ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın 27 Nisan 2023 tarihinde Brookings Enstitüsü’nde yaptığı önemli konuşma, uluslararası kamuoyunda yankı uyandırdı. Biden yönetiminin ‘güvenlik’ eksenli ekonomi programının kapsamlı bir sunumu olmasının yanı sıra, yeni bazı ipuçları içermesi bakımından da konuşma çarpıcıydı.
Jake Sullivan’ın konuşmasından hareketle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seriye Sezen’e ABD dış politikasının yeni dönemini, ekonomi politikaları konusunda muhtemel senaryoları ve Çin ile rekabeti sorduk. Ekonomide devletin daha fazla ‘görev üstlenmesi’, Amerikan siyaseti ile Amerikan sermayesi arasındaki uzlaşı imkanları, ABD ve Çin’in Avrupa ülkeleri ve gelişmekte olan ülkeler ile ilişkileri konusunda Prof. Sezen’in değerlendirmeleri son derece dikkat çekici.
Sullivan’ın konuşmaları, Trump dönemi politikalarının detaylandırılmış hali
1)Jake Sullivan’ın konuşması, ABD’nin küresel hegemonyasındaki gerilemeye ilişkin bir süredir dile getirilen düşüncelerin bir yansıması gibi görünüyor. Özetle, neoliberalizm ve küreselleşme, ABD için artık işe yaramamaktadır. Artık iktisadi korumacılık, devlet müdahalesi, jeopolitik gündemdedir. Sizce bu temalar, Biden seçimleri kazansa da kazanmasa da Beyaz Saray’a damga vurmaya devam edecek mi?
Hiç kuşku yok devam edecektir. Çünkü sorun Biden ya da başka lider veya Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında siyasal gündem farklılaşması, politika öncelikleri değildir. Her iki parti arasında, bunların liderleri ve politikaları arasında birtakım nüanslar bulunabilir ama Amerikan siyasetinin önceliğini “ulusal çıkar” belirler. Farklılaşmalar da bu çıkarların nasıl korunacağı, ya da çoğaltılabileceği üzerindedir. Kaldı ki, Sullivan’ın konuşmasında öne çıkan sorun alanları, özü itibariyle Trump dönemi politikalarının, daha inceltilmiş üslupla, daha detaylandırılmış hali olarak da görülebilir. Aynı zamanda konuşmanın kapsamı, geniş ölçüde, Biden’ın başkan olmadan, Ocak 2020’de, Foreign Affairs’de yayımlanan, “Why America Must Lead Again: Rescuing U.S. Foreign Policy After Trump” başlıklı makalesinin içeriği ile, neoliberalizm eleştirisi gibi gelebilecek, “piyasanın her koşulda verimli olduğunu ve her türlü büyümenin iyi olduğunu varsaydık ama yanıldık” gibi naif değerlendirmeler dışında, önemli ölçüde örtüşmektedir.
Öncelikle birkaç saptama yapmakta yarar var. İlki, kapitalizmin krizlerine bağlı olarak devlet-piyasa ilişkilerinin güncellenmesinin sürekliliği. Bunu geçmiş krizlerde de yaşamıştık, bugün de yaşıyoruz. Bu bağlamda, sistemin her krizinde, krizin niteliğine göre devletin geri çekilmesi veya görev üstlenmesi sistemik bir durum.
İkincisi ise, 21. yüzyılda, ABD’nin küresel hegemonyasına meydan okuyan bir güç olarak Çin’in yükselişidir. Küreselleşme, küreselleşmenin başlatıcısı ABD’nin önüne Çin’i çıkardı, Çin geniş ölçüde küreselleşmenin bir ürünüdür. Trump’ı anti-küreselleşmeci, koruyucu politikalara yönelten, Çin’in, küreselleşmeden ABD’den daha çok yararlanır ve hatta liderliğini tehdit eder hale gelmesidir. Diğer yandan, Trump’ın, “küreselleşme artık benim yararıma çalışmıyor, içe dönelim” demesiyle küreselleşme sona ermedi. Çin kendi küreselleşme girişimini, Kuşak ve Yol Girişimini, başlattı ve bazı Avrupa ülkeleri dahil, özellikle gelişmekte olan ülkeleri bu girişime dahil etti.
Biden döneminde yapılan, Çin-ABD arasındaki ticaret açığının giderilmesi, ABD’li şirketlerin yatırımlarını ülkeye yöneltmesi gibi Trump politikalarının daha üst seviyelere taşınmasıdır. Önceki dönemin “demokrasiler-otokrasiler” söyleminin kullanılarak NATO ülkelerinin ABD tarafına çekilmesi, Çin’in teknolojik ilerlemesini baskılama girişimlerinin sertleştirilmesi, Kuşak ve Yol Girişimine karşı yeni girişimler başlatılması, bu bağlamda belirtilebilir. Özet olarak, iki yönetimin politikaları aynı kaygıdan beslenmektedir. ABD, önüne çıkan Çin’i daha fazla güçlenmeden engelleyerek hegemonyasını koruma çabası içindedir.
Diğer yandan, Biden döneminde jeopolitiğin öne alındığı yolundaki değerlendirmelere mesafeli durduğumu belirtmeliyim. Bu kavramı ister başlangıçtaki dar anlamıyla ister günümüzde içeriği daha doldurulmuş haliyle ele alalım, bir devletin ekonomik, askeri ve her türlü güvenlik çıkarları/politikaları jeopolitikten bağımsız değildir. ABD’nin ekonomik politikaları ile küresel liderliği birbirine sıkı bağlarla bağlıdır. Bu nedenle iç politika-ekonomi ve dış politikaya yön veren jeopolitik biçiminde ayrı başlıklar altında değerlendirmek yerine bunlar arasında neden-sonuç ilişkisi kurmak da yarar vardır. Günümüzde, ABD’nin küresel liderliği tartışmalı hale geliyorsa, bu durum; ABD’yi dünyaya yön veren bir ülke yapan ekonomik, teknolojik, mali vb. alanlardaki gücünün “görece” zayıflamasının, ya da en azından bunun da tartışılır hale gelmesinin sonucudur. ABD açısından durumu daha da ağırlaştıran ve acil hale getiren Çin’in bir güç olarak ortaya çıkışıdır.
Sonuç olarak, Çin’i engellemek ve ABD’yi yeniden tartışmasız dünya liderliğine oturtmak, seçimi kim kazanırsa kazansın ana politika olacaktır. Bu konuda Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında bir uzlaşma olduğu gibi, kamuoyu yoklamaları, her iki parti seçmenlerinin Çin’e yaklaşımları arasında kayda değer bir farklılaşma olmadığını göstermektedir.
ABD-AB ittifakı sağlam ve kalıcı değil
2)Sullivan’ın konuşması, ABD’nin müttefiklerine de bir mesaj görünümünde. ABD’nin kendi ortaklarını da ortak bir iktisadi stratejiye sıkı sıkıya bağlamak istediği koşullarda, ABD-Çin rekabetinde taraf olmak istemeyen veya bu rekabetten faydalanmak isteyen ülkeleri ne beklemektedir?
ABD ve Çin rekabeti diğer ülkeleri de bir tercih yapmaya zorluyor. Diğer ülkeler açısından sorun, iki güç arasındaki devam eden çekişme karşısında yalnızca bugün üzerinden değil, bu çekişmenin küresel düzen açısından alacağı biçime göre tavırlarını belirlemek zorunda kalmalarıdır.
Dünya ülkelerini, Batı merkezci terminolojiyle, “Batı-Doğu”, “gelişmişler-azgelişmişler”, “güney-kuzey” gibi ayrımlar üzerinden değerlendirmek yaygın olmakla birlikte bu tür ayrıştırma, ayrışmanın kabulüne dayalı değerlerin doğruluğu bir yana bu sınıflandırma içinde yer alan ülkeleri bir bütün halinde değerlendirme yanlışına da götürüyor bizi.
ABD’nin başını çektiği liberal demokrasilerin ana söylemi, demokrasi ve piyasa ekonomisinin kalkınma için ön koşul olduğu, bu koşulu sağlamayan ülkelerin geri kalmaya mahkûm olduğu yönündeydi. Bu kabul çerçevesinde, Batılı ülkeler, yardımlarından yararlanmak isteyen gelişmekte olan ülkelerin siyasi tercihlerine müdahale haklarını meşrulaştırmaktaydılar. Ancak otoriter bir rejim olan Çin’in gösterdiği ilerleme ve aynı zamanda diğer ülkelerle olan ilişkilerinde içişlerine, siyasi tercihlerine karışmama ve karşılıklı yarar ilkesiyle hareket etmesi, yeni bir ilişki biçimini ortaya çıkardı. Her ne kadar Biden, G7 ülkelerinin, Kuşak ve Yol Girişimine karşı başlattıkları Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı girişiminden yararlanacak ülkelerin demokrasi olmalarını bir koşul olarak öngörmekle birlikte, Sullivan’ın konuşması, bu konuda bir yön değişikliğini işaret etmekte. Gelişmekte olan ekonomilere trilyonlarca yatırım seferberliğinden bahseden Sullivan, bu kaynakların, ilgili ülkelerin kendi oluşturdukları çözümlerle kullanımının gerekliliğini vurgulama ihtiyacı duymuştur. Bu, uygulamaya ne ölçüde yansır bilemem ama en azından söylem bazında yeni bir dildir ve Çin’in gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerinin bir yansıması olarak göründü bana.
AB ülkelerinin durumuna gelince. Her ne kadar Ukrayna’nın işgaliyle, Rusya’ya (ve Çin-Rusya işbirliğine) karşı bir ABD-AB ittifakı ortaya çıkmış görünmekle birlikte, bu ittifakın sağlam, kalıcı olmadığı düşüncesindeyim. Çin’in ABD için anlamı ile Avrupa ülkeleri için anlamı aynı değildir. AB, Çin’in en önemli ticaret ortağı olmasının dışında her ülkenin çıkarları farklılaşmaktadır. Nitekim Macron’un Çin ziyareti sonrası yaptığı, ABD’ye bağımlılığın sakıncalarına dikkat çeken, iki güç arasındaki çekişmede Avrupa’nın stratejik özerkliğini kaybederek vassal devletler haline dönüşme riskine karşı uyarısı, bu ayrışmanın göstergesidir. Avrupa ülkeleri arasındaki tarihsel çekişmeleri, anlaşmazlıkları da unutmamak gerek.
Sonuç olarak, embriyo halindeki, ana bileşenleri ABD ve Çin’in olduğu yeni bir dünya düzeni biçimlenirken, diğer ülkeler de ister istemez, çıkarları doğrultusunda, konumlarını güncelleme zorunluluğu ile karşı karşıyalar. Konumlar da soyut değerler, ilkeler üzerinden değil maddi çıkarlar üzerinden şekillenecektir.
Daha fazla kamu kaynağı özel sektöre tahsis edilecek
3)ABD’nin verili koşullarda kendisini yeniden sanayileştirmesi mümkün müdür? Üstelik Sullivan, bunun için hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin bir konsensüse varmasını bekliyor. Amerikan iç siyasetindeki düğümler böyle bir işbirliğine yol verebilir mi?
Sullivan’ın, Başkan Kennedy’nin “yükselen bir dalga tüm tekneleri kaldırır”, sözüne atıfla “ya birlikte yükseleceğiz ya da düşeceğiz” uyarısı, Cumhuriyetçilere olduğu kadar Amerikan sermayesine de bir uyarı olarak göründü bana. Sullivan, Çin karşısında kaybedersek hep birlikte kaybedeceğiz söylemiyle sanayileşmeyi partiler üstü, ulusal bir sorun olarak ortaya koymakta.
Önerilen sanayileşme stratejisi, Amerika’nın rekabet gücünü artıracak yeni teknolojiler ve yenilenebilir enerji gibi alanları hedeflemekte. Nitekim Sullivan, geçmişin başarılı sanayileşme örneği olarak, internet, NASA ve DARPA’yı örnek vermektedir. Geçmişteki bu örnekler ile 2022’de çıkarılan, özel sektöre teşvikler içeren, Cumhuriyetçilerin de desteklediği CHIPS ve Bilim Yasasının gösterdiği gibi, özellikle askeri tabanlı olmak üzere tüm üretimin dönüştürücü unsuru olan bilim ve teknolojinin örgütlenmesi, finanse edilmesi, yönlendirmesinde ABD’de devletin rolü sanıldığından daha fazladır.
İkinci olarak, Amerikan tarzı sanayileşme, piyasa güçlerinin alanını daraltan ya da onun yerini alan geniş ölçekli kamu yatırımları aracılığı ile değil, daha fazla kamu kaynağının özel sektöre tahsisini içerecek görünmektedir. Bu nedenle, Yeni Washington Uzlaşması, Washington Uzlaşmasından bir kopuşu değil, ABD’nin güncel ihtiyaçları doğrultusunda revizyonunu nitelemektedir.
Amerikan siyasetine yön verenlerin ekonomik elitler ve iş dünyasının çıkarlarını temsil eden örgütlü gruplar olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki uzlaşmadan daha çok kritik olan soru şudur: Amerikan sermayesi ile Cumhuriyetçi ya da Demokrat Amerikan siyaseti arasında bir uzlaşma sağlanabilir mi? Bu uzlaşma, ulusal çıkar ile kar maksimizasyonu arasındaki örtüşmeye bağlıdır.
Çin’le rekabeti belirleyecek sektör yeni nesil teknolojiler
4)ABD Ulusal Güvenlik Danışmanının Beyaz Saray’ın iktisadi siyasetine dair uzun bir konuşma yapması, küresel ekonominin artık ‘güvenlik’ merceğinden değerlendirildiğinin de bir kanıtı olsa gerek. Bu durumda, Amerikan devleti ile daha büyük bir entegrasyona sahip özel sektör gruplarının daha kazançlı çıkacağını söylemek mümkün müdür? Bu soru tersten de sorulabilir: Önümüzdeki süreçte sermaye grupları arasındaki rekabetin artmasını mı beklemeliyiz, yoksa bazı ‘başların ezildiği’ bazılarının ise uzlaşmaya zorlandığı bir tablo mu göreceğiz?
1945 sonrasında ABD’nin benimsediği kapsamlı ulusal güvenlik anlayışı günümüzde yaygınlaştığı gibi, küresel güvenlik ulusal güvenliğin sağlayıcısı, koruyucusu olarak görülmekte. Çin’in yeni güvenlik mimarisi de bu yaklaşımı yansıtıyor.
Çin’in ABD ile rekabetinde önemli bir avantajı var. Çin’de özel sermaye giderek güçlenmekle birlikte, Çin siyaseti, bir başka ifadeyle ÇKP, sermayeyi geniş ölçüde kontrol edebilmekte. Özel şirketleri ulusal önceliklere yöneltme, duruma göre cezalandırma-ödüllendirme araçlarına daha fazla sahip. ABD’de de ise, daha önce vurguladığım gibi sermaye geniş ölçüde siyaseti etkileme gücüne sahip. “Önce Amerika” sloganıyla iktidara gelen Trump’ın başkanlık yarışını kaybetmesinin, küreselleşme karşıtı politikaları şirket kazançları için tehlike gören sermaye gruplarıyla ilişkilendirildiği bilinmektedir. Öte yandan, ABD’nin şirket çıkarları dahil her türlü çıkarını korumak üzere dünyanın her coğrafyasında konuşlanmış askeri üslerini dikkate aldığımızda, yalnızca içeriye odaklanmış bir Amerikan politikasının da, sermaye gruplarının işine gelmediği vurgulanmalı.
Bu bağlamda Sullivan’ın konuşması, 2024 başkanlık seçiminin ön kampanya konuşması gibi geldi bana. Temel ekonomik sorunları, gelir eşitsizliğini vurgulayan, bunun için kamu yatırımlarının gereğine işaret eden ama bütün bunların sermayeyi ürkütmeden, dışlamadan yapılacağını beyan eden bir konuşma. Sanayi stratejisinin, ekonomik büyüme için temel, ulusal güvenlik açısından stratejik olan ve özel sektörün ulusal hırsları güvence altına almak için gereken yatırımları tek başına yapmaya hazır olmadığı belirli sektörlerle sınırlı kalacağını, özel sektörün yerini almak gibi niyet taşımadığını vurgulaması önemli. Daha fazla kamu yatırımı daha fazla bütçeyi gerektirdiğinden, bu konuşma aynı zamanda bütçe için onay verecek Kongre’ye de bir mesaj olarak görülebilir.
Bu politikadan hangi sermaye grubu daha kârlı çıkar sorusuna gelince. Biden’ın dış politikası silah sanayine ziyadesiyle hizmet etti, edecektir de. ABD’nin küresel liderliğinin devamını ve Çin’le rekabetini belirleyecek sektör yeni nesil teknolojiler. Bu nedenle başkanlığa kim gelirse gelsin teknoloji şirketleri de kazançlı çıkmaya, devlet tarafından desteklenmeye devam edecektir. Bu sektörler aynı zamanda, “ulusal çıkar – kâr maksimizasyonunun” çatışmadığı alanlar. Son olarak yenilenebilir enerji sektörünü de eklemeliyim.