Dünya Basını

Lenin İngiliz refah devletinin kurulmasına nasıl yardımcı oldu?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ekim Devrimi’nin ardından başlayan devrimler döneminin Batı kapitalizminde yarattığı panik halinin, bugün şiddetli bir biçimde saldırıya uğrayan ve büyük oranda yontulan “refah devletini” yarattığı pek çok çevrede kabul gören bir hakikat. Aşağıda tercümesi verilen makalede Hint asıllı Oxford’lu tarihçi Pratinav Anil, Anglo- Marksizmin yarattığı fırtınanın nasıl bugüne kadar gelen İngiliz refah devletinin temellerini attığını anlatıyor.


Bolşevizm modern Britanya’yı nasıl inşa etti?

Lenin hala refah devletimize musallat oluyor

Pratinav Anil

Unherd

15 Ocak 2024

Vladimir Lenin’in, çoğu genellikle —ve haklı olarak— Büyük Adam Teorisini küçümseyen Marksist tarihçileri şaşırtma gibi bir özelliği vardır. Zira o nadir görülen bir şey, tarihsel değişimin bireysel bir kışkırtıcısıdır. Ölümünden yüz yıl sonra, bir zamanlar Volodya Amca’nın heykellerini dikmek için beton döküldüğü gibi evliya nameler ve övgüler basılmaya devam ediyor. Fakat en düşmanca eleştirmenleri bile Kızıl Ekim’e giden baş döndürücü aylarda oynadığı büyük rolü görmezden gelmekte acımasız davranacaktır.

Yine de Lenin’in istemeden, hatta sapkın bir şekilde sorumlu olduğu bir başka başarı daha var: Batı refah devleti. Bunu nadiren fark ediyor olmamız, yaygın bir yanlış algılamadan kaynaklanıyor. Pek çoğumuz ne yazık ki, kalemşorları ve saray tarihçileri tarafından pazarlanan, Clement Attlee ve William Beveridge’i refah devletimizin ortak babaları olarak kutlayan İşçi Partisi kibrini satın alıyoruz. Ancak tarihçi David Edgerton’ın bize hatırlattığı üzere, esasında müteşekkir olmamız gereken, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında David Lloyd George’un liberal-muhafazakâr koalisyonudur. Bu yıllar eğitim, sağlık ve sigorta alanlarında büyük adımların atıldığı yıllardı. Savaş sonrasında İşçi Partisi’nin yapması gereken tek şey bunu herkese yaymaktı. Halihazırda nüfusun yaklaşık yüzde 80’ini kapsayan refah, Beveridge tarafından Britanya’nın geri kalan beşte birine de ulaştırılmıştı.

Daha da önemlisi, dirijizmin bu ilk kıpırdanışlarını tetikleyen şey ne paternalizm ne de savurganlıktı. Aksine kızıl salgındı. Rus Devrimi’nin ardından dünya genelinde bir dizi isyan patlak verdi. Bolşevizm, Viyana’dan Budapeşte’ye, Sofya’dan Kiel’e kadar batıya doğru yayıldı. Bavyera Sovyet Cumhuriyeti, aşırı sağcı Freikorps tarafından ortadan kaldırılmadan önce, Nisan 1919’da kısa süreliğine kuruldu. Britanya da mayalanmadan muaf değildi. Şubat ve Ekim Devrimleri arasında, Leeds Sovyet’i sahiden de bir şeylerin başlangıcı gibi görünüyordu. Bundan bir şey çıkmaması Lloyd George’un duygusal olmayan pragmatizmine bağlıydı. İşçilerin taleplerinin pek çoğu usulüne uygun olarak kabul edildi ve pek çok lider hapse atılsa bile sendika radikalizminin ıstırabı dindirildi.

İki yıl sonra, Lloyd George’un Bolşevik baş belası tersanecileri Glasgow Kent Meclislerini bastığında intikamla geri dönecekti. Geriye dönüp bakıldığında, “Kızıl Clydeside’ın” hiçbir zaman anlamlı bir şekilde “Kızıl Britanya’nın” habercisi olmadığı aşikâr: Clyde Nehri’nin her iki yakasındaki Glasgow sendikalarının radikalizmi hiçbir zaman ülkenin geri kalanına yayılmayacaktı. Yine de o dönemde kızıl tehdit fazlasıyla gerçekti. Lloyd George, daha sonra polis ve ceza infaz memurlarının grevi için “Bu ülke o gün Bolşevizm’e o zamandan beri hiç olmadığı kadar yakındı,” diyecekti. Londra ve Birmingham kurtulmuştu ama Merseyside ayaklanma ve yağma sesleriyle sarsılmıştı. Şiddet ancak ordunun devreye girmesiyle durdurulabildi.

Mütarekeden sonraki “barışın” özünde neye benzediğini tasavvur etmek bizim için zor. Yine de Simon Webb’in 1919: Britain’s Year of Revolutions (1919: Britanya’nın Devrimler Yılı), çöküşün eşiğinde sallanan bir toplumu yeniden inşa ediyor; işçileri tartaklayan askerler, Luton’da sıkıyönetim, Liverpool sokaklarında dolaşan tanklar. İtalyanlar savaştan hemen sonraki iki yıla biennio rosso diyorlar ve Britanya’da da bir kızıl bienalden söz etmek doğru görünüyor. Bir kere İngiliz iç ve dış politikasını, iki savaş arası yönetici sınıfın o tekil nevrozuna atıfta bulunmadan anlamak mümkün değil. Rusya’da Kızılları ezmek için antisemitik Beyazlarla işbirliği yaparken, Westminster ve Whitehall aynı zamanda içeride de asi Bolşileri eziyordu. O zamanlar savaş bakanı olan Churchill, karakteristik bir hödüklükle hükümet çizgisini ortaya koydu: “Bolshie’yi öldür, Hun’u öp.”

Demokrasilerde olması gerektiği gibi, sopayla birlikte havuç da geldi. Evet, işçiler acımasızca bastırılmıştı. Ama boşuna protesto etmemişlerdi. Gladston’un hasis liberalizm günleri geride kalmıştı. Lloyd George’un liberalleri tamamen farklı bir canavardı; sırayla teknokratik, müdahaleci ve hırslıydılar. Hiç kuşkusuz savaş öncesinin, özellikle de 1911’deki sağlık ve sigorta programlarının üzerine inşa ediyor ve savaş zamanı vaatlerini yerine getiriyorlardı ama her şeyden önce sokaklardaki kötü, çılgın ve tehlikeli İngilizlerle barışmaya çalışıyorlardı.

Öncelikle, çok sayıda insana yönetimde daha fazla pay vererek onları barikatlardan oy verme merkezlerine taşıdılar. 1918’de genel erkek oy hakkı, 30 yaşın üzerindeki mülk sahibi kadınların yanı sıra mülk sahibi olmayan erkekleri —yani her beş erkekten ikisini— de oy hakkına kavuşturdu. Aynı yıl, Lancashire sendikacılarının lobisini yaptığı Eğitim Yasası, pamuk patronlarının cahil erkek çocuklarının sırtından geçinmesini engellemek için okuldan ayrılma yaşını 12’den 14’e çıkardı. Ve 1919’da Konut ve Kent Planlama Yasası, İngiliz kent peyzajının hemen tanınan özelliği haline gelen şeyin —konsey sitesi— inşasını harekete geçirdi.

Attlee ve Harold Wilson tarafından bozguna uğratılan, Margaret Thatcher ve David Cameron tarafından hırpalanan refah devleti konusundaki iki savaş arası erken dönem uzlaşısı bugün de varlığını sürdürüyor. Ramsay MacDonald’ın 1924’te “komünist” sendikaları disipline etmesinden, Thatcher’ın 1984’te madencileri engellemesine ve Keir Starmer’ın 2024’te örgütlü emeği reddetmesine kadar hem İşçi Partisi hem de Muhafazakârlar döneminde, hadlerini aşan fikirlere sahip huysuz işçilere hadleri bildirildi. Aynı şekilde, 1945’ten bu yana her iki parti de GSYİH’nin yüzde 40’ı civarında kamu harcamalarına genel bir bağlılık gösterdi. Gıcırdayan, yetersiz finanse edilen “Ulusal Sağlık Hizmetimiz” yine de sadece kutsal fısıltılarla konuşulmaya devam ediyor.

Yöneticilerimiz, refahın neden önemli olduğunun gerçek nedenini defalarca ağzından kaçırdı. Attlee 1950’de Margate’de şunu söylemişti: “Demokratik sosyalizm politikamız totaliter komünizme karşı tek dinamik alternatiftir.” La Manche’deki en sağlam refah devletlerinden ikisinin, komünistlerin güçlü olduğu toplumlarda kurulmuş olması şaşırtıcı mı? Fransa Komünist Partisi 1946’da yaklaşık 800 bin, İtalya Komünist Partisi ise yaklaşık iki milyon üyeye sahipti. Britanya Komünist Partisi’nin hiçbir zaman pek bir özelliği olmadığı doğrudur, fakat savaş sonrası Britanya solunun —İşçi Partisi’nden bağımsız olarak— gücü inkâr edilemez. Edward Heath’i 1974’te deviren de madencilerdi.

İngiliz refah devletinde olduğu gibi, İngiliz entelektüel yaşamında da… Üç kuşak Anglo-Marksisti ateşleyen Rus Devrimi olmasaydı, kâtip cumhuriyetimiz kasvetli bir uyumluluk manzarası olurdu. İki savaş arası yıllar, komünistlerin kültür kurumunun en tepesine kadar yükselebildiği bir dönemdi. Örneğin E.H. Carr, The Times’ın önde gelen yazarlarından ve yayın yönetmeni yardımcılarından biri haline geldi ve buradan kolektivist planlama ve Stalin ile uzlaşı vaazları verdi. Onun 7 bin sayfa ve 14 ciltten oluşan anıtsal Sovyet Rusya Tarihi, devrimci rejimin ilk yıllarının en iyi anlatımı olmayı sürdürüyor.

George Bernard Shaw gibi devlete şüpheyle yaklaşan biri bile Rus manyaklığına kapılmıştı. 1931’e gelindiğinde Britanya Buhran’la sarsılırken, Stalin’e övgüler düzüyordu. Eski inancı olan Fabian tedriciliği 20. yüzyılda işe yaramayacaktı. Fabian Essays in Socialism’e (Sosyalizmde Fabiancı Yazınlar) yazdığı yeni önsözde, MacDonald’ın İşçi Partisi’nin bariz biçimde başarısız olduğunu düşünüyordu. İhtiyaç duyulan şey “hızlı etkinlik” idi, yani Sovyet tarzı. Moskova’ya yaptığı gezi The Rationalisation of Russia’da (Rusya’nın Rasyonelleştirilmesi) övgüyle anlatılıyordu.

Bir bakıma, fildişi kulenin ücra köşeleri de Sovyetlere yenik düşmüştü. G.E.M. de Ste. Croix, klasik çalışmalarda açık ara en çarpıcı gelişmeyi başlattı. Makao’da doğmuş bir imparatorluk çocuğu olan “Croicks”, yirmili yıllarda —daha sonra kendi ifadesiyle— “Hıristiyanlığın deli saçması” olan “tamamen sağcı yetiştirilme tarzına” sırtını döndü. Sovyet seyahat acentesi Intourist ile 1937’de Sovyetler Birliği’nde yaptığı bir gezinti onu Stalinizme karşı eleştirel, ancak Kafkasya köylülerini gözlemlemenin verdiği güçle Marksizm’e bağlı kıldı. Daha sonra, Oxford’daki New College’da, kendi yazılarında klasiklerde sınıfa karşı uyanık kalacak olan bir nesil öğrenciye ders vererek “tam bir Marksist” oldu. The Class Struggle in the Ancient Greek World (Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi) 1981 yılında basıldı.

Bu tür profiller sınırsızca çoğaltılabilir. İki savaş arası dönemin en zeki beyinlerinin çoğunun solda olduğunu söylemek kafidir. Bu durum, Doğu ve Orta Avrupalı muhafazakarların —Friedrich Hayek, Karl Popper, Lewis Namier, Ernest Gellner— Britanya’ya göç etmesiyle kısa sürede değişecek ve daha dengeli bir entelektüel iş bölümü ortaya çıkacaktı. Fakat bundan önce sol hegemonya rakipsizdi. John Strachey hiç kuşkusuz otuzlu yılların en önemli siyasi yorumcuları arasındaydı. Babası yaklaşık 40 yıl boyunca The Spectator’ın yayın yönetmenliğini yapmıştı ve Strachey’nin en iyi adamı o zamanlar hala solda olan Oswald Mosley’di. Mosley, İngiliz Faşistler Birliği’ni kurduğunda Strachey ona karşı düzenlenen en büyük gösterilerden bazılarına önderlik etmişti.

Marksist Strachey fikir savaşını, komünizmle hiçbir sorunu olmayan Liberal John Maynard Keynes’e karşı kaybetti: “Çamuru balığa tercih eden, kaba proletaryayı, tüm hatalarına rağmen yaşamın kalitesi olan ve kesinlikle tüm insani ilerlemenin tohumlarını taşıyan burjuva ve aydınların üzerinde yücelten bir inancı nasıl benimseyebilirim?” Yine de Keynes, Cambridge’deki müritlerinden biri olan Maurice Dobb’un hödük proletaryanın sopasını eline almasını engellemek için çok az şey yapabildi.

Komünizm, yirmili yıllarda Marksist bir dergi olan The Plebs’in yayın yönetmenliğini yapan Dobb sayesinde Cambridge’de bir köprübaşı kazandı. Lenin’i “bir Cizvit’in tüm samimiyeti ve idealizmiyle kutsanmış haşin bir realist” olarak övdü. Buna karşılık, “Marksist olmayanlar Darwin öncesi biyologlar kadar aptaldı”. Komünist Parti Tarihçiler Grubunun kurulmasına yardım etti ve Cambridge Beşlisi casus çetesinden Kim Philby’yi NKVD’ye yerleştirdi. Daha sonraki öğrencileri arasında Amartya Sen ve kendi Oxbridge atamaları Muhafazakâr Partili dekanlar tarafından engellenen Eric Hobsbawm da vardı.

Dolayısıyla paradoksal bir şekilde, Sovyet komünizmi farkında olmadan İngiliz kapitalizmini güçlendirdi. Anglo-Marksizm’in istenmeyen sonucu, müesses nizamın işçi sınıfı çıkarlarını daha fazla dikkate almasını sağlamak oldu. Aynı şey refah devleti için de geçerliydi. Sınıflar arasında barış muhafaza edildi. Yeniden dağıtım sınıf çatışmasını azalttı. Dahası, eğitimli ve sağlıklı bir işgücü iş dünyası için de iyi oldu. Orta düzeyde artan oranlı vergilendirme, işçileri çalışır durumda tutmak ve barbarları uzak tutma amaçlı ufak bir sigorta primiydi. Bugünlerde, birkaç liberteryen çatlak, Muhafazakâr radikal, Bridesheady (Saltburny?) nostaljisi ve kampüs Marksist’i dışında, neredeyse herkes bu düzenlemenin bilgeliğini onaylamakta birleşmiş durumda. Basit hakikat şu ki, İngilizlerin çoğu politikalarını sıkıcı buluyor.

Çok Okunanlar

Exit mobile version