İsveç ve Danimarka başkentlerinde bir provokatörün Türkiye büyükelçiliği önünde Kur’an-ı Kerim yakmasıyla alevlenen tartışma ortamını soğuk kanlılıkla ele alarak incelemekte büyük faydalar var. Meselenin birbirinden farklı boyutlarını ayrıştırarak değerlendirmek gerekiyor.
Polis koruması altında gerçekleştirilen ve büyük infiale sebep olan eylemin ardından Ankara bu iki ülkeyle yürüttüğü üçlü müzakere sürecini belirsiz bir tarihe ertelediğini açıkladı. Batı basını ise NATO’nun genişlemesini bloke etmekle suçladığı Türkiye üzerinde psikolojik baskı kurmaya devam ediyor. Bu arada Batı medyasında, İsveç’in NATO’ya katılım anlaşmasının bekletilmesine (çünkü Finlandiya’nın NATO’ya girişine Ankara’nın fazlaca bir itirazı yok gibi görünüyor) dair Türkiye’nin itirazları sanki bu olaydan dolayıymış gibi gösterilmeye çalışılıyor…
SORUNUN ANA HATLARI
Peki sorunun esası nedir ve bu noktaya nasıl geldik? Belki de bütün bu yaşananların müsebbibi benim. Gülmeyin; çünkü Ukrayna’da sıcak çatışmaların başlamasından hemen sonraki günlerde İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girme tartışmaları başladığında 28 Şubat 2022 tarihinde sosyal medya hesabımdan paylaştığım bir mesajla bu iki ülkenin NATO üyeliğini kendi iç kamuoylarında konuşmaya başladıklarını ve bunun somut bir başvuruya dönüşmesi halinde bunlardan – özellikle İsveç – PKK/PYD başta olmak üzere önemli tavizler istememizin gerekliliğine dikkat çekmiştim. Türkiye’de konuyu ilk dile getiren bendim ve daha sonraki haftalarda ve aylarda başvuru meselesi netleştikçe ben de bu hususta ayrıntılı bilgiseller paylaştım. İşin ilginç yanı devlet katının konuyu benim yazdıklarıma oldukça paralel bir politikaya dönüştürmüş olmasıydı.
Özetle söylemek gerekirse, Türkiye NATO’nun en eski ve en prestijli üyelerinden birisi olarak İttifak’a girmek isteyen İsveç ve Finlandiya’dan PKK/PYD/YPG ile ilgili taleplerde bulunabilirdi. Türkiye’nin toprak bütünlüğüne kasteden bu örgütlerin özellikle İsveç’te rahatlıkla hareket ettiğini, para topladığını, örgütlendiğini ve İsveç hükümetinin Suriye’deki PYD/YPG’ye mali destek sağladığını benim gibi bu işleri dışarıdan takip eden herkes biliyor ve görüyordu. Ayrıca NATO’daki bu veto kartımızı hatırlamak ve herkese zaman zaman hatırlatmak pek çok açıdan ve özellikle hızla çok kutupluluğa evrilen dünyada oldukça iyi olabilirdi.
Türkiye’nin tutarlı ve kararlı bir şekilde izlediği siyaset 28 Haziran 2022 tarihli Üçlü Mutabakat Metni imzalanmasıyla başarıya ulaşmış oldu. Şöyle ki, bu Mutabakat ile Finlandiya ve İsveç, terör örgütü olarak kabul ettikleri PKK ile PYD/YPG ve ‘Türkiye’de tanımlandığı şekliyle terör örgütü FETÖ’ye karşı’ Ankara’nın taleplerini yerine getireceklerine dair yükümlülükler üstlendiler. Bu örgütlerle aralarına mesafe koyacaklarına, kendi topraklarında faaliyetlerine izin vermeyeceklerine ve bunların üyeliklerinden dolayı arananları Türkiye’ye iade edeceklerine söz verdiler. Türkiye bu Mutabakat imzalandığı gün İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılım anlaşmalarına imza atarken onay sürecinin bu iki ülkenin üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirip getirmediklerine bağlı olacağını açıkladı yani bu ülkeler verdikleri sözleri yerine getirmezlerse TBMM NATO’ya katılım anlaşmalarını onaylamayacaktı. Gayet yerinde bir mekanizma kurulmuştu.
İSVEÇ VERDİĞİ SÖZLERİ TUTMADI
Fakat İsveç verdiği sözleri tutmadı. Muhtemelen başlangıçtan itibaren buna zaten niyeti yoktu. Stockholm, Amerika’nın Türkiye üzerinde baskı kurarak bu anlaşmanın Meclis’ten geçirilmesini sağlayacak hatta belki de bugünlerde bazı Amerikan yetkililerinin söylemeye başladığı gibi, Türkiye’ye F-16 satışını koz olarak kullanacak ve Ankara’nın bileğini bükecekti. Önceki yıllarda Suriye’de PYD/YPG ile yakın ilişkiler kuran, bu terör örgütlerine ciddi mali destekler sağlayan İsveç hükümeti seçimleri kaybetti ve yerine gelen sağcı hükümet bu yükümlülükleri yerine getirecekleri konusunda daha istekli ve gayretli olacaklarına dair açıklamalar yaptı hatta yeni Başbakan Ankara’yı ziyaret ederek bu konularda niyet beyanında bulundu. Fakat sonuçta hiçbir şey çıkmadı. İsveç yargısı iadeler konusunda hükümetin niyeti gerçek bile olsa aynı veya benzeri bir tutum içinde olmadı. PKK’nın üst üste yaptığı tahrik eylemlerinin ardından Kur’an yakma olayı gerçekleşti ve Ankara’nın gösterdiği sert tepkileri üzerine Ankara-Stockholm hattı gerildi ve bugünkü noktaya geldik.
MEVCUT DURUMUN ANALİZİ VE ÖNERİLER
Ankara’nın İsveç’in Mutabakat ile üslendiği yükümlülüklerin gereğini yerine getirmeden NATO’ya üye olamayacağını vurgulaması eleştiriye açık olamaz. Bazı çevrelerin ‘ama efendim NATO’nun genişlemesini veto ediyormuşuz gibi görünmeyelim, sonuçta biz Batı İttifakı’nın mensubuyuz. Katılım anlaşmasını onaylayalım; ama İsveç konusundaki tutumumuzu bundan bağımsız olarak sürdürelim’ demesinin ciddiye alınacak bir tarafı olmadığı ortada. Yunanistan’ın Makedonya Cumhuriyeti’nin NATO üyeliğini bu ülkenin anayasasında, bayrağında, milli sembollerinde ve özellikle isminde önemli değişiklikler yapma şartına bağladığını, isim hariç diğer konuların hepsinde sonuç almasına rağmen Makedonya’nın üyeliğine on yıldan fazla bir süre izin vermediğini ve ancak ülkenin adının Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak değiştirilmesinden sonra onay verdiğini biliyoruz. Atina’nın benzer bir şantajı Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa’ya genişlemesi sürecinde de yaptığını, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Romanya, Bulgaristan ve Baltık ülkelerinin AB’ye alınabilmesi için kendisini ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak tanımlayan ve adanın tümü adına egemenlik iddiasında bulunan Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye yaptığı üyelik başvurusunun da değerlendirmeye alınmasını şart koştuğunu, aksi takdirde AB’nin bütün genişleme sürecini veto edeceğini söylediğini ve sonuç aldığını hatırlayalım.
Dolayısıyla İsveç’in üyeliğine Mutabakat yükümlülüklerini yerine getirmemesinden dolayı karşı çıkmaya devam etmek en doğru seçenek gibi görünüyor. Bazı Amerikan yetkililerinin F-16 satışı ile bu iki ülkenin NATO’ya katılımı arasında kurmaya çalıştıkları bağlantıdan çok kutupluluğa doğru evrilen dünyada korkmamak gerekir.
Fakat Kur’an yakma eylemleri ile İsveç’in NATO üyeliğinin bekletilmesi veya veto edilmesi arasında fazlaca bağlantı kurmak bizi hiç istemeyeceğimiz bazı tartışmaların içine çekebilir ki, şu anda özellikle İsveç başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi özellikle basın yoluyla yürüttükleri psikolojik harekâtla belki de bunu amaçlamaktadırlar. Kur’an yakma eylemlerini doğru bulmadıkları; ancak eylemi serbest bırakmanın İsveç, Danimarka ve hatta diğer Avrupa ülkelerinin çoğunda ifade özgürlüğü kapsamında olduğu, bu gibi marjinal kişilerin İncil dahil diğer kutsal kitapları da yakabildikleri (Tevrat yakma girişimi İsrail’in yoğun baskısıyla yasaklanmasına rağmen) veya kilise aleyhine gösteri düzenleyebildikleri, bütün bunların kendi demokrasi anlayışlarının bir parçası olduğu ve Türkiye’nin demokrasisindeki eksiklikler ve özellikle ifade özgürlüğünü kısıtlayan unsurlardan dolayı anlaşamadıkları gibi tezler üzerine inşa edilecek böyle bir tartışma tam bir çıkmaz sokaktır ve karşı tarafların işine yarar. Türkiye’nin yeterince demokratik olmamasına rağmen NATO içinde bulunmasının medyada yaygın bir tartışma konusu haline gelmesine/getirilmesine sebebiyet verebilir.
Bu tuzağa düşmemek için Mutabakat üzerinden İsveç’in katılımına karşı çıkarken Kur’an yakma eylemlerine verilecek en güzel cevap Ankara’da bir Barış ve Uygarlık Yemeği vermek hatta bu konuda bir proje çalışması yapmak olacaktır. Külliye’de düzenlenecek ve Türkiye’deki Yahudi Cemaati, Rum ve Ermeni Toplumları ile Süryanilerin dini liderlerinin katılacağı bir yemek ve bu yemekte bizim dini kültürümüzde, tarihimizde ve bugünkü laik anlayışımızda başka dinlere saygısızlık olmadığını, başka dinlerin kutsal kitaplarını yakmanın veya kutsal sembollerine saldırmanın söz konusu bile edilemeyeceğini, Avrupa ülkelerinde görülen bu aşırılıkların orta çağ anlayışını yansıttığını belirterek konuyu orada kapatmak veya bu konularda benzeri faaliyetler ve projeler düzenleyerek devam etmek bu sarmaldan kurtulmaya yardımcı olabilir. Aksine açıklamalar ve söz konusu ülkelerin diplomatik misyonları önlerinde yapılacak gösteriler sonuçta haklı bir infialin tezahürü olsa bile Türkiye’nin amaçlarına yardımcı olmaz.