halktan tecrit etmek gerek. Ama bu da imkânsıza yakın, çünkü olay öyle hızlı gelişmiş ki normal hayat tuhaf, neredeyse gerçeküstü bir seyirle devam ediyor. Demek ki sivil kayıplar kaçınılmaz.

Daha önemlisi, geleni durdurmak değil, fiilen düşmüş bir şehri ele geçirmenin güçlükleri. Üstelik bu şehir, 1919 ve 1942’nin defalarca tekrarlanan tecrübelerinde olduğu gibi, stratejik önem taşıyor; bu şehir güneye açılan kapı. Vagner tarafından bu şehrin hedef alınması, ciddi bir stratejik çalışmaya işaret ediyor, trajik tarihi deneyimleri hatırlatıyor.

En önemlisi ise kitlelerin siyasi konsolidasyonunun sağlanması. Mevcut aşamada bu darbe ordusu idari-beledi organlara müdahale etmemiş. Hatta askeri-kolluk organlarına da müdahale etmemiş. Sadece bunların aldıkları emirleri uygulamalarını fiilen durdurmak veya durduracağını belli etmekle yetiniyor. Üstelik darbe ordusu, cephede muazzam başarılar kazanmış (bu ifade olumlama anlamı taşımıyor) ve bu başarılar kitleler nezdinde büyük saygınlık kazandırmış. Ve dahası, saygınlığı televizyon reklamları, dev bilbordlar, resmi kabullerde övgü dolu konuşmalarla bizzat iktidar pekiştirmiş.

Demek ki çatışmanın hızla alevlenmesinin bütün şartları mevcut, ama kontrollü bir gerginlik altında tutmanın şartları da mevcut.

Çok ciddi, ölümcül sorunlar bunlar. Askeri ve siyasi sonuçlarını kimse kolaylıkla kestiremez. Bu yüzden, gün boyunca özellikle Rusya solundan yapılan değerlendirmelerde çatışmanın zincirleme bir reaksiyon etkisi yaratabileceği, bunun (1) cephede moral çözülmeye yol açabileceği; (2) darbe ordusunu durdurmak için cepheden birlik kaydırmak gerekebileceği; (3) her iki durumda da cephede gerilemeye yol açabileceği; (4) bunun NATO karşısında siyasi yenilgiyle sonuçlanabileceği; (5) siyasi yenilginin içeride kargaşaya neden olabileceği, vb. düşüncelerinin tartışılması tesadüf değil.

Bağımsızlık eğilimleri

Mart ayındaki yazımın esas konusu şuydu (en kaba çizgileriyle özetliyorum yazıyı): Rusya’da önemsiz adamların zaman zaman muazzam önem kazandığı çok olmuştur. Prigojin de bağımsız siyasi bir güç olmaya çalışıyor. Bu eğilim başka yerlerde de güç kazanıyor. Süreç kaçınılmaz olarak tasfiyeyle sonuçlanacaktır.

Kapitalist restorasyon ve onun sonucunda her anlamda lokalize iç savaşlar yaratan 1990’ın altında yatan temel nedenlerden biri, eylül 1989’da SBKP’nin MK plenumuyla yetkilerini birlik cumhuriyetlerine verme kararıydı: “Kararda, Putin’in de alıntıladığı en önemli cümle şudur: ‘Birlik cumhuriyetlerinin en yüksek temsil organları, kendi topraklarında, birlik [SSCB] hükümetinin kararname ve talimatlarının uygulanmasını protesto edebilir ve durdurabilirler.’ Herhangi bir hükümetin kendi varlığını anlamsız ilan etmesinin bir başka örneğini daha bulmak güçtür. Her halükârda bu, Sovyet ulusunun parçalanması anlamına gelir.” Bu, Moskova’nın kendi meşruiyetini başkasına devretmesi anlamına geliyordu.

Trajik olduğu kadar ironiktir de: Putin’in deyişiyle “sınırların fiktif, kararların merkezi” olduğu Sovyetler Birliği’nin bir devlet olarak sonunu getiren SBKP’nin bu kararı olmuştur ama çağdaş Rusya’nın birliğini kuran Lenin’i her fırsatta “tarihi Rusya”yı parçalamakla suçlayan Putin’in kapitalist restorasyonun yıkıntısı üzerinde yönetme yöntemi de, özerklik eğilimlerini bastırmaktaki tereddüt olmuştur.

Şimdi bir altüst oluş kaçınılmaz. Öncelikle bağımsızlık eğilimlerini bastıran bir altüst oluş yaşanacak, bu süreç adım adım, ama kararlılıkla işleyecektir. Sözkonusu olan sadece Vagner değil, Vagner benzeri herkes ve her şeydir ve bunlar özellikle yerel iktidar organlarında güçlüler.

Dünkü olaylar açık seçik gösterdi ki merkezi otorite astlar arasında koordinatör işleviyle yetinirse parçalanır; merkezi iktidar, astların bağımsız iradesini bastırıp kendisine bağımlı hale getirmek zorundadır.

[1] Bu olay Türkçeye (ve başka dillere de) “Roma’ya yürüyüş” diye çevrilir, Rusçaya ise “Roma’ya sefer” diye. Belki de İtalyancada “marcia” aynı zamanda bizdeki sefer anlamına geliyordur, bilmiyorum. Ama “sefer”, eylemin ruhunu daha iyi yansıtıyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version