Çevirmenin notu: Kapitalizmin reel sosyalizme karşı savaşta üstünlük elde ettikçe dünya, üretimden dağıtılan payın emekçilerin aleyhine yeniden dağıtıldığına şahit oldu. Bugün 1917’nin kazanımları büyük ölçüde budanmışken “eşitsizlik” bir kavram olarak tedavülden kaldırıldı. Yerine “yoksulluk” getirildi. Benzer kavramsal yumuşatmalara, sınıf çelişkilerini görünmez kılmak adına sık sık başvuruluyor. Pensilvanya Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan Adolph Reed Jr.’ın değerlendirmesi.
Eşitsizlik nasıl “yoksulluk” olarak yeniden tanımlandı? Kapitalizmin paçasını kurtarmak
Adolph L. Reed Jr.
The Nation
5 Eylül 2023
1960’larda politika, servetin yeniden dağıtılması çağrısından kişisel sorumluluk ideolojisinin uygulanmasına doğru kaydı.
Tarihçi Judith Stein, sivil haklar hareketinin zirvesindeki olayların sonrasını ele aldığı Running Steel, Running America: Race, Economic Policy, and the Decline of Liberalism (Koşan Çelik, Koşan Amerika: Irk, Ekonomi Politikası ve Liberalizmin Çöküşü) adlı kitabında “1963’ün kritik noktası, 1964 yasalarında köreltildi, zira hem yoksulluğun hem de siyahların işsizliğinin nedenleri ekonominin işleyişinden ayrı tutuldu. İşsizlik, eksik istihdam ve düşük ücret tartışmalarının yerini bir kişinin fırsatlardan yararlanmasını sınırlayan faktörler olan yetersiz motivasyon, eğitim ve kültür söylemleri aldı. İnsan gücü politikaları işgücü piyasasının en alt kesimine odaklanmaya başladı,” diye yazar.
1950’lerin sonu ve 60’ların başında yoksulluğun ulusal bir sorun olduğunun keşfedilmesi, iktisadi eşitsizliği göreceli maddi koşulların bir tanımı olmaktan çıkarıp şahısların veya grupların yetersizliklerinden kaynaklanan kültürel bir mesele olarak yeniden tanımladı. John F. Kennedy ve Lyndon B. Johnson yönetimleri içinde ve etrafında “yoksulluğun” nasıl anlaşılacağı ve buna nasıl yanıt verileceği konusundaki tartışmalar, yapısal işsizlik konusundaki tartışmalarla el ele gitti. Çalışma Bakanı W. Willard Wirtz gibi isimler, Walter Reuther, A. Philip Randolph ve Bayard Rustin gibi işçi ve sivil haklar liderleri ve Charles Killingsworth gibi çalışma ekonomistleri, yoksulluğun öncelikle ekonominin yeterli kazançlı istihdam yaratamamasından kaynaklandığını savunmaya devam ettiler. Onlara göre, en etkili yoksullukla mücadele stratejisi, kamu yatırımları, ciddi iş eğitimi ve doğrudan iş yaratma dahil olmak üzere işgücü piyasalarını sıkılaştıracak türden önemli bir federal müdahaleyi kapsayacaktı.
Kazanan diğer görüş ise yoksulluğun ABD’de işsizlik sorunundan ayrı bir sorun olduğunda ısrarcıydı. Bu görüş, yönetimin ekonomi danışmanları ve geliri yeniden dağıtan sosyal ücret politikalarına ve ekonominin yönetimindeki aktif hükümet müdahalesine savaş sonrası liberal alternatifler olan büyüme politikalarının ya da “ticari Keynesçiliğin” diğer savunucuları tarafından ileri sürüldü. Bu görüş, işsizliğin çoğunun toplam talebi canlandırmayı amaçlayan vergi indirimleri yoluyla ortadan kaldırılabileceğini ve bunun da artan özel yatırım yoluyla istihdam yaratacağını savunuyordu. Bu, aynı zamanda kronik işsizlik ve yoksulluğun beceri veya motivasyon eksikliğinden, tutumsal sorunlardan veya özellikle siyah Amerikalılar söz konusu olduğunda ırk ayrımcılığının etkilerinden kaynaklandığı ve ekonomik büyüme dalgasının yükselmesiyle düzelmesinin pek mümkün olmadığı iddiasını yansıtıyordu. Bu nedenle yoksullukla mücadele çabaları, yoksulları yeniden dağıtımdan ziyade karakter inşası gibi şahsi iyileştirici müdahalelerle hedef almalıydı.
50’li yılların ortalarından beri savaş sonrası “kentsel krizin” tanımlanması ve yanıtlanmasıyla ilgilenen ve Kennedy yönetiminde erken zamanda yer edinmiş olan Ford Vakfı, makul bir şekilde muğlak bir anlatı sundu. Antropolog Oscar Lewis’in orijinal “yoksulluk kültürü” formülasyonu doğrultusunda vakfın programları ve raporları kalıcı yoksulluğun asıl kaynağını iktisadi ve sosyal marjinalleşmeden kaynaklanan az gelişmiş kişisel ve grup yeterliliği hissiyatı olarak tanımladı. Bu yorum, iktisadi yoksunluğun güya kişisel niteliklere tabi kılınmasını pekiştirdi. Ayrıca, liberal eşitlikçi reformun ortak bir mecazı haline gelecek olan yeniden dağıtım yerine sivil katılımın geliştirilmesini ikame eden çare, grup eylemi konusunda tabandan seferberlik önerdi. Eylem odaklı olduğu ve “tabandan” katılıma odaklandığı için bu yaklaşım —özellikle de doğrudan eyleme değer veren yeni ortaya çıkan yeni sol duyarlılığın ışığında— doğrudan bürokratik sosyal demokrat önerilerden daha gerçekçi görünebilirdi.
Birbiriyle bağlantılı iki durum, toplumsal eylem yaklaşımının siyasi olarak isyankâr olduğu algısını destekledi. Toplum Hareketi ve benzeri diğer kurumlar, liberal demokratların sivil haklar gündemiyle siyah ve Hispanik siyasi elitlerin yukarı doğru hareketliliğini kolaylaştıran özerk fırsat yapıları ve programatik kaynaklar yaratarak etnik çıkar grubu modelinde yerel yönetim koalisyonlarına dahil olmalarını sağladığı ölçüde uyumluydu.
Aynı zamanda, yoksullukla mücadele programları yerel hükümet denetimi olmaksızın işlediği sürece, yerleşik yetkililer bu programlara genelde şüpheyle yaklaştılar. Haklı olarak, federal olarak finanse edilen sosyal hizmet kurumlarının, yönetim rejimlerine karşı meydan okumaları destekleyebilecek rakip kurumsal güç tabanları oluşturacağından korkuyorlardı. Siyah ve Hispaniklerin kentsel siyasette daha fazla temsil yönündeki baskısı, kısmen ırksal adalet mücadelesinin artan militanlığının bir ifadesi olarak, savaş sonrası on yıllarda yoğunlaştı. Bu bağlamda, yerel yetkililerin yoksulluk karşıtı programları ve aktivistleri dizginleme veya kontrol etme teşebbüsleri, liberal reformcular tarafından ırksal açıdan cahil yerel yetkililerin azınlıkların meşru isteklerini bastırma girişimleri olarak görülebilir ve çoğu zaman da öyle olmuştur.
En önemlisi, yoksulluğu politik ekonomiden ayırmak, Kennedy ve Johnson yönetimlerinin, toplam talebi canlandırmak için önerilen vergi indirimine iş dünyası ve kongre muhafazakârlarının desteğinin bir koşulu olan önemli yeni iç harcamalardan vazgeçme taahhüdüne uyuyordu. Toplumsal eylem yaklaşımı, müdahaleci alternatiften çok daha az maliyetliydi ve savaş sonrası iç politikada sosyal demokrat ya da sol Keynesyen eğilimlerin yenilgiye uğratılmasıyla dayatılan kaynak tahsisi, üretim, fiyatlar ve ücretlere hükümet müdahalesine karşı katı kuralları ifade ediyordu. Yoksulluğu iktisadi bir sorundan ziyade kültürel bir sorun olarak tanımlamak, sonsuz büyüme vaadinin, kendine özgü sınırlamalar tarafından engellenmeyen herkes için sürekli gelişen bir yaşam standardına erişim sağlayarak sınıf gerilimlerinin üstesinden geldiği varsayılan bir Amerikan yaşam tarzını öven Soğuk Savaş propagandasıyla uyumluydu.
İktisadi eşitsizliğin “yoksulluk” olarak yeniden tanımlanması, savaş sonrası liberalizmin eşitsizliği kapitalist politik ekonomiden ayırmasını yansıttı ve genişletti. Yoksulluğun kökenlerinin nasıl anlaşılacağı ve nasıl giderileceği konusundaki tartışmalar, ABD’de halihazırda can çekişmekte olan sosyal demokrasi için yeni bir yenilgiye işaret ediyordu. İktisadi eşitsizliği ucuza çözme taahhüdü, daha sonra “başarısız bir sosyal program” olduğu iddialarını destekleyecek olan yoksullukla mücadelenin son derece az finanse edilmesine yol açtı. Dahası, vergi indirimi işsizlik sorununu çözmedi, zira oranlar sadece Vietnam Savaşı için artan kamu harcamalarına tepki olarak düştü. Judith Steinı’n alaycı bir şekilde belirttiği gibi, “[İşsizliği] yüzde 4’e indiren Keynes değil Ho Chi Minh’di.”