DÜNYA BASINI

Kamusal kemer sıkma ve özel lüks çağı

Yayınlanma

Amerika’nın neoliberal Yeni Soğuk Savaşı’nın ülkenin eski endüstriyel ve buna bağlı ekonomik gücünü geri getirebileceğine dair hiçbir işaret yok. Ekonomi, günümüzün borç yükü ortadan kalkmadığı sürece toparlanamaz. Borç ödemeleri, konut maliyetleri, özelleştirilmiş sağlık hizmetleri, öğrenci harçları ve çöken altyapı, Amerikan ekonomisini tepetaklak etti. Ancak, neoliberalizmin ekonominin ve yaşam standartlarının tamamen finansal yollarla, borçlanma ve şirket tekellerinin rant elde etmesiyle gelişebileceğine dair inancının doğasında var olan sınıf savaşına alternatif sunacak çok az “gerçekçi ekonomi” yaklaşımı var. ABD ise üretimini geri dönülemez bir şekilde rekabet edemez hale getirdi.

Rantiye sınıfı, Amerika’nın neoliberal özelleştirme ve finansallaşmasını geri döndürülemez kılmaya çalıştı. Bunu öylesine başardı ki, aksini talep eden hiçbir parti ya da seçmen grubu kalmadı.


Kamusal kemer sıkma ve özel lüks çağı

Melinda Cooper ile neoliberalizmin yakın tarihi ve yeni kitabı Counterrevolution: Extravagance and Austerity in Public Finance (Karşıdevrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma) üzerine mülakat.

Daniel Steinmetz-Jenkins, Kate Yoon, The Nation

Son on yılda neoliberalizmin tarihi, David Harvey’in Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ndeki Marksist yorumundan Quinn Slobodian’ın neoliberalizmin Avrupa’nın yıkılan imparatorluklarının kalıntılarından doğduğunu savunan Küreselciler kitabına kadar büyük ilgi gördü. Daha pek çok kitap sıralanabilir, ancak en çok tartışılan ve son zamanlarda etkili olanlardan biri, Melinda Cooper’ın Family Values (Aile Değerleri, 2017) adlı kitabıdır. Bu eser, 1970’lerin neoliberal iktisadi söyleminin –kemer sıkma, mali sorumluluk ve enflasyonla mücadele tedbirleri talepleriyle– ahlaki kısıtlama, geleneksel aile değerleri ve Protestan çalışma etiği müjdesiyle dini sağ gibi sosyal muhafazakârlar tarafından nasıl benimsendiğini göstermeye çalışır. Cooper, bu benimsemeyi aynı dönemde ortaya çıkan kadın ve Black Power hareketleri gibi sol ilerici hareketlere bir tepki olarak görüyor ve sosyal muhafazakarların neoliberalizmin yükselişinde kayda değer bir rol oynadığını savunuyor.

Cooper’ın son kitabı Karşıdevrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma, Aile Değerleri’nin devamı olarak düşünülebilir. Kitap, 1980’’lerde neoliberalizme dönüşü, sol kamu maliyesi ajandasını kontrol altına almak amacıyla kamu maliyesinde –bütçe dengeleme, zenginler için vergi indirimleri, merkez bankası para politikası ve benzeri tedbirler yoluyla– bir tür karşı devrim olarak çerçeveliyor. Bu dönemi, “karşı devrim” olarak adlandırıyor, zira sadece Keynesyen refah devletinin değil, Keynesçiliğin kontrol altında tuttuğu sol sosyal güçlerin de altını oymaya çalışıyordu. Cooper’a göre Keynesçilik, hükümetin kamu hizmetlerini, sosyal yardımları ve ücretleri sübvanse etmesini sağladığı ölçüde, işçilerin daha yüksek ücret talep edebileceği ve politikacıların oy kazanmak için servetin yeniden dağıtılmasını isteyebileceği bir devrime açık kapı bıraktı. Başka bir deyişle, Cooper’a göre, “sosyal devletin kurumlarının aşağıdan ele geçirilmesi ve devlete bağımlı olanların yeni bir tür sosyal devrimin aracıları haline getirilmesi mümkündü”. Cooper, bu tür toplumsal devrimci güçlerin 1960’ların sonunda ABD’de ortaya çıkmaya başladığına inanıyor. Karşıdevrim, teknik ekonomik gerekçelerle uygulamaya konulan ancak yoksulları güçsüzleştirip zenginleri güçlendirmek gibi siyasi bir amaç güden “bütçe mekanizmalarını” uygulayarak bu güçleri engellemeyi amaçlamıştı. Cooper’a göre bu karşı devrimin üstesinden gelmenin tek yolu solun “para yaratma ve kamu harcaması sürecini kolektifleştirmesi”. Peki ama bunu nasıl başarabilir?

The Nation, Cooper ile karşı devrim, onun iktisadi pratiklerinin itici gücü olan politikalar, solun bu devrimin üstesinden gelmekte neden bu kadar zorlandığı ve gelecekte neler yapabileceği hakkında konuştu. Mülakatımız uzunluk ve anlaşılırlık açısından düzenlenmiştir.

***

Daniel Steinmetz-Jenkins: 1970’lerde kamu harcamalarında ve merkez bankası para politikasında ortaya çıkan “karşıdevrim” ile özellikle neyi kastettiğinizi anlatarak başlayalım.

Melinda Cooper: Benim temel argümanım Aile Değerleri’nde geliştirdiğim argümanla aynı. 1980’lerin başındaki neoliberal karşıdevrimin Keynesçiliğe karşı bir tepki olduğu fikrini sorguluyorum. Bunun yerine, 1960’ların sonu ve 70’lerin solcu toplumsal hareketlerine karşı bir tepki olarak görüyorum ki bu hareketler halihazırda var olan Keynesçiliğin bir tür içkin eleştirisiyle meşguldü.

Bu kitapta yeni olan, uzun neoliberal karşı devrimin mali ve parasal boyutlarına odaklanılması. Neoliberaller tarafından sol toplumsal isyanın vaatlerini dizginlemek, köreltmek ya da etkisiz hale getirmek için kullanılan çeşitli bütçe mekanizmalarının haritasını çıkarmaya çalışıyorum. Bu mekanizmalar arasında eyalet ve yerel yönetimler üzerindeki vergi ve harcama sınırlamaları, vergilendirmede oy çokluğu kuralları, federal düzeyde denk bütçe ideali, reel ücret enflasyonuna karşı merkez bankası tabusu ve varlık fiyatı enflasyonunun iyi niyetli bir şekilde ihmal edilmesi yer alıyor. Bunlar son derece teknokratik ve siyasi açıdan tarafsız araçlar gibi görünse de belirli toplumları haklarından mahrum etmek ve diğerlerini güçlendirmek için çok hedefli şekillerde kullanıldılar.

Benim temel argümanım, farklı çizgilerdeki neoliberallerin, bir yandan finansal varlık sahipleri için radikal bir harcama ve parasal savurganlık rejimi başlatırken, diğer yandan öncelikle ücret gelirine bağımlı olanlar için aşırı bir kamu harcaması kemer sıkma rejimi yaratmayı başardıkları. Denklemin sadece kemer sıkma tarafını görme eğilimindeyiz, dolayısıyla bunun tamamen devletin geri çekilmesiyle ilgili olduğu yanılsamasına kapılıyoruz. Fakat, finansal servetin devlet tarafından aktif olarak teşvik edildiği çeşitli yolları da anlamazsak, son on yıllarda meydana gelen aşırı servet yoğunlaşmasını izah etmek zor olur.

Kate Yoon: Karşıdevrim, 1970’lerde Keynesçiliğe karşı gerçek tepkinin iktisadi değil siyasi olduğunu öne sürüyor: “Kapitalist devletin karşı karşıya kaldığı şey, maliye ve para politikasına yönelik mutlak ekonomik sınırlar değil, kendi işleyiş biçimine yönelik siyasi sınırlardı,” diye yazıyorsunuz. Keynesyen devletin faydalanıcılarını beyaz erkek işçilerin ötesine genişletme talepleri nasıl bir karşı devrime yol açtı?

MC: Mali ve parasal politikanın iktisadi ve siyasi sınırları arasındaki farkta ısrar ediyorum, zira çok fazla insan 1970’lerde yeniden dağıtımın gerçek sınırlarıyla kolektif olarak karşılaştığımız fikrini kabul ediyor. Hâkim teşhis, ücret enflasyonu ve yeniden dağıtımcı kamu harcamalarının ekonomik felaket için bir reçete olduğuydu. Bu, yeni ortaya çıkan neoliberaller ve pek çok eski Keynesyen tarafından paylaşılan bir teşhisti. Tarihsel ve gelecekteki alternatiflerin karşı olgusal fikrini açık tutmak istiyorsak sorgulamamız gereken esas nokta budur. Durumun kapitalist devlet açısından facia olduğunu, ancak sol komünist bir alternatif için zorunlu olmadığını öne sürüyorum.

Muhafazakâr Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter, harcamaların iktisadi ve siyasi sınırları arasındaki bu ayrımı, devletlerin sosyal bütçelerini genişlettiği ve komünizmin hesaba katılması gereken gerçek bir güç olduğu I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya koymuştu. Schumpeter’e göre refah devletinin genişlemesinin gerçek sınırı, sürdürülemez kamu borcunun varsayımsal bir devrilme noktası değil, işçi sınıfının yükselen siyasi gücüydü.

1940’larda Michal Kalecki soldan benzer bir noktaya değinmiş ve aynı zamanda 1970’lerde Keynesyen refah devletine karşı neoliberal tepkiyi öngörmüştü. Kalecki tam istihdam tehlikesinden bahsediyordu. Ancak 1970’lerin ortasındaki durgunlukta daha kötü bir şey oldu: İşsizlik yardımlarının yaygınlığı sayesinde işsizlerin sayısı, ücretler üzerinde belirgin bir disiplin etkisi olmaksızın arttı. Kalecki, refah devletinin genişlemesinin çalışma ahlâkının altını oyduğu anda hem sanayicilerin hem de finansal varlık sahiplerinin Keynesyen uzlaşıdan desteklerini çekeceklerini öngörmüştü. Arz yanlısı iktisatçı Martin Feldstein da 1970’lerin ortalarında temelde aynı durum teşhisini dile getirmişti, bu yüzden ona “Usta Sınıfının Kalecki’si” diyorum.

Tüm bunlar Keynesyen sermaye ve emek arasındaki arabuluculuk projesinin siyasi sınırlarının oldukça somut örnekleri. Fakat Kalecki, emek ve sermaye arasındaki anlık çatışmadan daha derine inmiyor, bu nedenle Keynesyen uzlaşının örgütlenmesinde aile ve ulusun oynadığı hayati rolü anlayamıyor. Yurttaşlığına ve kadın emeğine getirilen sınırlamalar, Keynesçiliğin devlet harcamalarının genişlemesini kısıtlayabilmesinin ve milli gelirdeki emek payını kontrol altında tutabilmesinin iki yoludur. Kalecki’nin teşhisinin genişletilmesi gerekiyor: 1970’ler yalnızca resmi ücretin değil, sosyal ücretin de enflasyonuna tanık oldu ve her iki hareket de Fordizmin marjinal işçileri –kadınlar, Afrikalı Amerikalılar ve diğer ırksal azınlıklar– ve Fordist işçi sınıfı tarafından desteklendi.

DSJ: Genelde bu karşı devrimin temelde kaçınılmaz olduğu varsayılır. Siz buna katılmıyorsunuz. O dönemde hangi uygulanabilir alternatif yollar mevcuttu?

MC: Karşı devrim ancak zenginliğin kolektifleştirilmesinin katı iktisadi sınırları olduğu önermesini kabul edersek kaçınılmazdır. Bu iktisadi “doğa kanunları” komünizmi sadece tehlikeli değil, aynı zamanda imkânsız kılıyor. Farklı çizgilerdeki iktisatçıların bu yasalar için farklı kelimeleri var. Neoliberaller arasında bu, gerçek ücret enflasyonunun iktisadi açıdan felaket olduğu ve hızlandırıcı olmayan işsizlik enflasyon oranı (NAIRU) olarak adlandırılan kasıtlı işsizlik yaratma yoluyla dizginlenmesi gerektiği fikridir. Keynesyenler arasında ise, milli gelirin sermaye ile emek arasında kâr artışından ödün vermeden paylaşılması gerektiği ve bunun da ancak milli hasıladaki sürekli büyüme ile sağlanabileceği fikri hâkim.

Her iki akım da servetin kolektifleştirilmesine bir sınır koyuyor: Kârlara oranla ücretlerde herhangi bir artış ya da finansal varlıkların değerini tehlikeye atan herhangi bir toplumsal servet yeniden dağıtımı gördüklerinde endişelenirler. Keynesyenlerin bu konuda daha esnek oldukları aşikâr ama bu esneklik milli hasıladaki sürekli büyümeyi sürdürebildikleri sürece geçerlidir. Büyümenin temelleri atıldığında ya da milli gelirdeki emek payı sermaye payından daha hızlı büyüdüğünde, sendikaların ve patronların ücret ve fiyat kontrolleri yoluyla kemer sıkmayı paylaşmayı kabul ettikleri korporatist stratejilere başvururlar.

Eğer bir komünist ekonomi örgütlenmesinin nasıl görüneceğini tahayyül etmeye başlamak istiyorsanız, ilk olarak neoliberal ve Keynesyen iktisatçılar tarafından farklı şekillerde dile getirilen servetin kolektifleştirilmesinin teknik sınırlarını anlamanız gerekir. Bu, iktisadi belirsizliğin, doğal kaynak kıtlığının veya zorunlu işlerin sıkıcılığının tamamen ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Fakat ortadan kaldırılacak olan şey, günümüzde şirketlerin kârlarını veya özel serveti desteklemek için kullanılan kolektif kaynakların büyük ölçüde israf edilmesidir.

Bu durumda, iktisadi bir alternatif yaratmanın sadece teknik bir mesele olamayacağı bariz. Kolektif bir servet örgütlenmesinin nasıl görüneceğine dair mükemmel bir taslağımız olabilir ama bunu hayata geçirecek siyasi kaynaklara sahip olmayabiliriz.

Kalecki’nin (ve Schumpeter’in) sosyal devlet içinde ve ona karşı bir devrim vizyonunu gerçekleştirmeye en çok, 1970’lerin başında meydana gelen emek hareketleri ve toplumsal militanlığın birleşmesi yaklaşmıştı. En azından kısa bir süre için, kârların ve mali getirilerin, ücretlerin ve sosyal hakların genişlemesi karşısında gerçek bir tehdit altında olduğu bir durum yaşanmıştı. Bu noktaya vurgu yapıyorum, zira aksi takdirde solun yaşadığı yenilgilerin tarihini değerlendirmek için önemli olan karşı olguları gözden kaçırmış oluruz.

Ancak sermaye perspektifinden bakıldığında, bu durum bile gerçek bir sosyal devrimden oldukça uzaktır. Dolayısıyla, eğer devrim için başlangıç koşulları mevcutsa, olayların neden daha ileri gitmediğini anlamak önemlidir. Anlatımımda, işçilerin özel sektör, kamu sektörü ve sosyal yardımlardan faydalananlar arasında bölünmesinin bu dönemde sol için ölümcül olduğunu öne sürüyorum.

Ayrıca, soldaki çok az kişinin refah devleti ve kamu sektörü militanlığının devrimci bir toplumsal değişim stratejisine nasıl uyarlanabileceği konusunda net bir fikre sahip olduğunu da belirtmek gerekir. Bunun istisnaları arasında Nikos Poulantzas ve anarko-komünist Londra/Edinburgh Weekend Return Group gibi, geç dönem Keynesyen sosyal devlete karşı “içinde ve ona karşı” çalışma ihtimallerini araştıran insanlar sayılabilir. Siyaset teorisyeni ve tarihçi Katrina Forrester da bu konuda bir kitap üzerinde çalışıyor ve o dönemde İngiliz feministlerin kaynakların yeniden dağıtımını, genelde beraberinde gelen disiplin olmadan nasıl talep ettiklerini açıkça anlatıyor.

KY: Sizin anlatımınıza göre, muhafazakârlar —yani arz yanlısı iktisatçılar ve Virginia Okulu neoliberalleri— kamu harcamaları konusunda görünürde farklı görüşlere sahip olmalarına rağmen bu karşı devrimde birleşiyorlar. Kitabınızın alt başlığında “Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma” olarak vurgulanan bu potansiyel gerilimin ne anlama geldiğini ve iki taraf arasındaki yakınlaşmanın nasıl gerçekleştiğini izah edebilir misiniz?

MC: Virginia Okulu neoliberalizmi, özellikle James M. Buchanan’ın anayasa felsefesinde ortaya konduğu şekliyle, kemer sıkma politikalarının yerel, eyalet ve federal olmak üzere devletin tüm düzeylerinde uygulanması için ayrıntılı bir teorik gerekçe ve politika planı sunuyor. Buchanan’ın eserleri, devlet teorisi alanında bir başyapıttır ve devlet politikalarının şekillenmesinde Keynesçilik kadar etkili olmuştur. Yine de Buchanan’ın (ve öğrencilerinin) etkisi genellikle gözden kaçmıştır. Buchanan’ın, Güneyli Demokrat geleneğinden gelen kaynaklarına yakından bakmak, neoliberal bütçe politikalarının neden özellikle ırksal azınlıkları hedef aldığını anlamayı kolaylaştırır. Yerel vergi ve harcama limitlerinin veya federal Denk Bütçe Değişikliği’nin ırksal politikalarını anlamak için açık ırkçılık veya bilimsel ırkçılık teorilerinin ötesine geçmemiz gerekiyor. Cumhuriyetçi stratejist Lee Atwater’ın gözlemlediği üzere, sözüm ona tarafsız bütçe ve parasal mekanizmalar, ırk ayrımcılığı rolünü açık ırkçılıktan çok daha etkili bir şekilde oynayabilir.

Virginia Okulu neoliberalleri bütçe açıkları ve borç finansmanının kendi başına tehlikeli olduğuna inanırken, arz yanlısı iktisatçılar Cumhuriyetçi Hazine çevreleri ve tahvil piyasaları dünyasına daha yakın bir duruş sergileyerek 1980’lerde doların üstlendiği yeni küresel hegemonya biçimine uyum sağladılar. Robert Mundell, ABD’nin küresel bir tahvil ihraççısı olabileceğini ve düşük enflasyonu garanti ettiği sürece sürekli bir ticaret açığı verebileceğini fark eden ilk kişiydi. Bu durum, ABD hükümetinin finansal varlık sahiplerine (örneğin, sermaye kazançları vergisi avantajları şeklinde) teşvikler için savurganca harcama yapabileceği ve küresel tahvil piyasaları tarafından cezalandırılmayacağı gibi kışkırtıcı bir olasılığın önünü açtı. Fakat 1978’de yaşanan dolardan kaçış, hükümet çok fazla harcama yaparsa veya ücretlerin çok hızlı artmasına izin verirse küresel yatırımcıların dolardan kaçacağını gösterdi.

Arz yanlısı iktisatçılar, finansal varlık sahiplerine yönelik cömert kamu harcamalarından yanaydı ama söz konusu işçiler veya sosyal yardımlardan faydalananlar olduğunda kemer sıkma politikalarını savunuyorlardı. Bu bağlamda, savurganlık ekonomileri, temel konularda ciddi anlaşmazlıklar yaşamalarına rağmen Virginia Okulu neoliberalleri ile örtüşüyordu.

KY: Bu yakınlaşma, kısmen sabit sermaye varlıkları için hızlandırılmış amortisman programları gibi görünürde oldukça teknik araçlar aracılığıyla gerçekleşiyor. Hızlandırılmış amortisman programlarının arz yanlılarının savurganlığını nasıl örneklediğini açıklayabilir misiniz?

MC: Sermaye kazançlarının vergi kanunu aracılığıyla teşvik edildiği çeşitli yöntemleri ele almaya çalışıyorum. “Sermaye kazancı,” varlıkların değer kazanmasından elde edilen kazançlar için kullanılan bir vergi muhasebesi terimidir. Varlık fiyatlarının artışı yoluyla servet kazancını teşvik etmenin en bariz yolu sermaye kazancı vergisi avantajlarının kullanılmasıdır. Sermaye kazançları vergisinin azaltılması, 1970’lerin ortalarından günümüze kadar arz yanlı iktisadi düşüncenin temel direklerinden biri olmuştur.

Ancak aynı amacı taşıyan ve farklı isimlerle anılan başka vergi avantajları da vardır. Özel sermaye fonları, risk sermayesi ve serbest yatırım fonları gibi özel yatırım dünyasında, taşınan faiz muafiyeti, genel ortakların herhangi bir yatırımdan elde ettikleri getirilerin yaklaşık yüzde 20’sini emek geliri yerine sermaye geliri olarak talep etmelerine olanak tanır. Böylece, (genelde zaten) son derece yüksek olan yatırım getirileri, çok daha düşük olan sermaye kazancı oranında vergilendirilir.

Sermaye kazancı vergisi avantajına eşdeğer olarak işleyen bir başka vergi mekanizması da hızlandırılmış amortisman programıdır. Amortisman programları, başta sanayicilerin bina, makine ve ekipman gibi sabit sermaye varlıklarına uzun vadeli yatırım yapmalarını teşvik etmek amacıyla tasarlanmıştır. Klasik amortisman programı, “düz bir çizgi” şeklinde düzenlenmişti; yani, belirli bir yatırım için talep edilebilecek vergi indirimleri varlığın varsayılan ömrüne yayılmıştı. Sanayi üretimi için gerekli fiziksel varlıklar oldukları göz önüne alındığında, vergi kanunu bu varlıkların zamanla yıpranma ve değer kaybetme eğiliminde olduğunu ve eninde sonunda yenilenmeleri gerektiğini kabul ediyordu. Arz yanlıları, 1970’lerde sanayi kapitalistlerinin azalan yatırım oranlarını teşhis ettiklerinde, hızlandırılmış amortisman programlarının uygulanmasını önerdiler. Eğer kapitalistler bir yatırımın maliyetini daha erken silebilirlerse, riskten kaçınma eğiliminden kurtulabilecekleri ve yeniden inovasyona teşvik edilebilecekleri düşünülüyordu. Peşin bir vergi ertelemesi, uzun yıllara yayılan bir ertelemeden daha kıymetlidir, zira başlangıçta daha fazla yatırımı finanse etmek için kullanılabilir.

Sanayiciler işlerini her zamanki gibi sürdürmeyi planlasalardı, tüm bunlar mantıklı olabilirdi. Fakat Ronald Reagan, 1980’lerin başında hızlandırılmış amortisman programlarını uygulamaya koyduğunda, bu programlar öncelikle Donald Trump gibi gayrimenkule üretim faktörü yerine finansal bir varlık olarak yatırım yapan müteahhitler tarafından kullanıldı. Endüstriyel birikim rejiminde, ticari gayrimenkulün değeri büyük ölçüde içindeki üretim birimlerine bağlı olarak belirleniyordu ve fiziksel varlıklar olarak zamanla değer kaybediyordu. Buna karşın, 1980’lerin New York’unda bir otel ya da ofis binasının değeri üretimden çok piyasa değerlemesine dayanıyordu ve yıkılmaya yüz tutmuş bir bina bile her geçen yıl değer kazanabiliyordu. Bu durum, bir müteahhidin bir mülkü tamamen krediyle satın alıp, mülkün değeri amortismana tabi tutulmazken bile yatırım için peşin amortisman ödeneği talep edebileceği bir yapı yarattı. Bir müteahhit, birkaç yıl boyunca ipotek faizi ve amortisman üzerinden vergi indirimi talep edebilir ve ardından mülkü olağanüstü bir kârla satabilirdi. Bu kâr da düşük sermaye kazancı vergisi oranıyla vergilendirilirdi.

Donald Trump, hızlandırılmış amortisman konusunda oldukça uzmandı.

DSJ: Tüm bunlarda 1970’lerin dini sağının rolü nedir? Özellikle de bir önceki kitabınız Aile Değerleri bu konuda oldukça önemli bir rol oynamış gibi görünüyor.

MC: Yeni kitabımın son bölümü, dindar aşırı sağın üreme politikaları ile kamu borcu arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Görünen o ki bu, Cumhuriyetçi sağın mali ve parasal politikalarında giderek daha önemli hale gelen ama sol analistler tarafından neredeyse tamamen görmezden gelinen bir unsur. 2010’larda Çay Partisi’nin en güçlü olduğu dönemde, Cumhuriyetçi Kongre üyeleri borç tavanının artırılmasına karşı çıkmalarını defalarca doğmamış çocukları savunma çabası olarak açıkladılar. Dini öğretilerle yoğrulmamış biri için bu, ilk başta anlaması zor bir durumdu; bütçe kararlarının gerçekten Hristiyan milenyarizmi ile motive olabileceğini söylemek güçtü.

Fakat dindar muhafazakârlar, uzun zamandır kürtaj ve kamu borcu konularını birbirinden ayrılamaz olarak görüyor ve bu bakış açısı, mali engelleme politikalarını anlamanın anahtarı. 1970’lerden itibaren Katolik ve Evanjelik muhafazakârlar, dalgalı döviz kuru sistemine geçilmesini, kürtajın yasallaşmasını ve ABD’nin artan kamu borcunu ulusal çöküşün birbiriyle ilişkili semptomları olarak görmeye başladılar. Dindar muhafazakârlar, ekonomik hayatın cinsel bilinçdışına doğrudan bağlı olduğuna inanırlar. Bu nedenle, daha ana akım neoliberaller refah harcamalarının artması ve ücretlerin enflasyona yol açmasından endişe ederken; daha ana akım muhafazakârlar ailenin çöküşü ve sosyal yardımlardan faydalanan evlenmemiş kadınların artışından şikâyet ederken, dindar muhafazakârlar meseleyi doğrudan cinsel kontrol kaybına –erkeklerin kadınlar üzerindeki kontrolünü yitirmesine– bağlarlar. Onlara göre, ülkenin mali ve parasal geleceği, kadınların fetüslerin gelecekteki yaşamına tabi kılınmasına dayanır. Bu nedenle, kamu borçlanmasına getirilen sınırlamaları kürtajı sınırlamanın bir yolu olarak görmeye başladılar ve bunun tersi de geçerli oldu.

Kitap boyunca ama özellikle bu bölümde göstermeye çalıştığım şey, kemer sıkma politikalarının genellikle düşündüğümüz ekmek ve tereyağı meselelerinin çok ötesine geçtiğidir. Roe v. Wade’e karşı mücadelede yargısal bir başarı elde etmeden çok önce, dindar muhafazakârlar kadınların kürtaj ve doğum kontrolüne erişimini mali yollarla sınırlamaya çalıştılar.

DSJ: Karşıdevrim ile Donald Trump’ın yükselişi arasında nasıl bir ilişki var? Örneğin, Trump’ın “neoliberalizmin kalıntıları” arasından çıktığını söyleyen Wendy Brown’ın görüşüne katılıyor musunuz? Yoksa karşıdevrimin kendisinde, doğası gereği “Önce Amerika” milliyetçiliği ile uyumlu bir şey mi var?

MC: Arz yanlı ekonominin uzun tarihine odaklanmam, Donald Trump’ın neoliberal olmadığı görüşünü savunmayı zorlaştırıyor. Trump’ın 2017 vergi yasası, pek çok yönden Reagan’ın 1981’deki gelir vergisi reformlarının bilinçli bir yeniden canlandırmasıydı ama emlak sektörüne çok daha cömert teşvikler içeriyordu.

Bunu söyledikten sonra, liberalizmin asla tek başına var olmadığını düşünüyorum; her zaman bir tür muhafazakarlıkla ittifak içinde bulunmuştur. Bu ittifak, Bill Clinton’ın Üçüncü Yol Demokratlığı’ndaki komüniteryen/neoliberal birliktelik ya da George W. Bush’un neo-muhafazakâr neoliberalizmi olabilir.

Bugün Cumhuriyetçi Parti’de neoliberal/paleomuhafazakâr bir ittifak görünüyor ve bu da kendi içinde karmaşıklıklar barındırıyor. Paleomuhafazakârlığın beyaz üstünlükçü ve teokratik aşırı sağla açık bağlantıları var; kendilerini, fazla laik, fazla liberal, fazla enternasyonalist ve fazla Yahudi olarak gördükleri neo-muhafazakârlara karşı tanımlarlar.

Fakat, paleomuhafazakârların yaptığı ekonomik ittifaklar çeşitlilik gösterir. Bir yandan, paleomuhafazakârlar sıklıkla Ludwig von Mises’in Avusturya Okulu neoliberalizminden etkilenen Murray Rothbard gibi radikal liberterlerle bir araya gelmiştir. Liberteryenler, enternasyonalist olmadan serbest ticareti savunurlar. Güney ayrılıkçılığına duydukları nostalji nedeniyle merkezi federal otoriteye karşıdırlar. Fed ve İç Gelir Servisi’nin kaldırılmasını isterler. Ancak hükümet içinde, Fed’in zenginler adına çalışmasını sağlayacak yollar da bulurlar (örneğin, eski Ayn Rand hayranı Alan Greenspan).

Öte yandan, Pat Buchanan gibi birini de liberteryen yerine neo-Hamiltoncu bir ekonomik milliyetçi olarak görebiliriz. “Önce Amerika” sloganını doğrudan ondan almıştır. Bu, neoliberal serbest ticaret pozisyonundan oldukça farklı ve pek çok kişi bu konuda heyecanlı görünüyor. Solun bazı kesimlerinde bile korumacılık ve merkantilizmin işçiler için daha iyi koşullar sağladığı yönünde yaygın bir varsayım var. Fakat bu, hiçbir zaman Pat Buchanan’ın “Önce Amerika” gündeminin bir parçası olmadı; burada gümrük vergileri ve katı sınır politikaları işçileri korumanın bir yolu olarak sunulurken, diğer yandan son derece gerici bir vergi sistemi teşvik ediliyordu. American Compass ve American Affairs’i, neoliberalizm karşıtı paleomuhafazakârlığın çağdaş temsilcileri olarak görüyorum. Şu anda yapılandırıldığı haliyle küresel para sisteminin ABD’yi net ithalatçı konumuna kilitlediği düşünüldüğünde, bu durum biraz karışık bir pozisyon oluşturuyor.

Çağdaş Cumhuriyetçi Parti’nin tüm bu akımlardan beslendiğini söyleyebilirim ve Trump, bunları diğerlerinden daha rastgele bir şekilde bir araya getiriyor. İlk seçim kampanyasında Trump, Pat Buchanan veya Steve Bannon’ın savunduğu türden paleomuhafazakâr korumacı politikaları benimsemiş gibi görünüyordu ve Çin ile ticaret konusunda bu politikaları uyguladı.

JD Vance de anti-neoliberal korumacı bir duruş sergiliyor gibi görünse de ultra-liberteryen Peter Thiel tarafından finanse edilen birkaç Cumhuriyetçi sağ operatörden biri. Bu insanları bir araya getiren şey, aşırı sağcı paleomuhafazakarlığa olan bağlılıkları ve özel yatırım dünyasıyla olan derin bağlantıları. Bu, bazen daha ilerici bir şirket karşıtı gündem kisvesine bürünen, son derece patrimonyal, otarşik ve atavistik bir bakış açısının temelini oluşturuyor.

DSJ: Peki ya Biden yönetimi?

MC: Bildiğiniz gibi, Biden, Trump’ın Çin ithalatına getirdiği gümrük vergilerinin neredeyse tamamını korudu ve kendi vergilerini de ekledi. Fakat bu adımı, açık bir sanayi politikasıyla da birleştirdi. Pratikte bu politikalar daha az iddialı olsa da kavramsal olarak Demokratların sol kanadı ve adil bir yeşil enerjiye geçiş vizyonu tarafından bir ölçüde şekillendirildiği görülüyor. Bunu kayda değer bir siyasi değişim olarak değerlendiriyorum. Solun karşılaştığı asıl zorluk ise bu politikaların aşağıdan gelen toplumsal hareketlerin baskısı veya içeriden gelen heterodoks politika uzmanlarının etkisi kadar, yaklaşan jeopolitik gerilimlerden de kaynaklanıyor olmasıdır. Bazı açılardan, bu durum, Soğuk Savaş döneminde Demokratlar tarafından uygulanan ve sanayi politikasının hedeflenen vergi harcamaları yoluyla yürütüldüğü, solun kendi mali hedefleri ile güvenlik devletinin çıkarları arasında sıkıştığı bir tür “arz yönlü liberalizme” geri dönüş gibi görünüyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version