Gazetecilik dersleri verirken öğrencilerimi, raporlarında, “baharda çiçekler açar”, “balıklar suda yaşar” veya “Rusya ve Türkiye tarihteki en ezeli düşmanlardır” gibi klişelerden kaçınmaları için teşvik ediyorum.
Bu klişe eski yazarların basmakalıp sözlerinin üzerimizde hala büyük etkileri var, ancak bazı örnekleri dikkatlice incelerseniz, gerçeğin oldukça farklı olduğunu keşfedeceksiniz.
1560’larda, Türk tarihinin en büyük hükümdarlarından biri olan Kanuni Sultan Süleyman, yaveri Kasım Paşa onu Rusya’ya saldırmaya ikna etmeye çalıştığında, şöyle cevap verir: “Bizim ecdatlarımız dostluk içinde yaşadı ve Moskoflar asla bir Türk mülkünü işgal etmedi, bu yüzden Moskova Çarına karşı bir savaş başlatmak için hiçbir nedenim yok”. Bu, tarihsel belgelerde sık sık geçen Rusya’da çok ünlü bir anekdottur.
Modern zamanlardaki ilişkilerimizi, Avrasya’nın en büyük iki ulusunu bölmeye çalışan bir önceki sahte anlatılardan ziyade, böyle bir köşe taşına dayandırmamız gerekmez miydi?
Yine aynı minvalde bir başka gerçek, 2002’de iktidara gelmesinden Ağustos 2022’ye kadar, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya’ya toplam 25 ziyaret gerçekleştirdi. Bu sayı ABD de dahil olmak üzere diğer tüm ülkelerden daha fazladır. Cumhurbaşkanı, ortalama olarak son 20 yıldır her 8-9 ayda bir Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile (ya da yardımcıları ile) görüştü.
Böylece, her iki devlet başkanı da uluslararası ilişkilerde ancak geleceğin tarihçilerinin düzgün bir şekilde değerlendirebileceği sessiz bir devrim yapmış oldu. Geçmişte ise, 1962’deki Küba Füze Krizi’nin nedenlerinden birisi, SSCB’yi böylesine kilit bir NATO üyesinin topraklarından vurmayı amaçlayan Amerikan nükleer füzelerinin Türkiye’ye konuşlandırılmasıydı. Daha sonrasında 1990’larda ise, Çeçenistan’da Ruslara karşı savaş ilan eden çok uluslu teröristler, o zamanın Türkiye’sine sığınabilmişlerdi.
Öte yandan Rusya, yakın çağ ve yeni çağ tarihinin büyük bir bölümünde Türkiye’deki İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını ele geçirmeyi amaçlamıştı; ve en sonunda Rusya’nın gayesi, 1916’da Batı tarafından hazırlanan Sykes-Picot anlaşması ile resmen onaylanmıştı. O zamana kadar Rusya’nın bütün girişimlerini engelleyen Londra ve Paris’in, o dönemde çok şaşırtıcı bir şekilde Rusya’nın Türkiye’ye karşı saf tutmasını desteklemesi çok garip değil midir? Fakat bunun klasik bir Batı politikası olan, potansiyel rakiplerini birbirine düşürme çabası olduğunu düşünürsek, tüm durum açıklığa kavuşmaktadır.
Aynı şekilde bu varsayım, daha önce benzeri görülmemiş olan bugünün Türk-Rus ittifakının sırrını da açıklamaktadır. Batı, Türkiye’yi mükemmel bir NATO askeri üssü olarak gördü, ancak 35 yıldır AB üyeliğine başvurmasına rağmen sürekli reddedildi. Washington, Ankara’yı kendi Yakın Doğu stratejisinde kilit bir enstrüman olarak kullandı, ancak Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Suriye’nin kuzeyi ve birçok diğer bölgelerdeki çıkarlarını koruma hakkını yok saydı. En kötüsü ise, Batı – sözde o kadar çok demokrasiyi sevmesine rağmen – ülkeyi yeniden 1919’a götürebilecek olan, 2016’daki darbe girişimini destekledi.
Rusya da aynı düşmanca tutumla karşı karşıya kaldı. Rusya onlarca yıldır Batı’nın küçük bir ortağı olmaya çalıştı, ama her seferinde bir şeyler onlara göre yeterince mükemmel değildi. Şu anda ise Batı, aslında Batı kaynaklı olan Ukrayna krizinde, sürekli olarak Rusya’yı suçluyor. 2018’de aynı Batı, Suriye’de krizi çözmek için Türkiye ile birlikte hareket ederek yaptığı faaliyetlerden dolayı yine Rusya’yı kınamıştı. 2012’de Rusya henüz Şam’ı veya Kırım’ı aklından bile geçirmiyorken ve BM’nin Libya’ya askeri müdahale kararında Batı kampını desteklediğinde bile Batı, Rusya’daki LGBT gibi bir çok azınlığın haklarının ihlal edildiğini iddia etti.
Çok absürt değil mi? Bence bu tutumlarının kaynağını, Nazi Almanyası’nda kullanılan “alt insan” (Untermensch) kelimesi iyi özetliyor. Batılı güçler gerçekten de Türkiye’yi, Rusya’yı, İran’ı, Çin’i ve Afrika’yı bir ‘alt insan’, ikinci sınıf insan olarak görüyorlar. Öte yandan Putin ve Erdoğan, Çin Başkanı Xi, Etiyopya Başkanı Abiy ve diğer Batılı olmayan tüm liderler, diğer mevkidaşlarına eşit bir partner olarak yaklaşıyor.
Tabi ki Ankara ve Moskova’nın kendi arasında, Ukrayna’ya Bayraktar İHA’larının tedariki veya Rusya’nın Libya krizine ilişkin tutumu gibi birçok sorun var. Ancak bu iki ülkenin ayrıştığı noktalardan çok daha fazla ortak noktası bulunmakta. Bu sayede, Rus-Türk ticaret hacmi bu yıl 50 milyar dolara ulaşarak neredeyse iki katına çıkmak üzere; ve dahası bu ticaretin Batılı para birimleri yerine kendi ulusal para birimleri üzerinden yapılması da oldukça muhtemeldir.
Bu modeli uygulayarak, bu iki ülke birlikte adaletsizliği eşitliğe, diktatörlüğü adanmışlığa ve hegemonyayı bir harmoniye dönüştürerek, ABD’nin kıvılcımını çaktığı küresel kaos ortamını küresel bir güvenlik ortamına çevirebilir.
Bizim kuşağımız çocukluklarında, dedelerimizin kazandığı savaşlarla ilgili hikayeleri dinleyerek büyüdü. Şimdi ise, kendimize ait bir hikayemiz var: Yabancı aktörlerin ittifakımızı bozmak için çabaladığı tüm girişimlere rağmen yeni bir dünya modeli için amansız bir mücadele. Bu yükün altından kalkabilecek miyiz acaba?
Edvard Çesnokov Rusya’nın en büyük gazetelerinden Komsomolskaya Pravda’da Dış Haberler muhabiri ve Vladivostok kentinde bulunan Uzak Doğu Federal Üniversitesi’nde (DFVU) öğretim görevlisidir.