DÜNYA BASINI

Kapitalizm küçülmeyi neden sever?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale Compact dergisinde 7 Mart 2023 tarihinde yayınlandı. Japon filozof Kōhei Saitō’nun tartışma yaratan kitabı üzerine yapılan bu polemiğin önemi şurada: Egemen sınıfların yeni yönelimleri arasında yer alan ‘küçük güzeldir’ tezine soldan destek vermeyi amaçlayan ve iktisadi büyümeyi hedef tahtasına oturtan, üstelik bunu Marx’ın adını karıştırarak yapan birine marksizmin temel ilkelerini hatırlatmanın büyük faydası var. Elbette Saito ile polemik, sınıf mücadelelerini bir kenara bırakarak çatışmayı başka yerlerde arayan kafası karışmışlara yönelik de bir uyarıdır. Mesaj açık olmalı: Tarihsel materyalizmin çağrısı, gezegen ile kapitalizm (veya doğa ile insan) arasındaki mücadeleye değil, işçiler ile kapitalistler arasındaki mücadeleye doğrudur. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Kapitalizm küçülmeyi neden sever?

Justin Aukema
7 Mart 2023

Bir zamanlar neo-Malthusçu elitlerin ve münzevi çevrecilerin rüyası olan [iktisadi] “küçülme” [degrowth] (*) kavramı, son zamanlarda bazı Marksistler de dahil olmak üzere soldaki pek çok kişi tarafından benimsendi. Bu kaşların çatılmasına neden olmalıdır: Marksizm genel olarak, geniş çapta paylaşılan bir bolluk yaratmak için üretici güçleri tamamen geliştirmeyi amaçlayan “Prometheusçu” bir siyasi felsefe olarak anlaşılmıştır. Bu beklenmedik yakınlaşma nasıl gerçekleşti? Saitō Kōhei’nin yeni kitabı Marx in the Anthropocene: Towards the Idea of Degrowth Communism [Antroposen’de Marx: Küçülme Komünizmi Fikrine Doğru], bazı değerli ipuçları sunuyor. Kitabın orijinal 2020 baskısı Japonya’da büyük bir başarı elde etti ve İngilizce ilk baskısı şimdiden ses getirmeye başladı.

Saitō’nun temel önermesi yeterince basit: “Büyüme1ye yönelik kapitalist dürtü gezegeni yok ediyor, öyleyse insanlık iklim krizinden sağ çıkmak istiyorsa, onun “küçülme komünizmi” diye adlandırdığı şeye hızla uyum sağlamalıyız. Yazarın “küçülme kapitalizmle bağdaşmaz ve esasen anti-kapitalist bir projedir” şeklindeki sonucunun, sosyalist fikirlere sıcak bakan ve yaklaşan iklim felaketine dair uyarılara boğulan genç nesilde yankı bulacağı kesin.

Fakat Saitō’nun mevcut siyasi çıkmazlarımızın ötesinde bir yol önerme iddiası en az iki açıdan yanıltıcıdır. Birincisi, kapitalizmin amacı “büyüme” değil, değer yaratma ve sermaye birikimidir ve sermaye bu süreci gerçekleştirmek için hem genişlemeye hem de daralmaya ihtiyaç duyar. Önceki otuz yıllık iktisadi durgunluk, kemer sıkma ve krizin de gösterdiği gibi, küçülme zaten iktisadi paradigmamızın ayrılmaz bir parçasıdır, ötesine geçmenin bir aracı değil.

İkinci olarak, Saitō’nun “komünizm” kavramsallaştırması Marx’ın sınıf mücadelesi anlayışını tamamen bir kenara atmakta ve daha da şaşırtıcı olanı, işçi sınıfına neredeyse hiçbir rol vermemektedir. Çünkü ona göre asıl mücadele işçiler ile kapitalistler arasında değil, kapitalizm ile gezegen arasındadır. Ama Saitō, değişimin öznesi olarak devrimci bir işçi sınıfı kavramını terk ederek, bugün sahip olduğumuz şeye çok benzeyen bir şeyi zımnen onaylamış oluyor: kapitalist sınıfla çatışmak yerine onun tarafından kucaklanan, elitlerin önderliğindeki bir yeşil hareket.

Saitō ve küçülme savunucuları kapitalizmin amacının büyüme olduğunu kabul etmektedir. Ama ana akım ekonomistler arasında, sürekli büyümenin sadece mümkün değil aynı zamanda arzu edilir olduğu fikri yalnızca 1950’lere kadar geri götürülüyor. Kendisi de önde gelen bir küçülme savunucusu olan Matthias Schmelzer, 2016 tarihli The Hegemony of Growth [Büyümenin Hegemonyası] adlı kitabında bunu açıkça ortaya koymaktadır. Schmelzer’in de kabul ettiği gibi, iktisatçılar kapitalizmin patlama ve çöküş, genişleme ve daralma, büyüme ve küçülme gibi konjonktürel dönemlerden geçtiğini uzun zamandır biliyordu. Belki de daha önemlisi, büyüme ideolojisine sözde hizmet etmelerine rağmen, bugün yönetici sınıfın çoğu, son 30 ila 40 yılın iktisadi gerçekliğini tanımlayan küçülme ve kemer sıkma politikalarını zımnen kabul etmektedir.

Marksizm bu bariz çelişkiyi anlamlandırmanın bir yolunu sunar. Bu görüşün taraftarları tipik olarak kapitalizmin amacının büyüme değil, değer yaratma ve sermaye birikimi olduğunu savunmuşlardır. Bu kavramlar kolayca karıştırılabilir, fakat aynı değildirler. “Büyüme”, toplam veya bütün toplumsal üründe ve bunun piyasa değerinde kronolojik bir artıştır. Buna karşılık “değer yaratma”, üretim sürecinden elde edilebilecek artı değerin artmasıdır. Bu, artı değer oranı ya da işçiler tarafından yaratılan toplam değerden ücret olarak ellerinde tuttukları miktarın çıkarılmasıyla hesaplanır. İş gününün uzunluğu, üretkenlik oranı, emeğin militanlığı ve benzeri faktörlerle orantılı olarak değişir.

Tüm bunların anlamı, artı değer oranı yüksekken “büyümenin” düşük kalabileceğidir.

Son yıllarda gelişmiş ekonomilerin durumu da tam olarak budur: “daimi durgunluk” ile birlikte yüksek kârlar ve sermaye sahipleri için artan zenginlik.

Marksizmin burada ilgilendiği diğer kavram sermaye birikimidir ve bu da sıklıkla büyüme ile karıştırılmaktadır. Sermaye birikimi, sürekli artı değer ilavelerinden kaynaklanır. Fakat paradoksal bir şekilde zaman zaman eksilmeler de gerektirir. Bu nasıl işler? Marx ve Rosa Luxemburg da dahil olmak üzere diğerlerinin gösterdiği gibi, kapitalizmin değer arayışı onu tüketebileceğinden daha fazla artı yaratmaya yönlendirir. Dolayısıyla sermaye birikimi talep hızını aştığında, sermaye kendi değer kaybıyla [devalüasyon] tehdit edilir. Bir bakımdan, iktisadi açıdan bu çok açıktır. Bir şeyden çok fazla üretilirse, değeri düşecektir.

Böylece sermaye, biriken fazla kısımla kendini imha etme yoluyla başa çıkar. Paradoksal olarak, birikimin devam edebilmesi ve değerinin korunabilmesi için kendisini küçültmesi gerekir. Bu da lüks tüketim, savaş, militarizm, kemer sıkma ve –tahmin ettiğiniz gibi– küçülme gibi çeşitli yollarla gerçekleşmektedir. Başka bir deyişle, küçülme, aşırı birikim ile baş etmede kapitalizmin kendi yöntemidir. Kapitalist üretim tarzının aşılmasını değil, tenkisatını temsil eder.

Daha 1930’larda Japon ekonomist Kawakami Hajime bu konuyu açıklamak için basit bir analoji geliştirmişti. Kapitalizm bir balona benzer, diyordu. Balona gitgide daha fazla hava üflenir. Bu, sermaye birikimine benzer. Ama nihayetinde, balonun doğal sınırlarına ulaşılır. Balon dolmuştur ve daha fazla şişirilemez. Bu noktada, iki şeyden biri olmalıdır: Ya balon patlamalı, kapitalist toplumsal ilişkilerin sonunu belirtmelidir, ya da hava bilinçli bir şekilde balonun dışına salınmalıdır. Sermaye birikiminin devam edebilmesi için sermaye yok edilmelidir. Marx okurları bunu zaten Grundrisse’den, “Sermayenin büyük bir kısmının şiddetle yok edilmesinin onu, intihar etmeden üretici güçlerini tam olarak kullanabileceği [bir noktaya] geri götürdüğünü” belirttiği yerden bilir.

Saitō’nun Antroposen’de Marx’ın merkezinde yer alan, küçülmenin kapitalizme karşıt olduğu iddiası, Marx’ın “üretici güçler” kavramını “büyüme” ile karıştırmasına dayanıyor. Saitō “üretici güçleri” dar anlamda teknoloji, makine ve artan üretimle bir tuttuğu için, bunların daha da geliştirilmesinin insanın özgürleşmesine değil, tam tersine tekno-kapitalistlerin elinde giderek daha fazla boyun eğmemize yol açacağını varsayıyor. Saitō ayrıca, filozofun 1860’’ara kadar olan yazılarını kategorize ettiği “erken dönem” Marx ile “geç dönem” Marx arasında yeni bir ayrım ileri sürmektedir. İlkinin, teknolojik ilerlemelerin kapitalizmin sonunu getireceğine safça inanan bir “Promotheusçu” ve “prodüktivist” olduğunu kabul ediyor. Ama onun anlatımına göre Marx sonradan bu kanaatinden vazgeçti. Saitō, Marx’ın son yıllarında “ekososyalizm” ve “küçülme komünizmi”nin savunucusu haline geldiği iddiasını desteklemek için daha önce yayınlanmamış mektup ve defterlere yaslanıyor.

Ayrıca Saitō, sonraki Marx’ın Batılı kapitalist kalkınma modelinden uzaklaşarak, “insanların çevreleriyle daha sürdürülebilir bir etkileşim biçimine” sahip olan “Batılı olmayan ve kapitalist olmayan toplumlara” yöneldiğini iddia etmektedir. Bu süreçte Marx’ın, toplumların sosyalizme varmak için kapitalist üretim tarzından geçmesi gerektiği fikrini bir kenara attığını söylüyor. Saitō’ya göre Marx, daha ziyade, “kapitalist modernleşmenin yıkıcı sürecinden geçmeden” kapitalizm öncesinden doğrudan sosyalizme geçme olasılığını kabul etmiştir (195). Saitō, işte bu dönüşümün Marx’ı bir “küçülme komünisti” yaptığı sonucuna varıyor.

Saitō’nun iddiaları dikkat çekicidir, çünkü Marx’in terk ettiğini iddia ettiği fikirler, çoğu açıklamaya göre, 19. yüzyılda komünist filozof tarafından öncülük edilen tarihsel materyalizm teorisinin temelini oluşturmaktadır. Arkadaşı ve çalışma arkadaşı Friedrich Engels’e göre, üretici güçlerin gelişmesinin gerekliliği, artı değer teorisi ile birlikte Marx’ın en büyük keşfiydi. Bu, tarihsel materyalizmin terk edilmesi gerektiğini kolayca kabul eden Saitō için bir engel değildir. Ama okuyucularını tüm bunlara ikna etme çabası, “üretici güçler” kavramının hatalı bir açıklamasına dayanmaktadır.

Marx’ın tarihsel materyalizm teorisi, “üretici güçlerin” nasıl kaçınılmaz olarak hakim “toplumsal ilişkilerle” çatışmaya girdiğini, bunun da sınıf çatışmasına ve mücadelesine yol açtığını ve nihayetinde eski toplumsal düzenin yıkılıp yerine yenisinin kurulduğunu açıklar. Gelgelelim Marx, “üretici güçler” derken sadece teknolojik gelişmeyi ve iktisadi büyümeyi değil, işçilerin emek gücünü ve işçi sınıfının gelişimini de kastediyordu.

Tarihsel materyalizmin bir sınıf mücadelesi teorisi olmasının nedeni budur. Kapitalist üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler –yani ücretli emek– dünya çapında yayıldıkça, işçi sınıfını yaratır, büyütür ve onun sömürülmesine ve mülksüzleştirilmesine yol açar. Kapitalizmin bu temel çelişkisi, işçi sınıfını kaçınılmaz olarak emek gücünü satın alanlar ve sermayeyi tekelleştirenler (kapitalist sınıf) ile karşı karşıya getirmektedir. Post-kapitalist bir topluma geçiş ancak işçiler ve kapitalistler arasında sürdürülen ve yoğunlaşan mücadele sayesinde başarılabilir. Bu nedenle “üretici güçlerin” gelişmesi nihayetinde kapitalizmin ölüm çanını çalmaktadır. Tekrar, bu sadece daha ileri teknoloji anlamına gelmiyor, daha ziyade işçilerin artan gücü ve sınıf bilinci anlamına geliyor. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da kapitalizmin “kendi mezar kazıcılarını” ürettiğini yazmalarının nedeni budur.

Marx’ın kapitalizm ötesi[ne yönelik] harekette işçi sınıfına biçtiği öncü rol düşünüldüğünde, bu sınıfın Saitō’nun “gerçek” mücadeleyi kapitalizm ile gezegen arasındaki mücadele olarak ortaya koyan küçülme komünizmi teorisinde hiçbir şekilde yer almaması dikkat çekicidir. Öyleyse küçülme için harekete kim öncülük edecektir? Saitō, kitabının Japonca baskısına yazdığı sonsözde, dünya nüfusunun sadece yüzde 3,5’inin eşgüdüm içinde hareket etmesinin, hedeflediği küçülme komünizmini uygulamaya başlamak için yeterli olacağını öne sürüyor. Ayrıca bu hareketin işçi sınıfıyla sınırlı olmadığını da açıkça ortaya koyuyor (Bunun, şu anda yürürlükte olan azınlıkçı, seçkinlerin yönettiği yönetim biçiminden bir kopuştan ziyade, ona oldukça benzediği de eklenebilir).

O halde Saitō’nun tarihsel materyalizmi terk etmesinin sonucu, sınıf temelli bir tarihsel değişim görüşünden ve Marx’ın bu süreçte işçi sınıfına atfettiği devrimci rolden tamamen vazgeçmesidir. Bu durumda ortaya çıkan soru, işçi sınıfının hiçbir parçası olmadığı bir hareketten nasıl fayda sağlamasının beklenebileceğidir.

Ama cevaplanması gereken daha acil bir soru daha var. Saitō’nun anlayışına göre küçülme, üretici güçlerin azaltılması anlamına geliyorsa ve bu gücün kendisi işçilerden ve onların emek gücünden oluşuyorsa, bu durum birçok işçinin kendisini gereksiz kılmaz mı? Elbette, klasik Marksist anlayışa göre, kâr yerine ihtiyaç için üretim yapan geleceğin komünist toplumu işçilere bol miktarda boş zaman sunacaktır. Ama bu özgürleştirici senaryo, sınıf mücadelesinde zafer kazanmalarını önden varsayar. Saitō, önce küçülmeyi savunarak sıralamayı tersine çevirmeyi öneriyor gibi görünüyor. Ama gördüğümüz gibi, küçülme kapitalizmi ortadan kaldırmıyor, aksine sürdürülmesine yardımcı oluyor. Bu anlamda Antroposen’de Marx, statükonun ötesine geçmek için bir araç değil, statüko için yeni bir mazeret sunuyor.


(*) Degrowth, ‘büyümeme’, ‘tersine büyüme’ gibi terimlerle de karşılanabilir; zira büyümenin tersi her zaman küçülme değildir. Ama makalenin ve Saito’nun kitabının tezi göz önüne alındığında ‘küçülme’nin daha doğru ve derdini basitçe anlatan bir çeviri olduğunu düşündüm. (ç.n.)

Çok Okunanlar

Exit mobile version