İsrail-Hamas savaşı patlak vermeden kısa bir süre önce ABD arabuluculuğunda İsrail ile normalleşme görüşmeleri yürüten Suudi Arabistan, 7 Ekim’den sonra uluslararası platformlarda İsrail’in Gazze saldırılarını diplomatik yolla durdurmak dışında pek bir varlık gösteremiyor. İslam dünyasının lideri iddiasındaki bir ülke için çelişkili görülen bu tavır Arap ve Müslüman halkların tepkisini de çekiyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale de Suudi Arabistan’ın, İslam dünyasının en önemli ve en köklü sorununda şu an durduğu yeri ve burada neden durduğunu, potansiyel kozlarını ve bu kozları hangi koşullarda kullanabileceğini açıklamaya çalışıyor.
***
Suudi Arabistan Gazze’deki Etkisini Nasıl Kullanabilir?
Riyad, İsrail ve Filistin’in geleceği üzerinde büyük bir etkiye sahip olabilir, ancak gerçek ve uygulanabilir bir barış süreci bekliyor.
Aziz Alghashian
Kısa bir süre önce dünyanın çoğu ABD-Suudi-İsrail “büyük Orta Doğu anlaşmasına” odaklanmıştı. Şu anki ölüm, yıkım ve gözlerimizin önünde cereyan eden felaket ortamı, savaştan önceki haftalar ve aylardaki potansiyel Suudi-İsrail normalleşmesini çevreleyen coşkudan çok uzak.
Bazı gözlemciler Hamas’ın 7 Ekim’deki iğrenç saldırılarına ve büyük bir savaşın patlak vermesine şaşırmış olsa da diğerleri uzun zamandır böyle bir şiddet patlamasından korkuyordu. Hem İsrail hem de ABD’nin Suudi Arabistan’la normalleşme anlaşması yapma konusundaki umutsuz arzuları nedeniyle, çözülmemiş ve kaynayan Filistin sorunu büyük ölçüde göz ardı edildi.
Hem İsrail hem de Amerika Birleşik Devletleri’nin normalleşmeyi zorlamak için kendilerine göre sebepleri vardı. Washington ve özellikle Joe Biden için böylesine büyük bir anlaşmaya aracılık etmek tarihteki mirasını sağlamlaştıracak ve 2024 seçim kampanyası için ihtiyaç duyulan diplomatik bir argüman sağlayacaktı.
Netanyahu için ise İslam’ın en kutsal iki mekanının koruyucusu olan Suudi Arabistan’ın İsrail’i tanıması stratejik bir zafer olacak. Suudi Arabistan İsrail’le ilişkileri normalleştirmeyi kabul ederse, Netanyahu hükümetini ya da İsrail’in gelecekteki herhangi bir hükümetini hem Filistinliler hem de İsrailliler için güvenliği sağlayan bir siyasi çözümü kolaylaştıracak önemli tavizler vermeye zorlayacak çok bir şey kalmayacak.
Savaş patlak verir vermez, insani bir felaketin ortaya çıkacağına dair uğursuz bir his vardı. Arap devletlerinin İsrail’i kınaması şüphesizdi. Daha az net olan şey, Arap devletlerinin kendi etki alanlarını nasıl kullanacaklarıydı. Enerji manzarası 1973’ten bu yana büyük ölçüde değiştiği için, “petrol kozu” bugün pek fazla etkili olmayacaktı.
Bu da Suudi Arabistan’ın bu krizde elindeki kozu nasıl kullanacağı sorusunu akla getiriyor. Petrol artık ABD ve İsrail üzerinde etkili bir baskı aracı olmasa da Riyad’ın diplomatik cephaneliğinde -doğru kullanıldığında- İsrail ve Filistin’in geleceğini şekillendirmede söz sahibi olmasını sağlayacak bazı araçlar var.
SAVAŞ SÜRDÜKÇE hem İsrail hem de ABD itibarlarını kaybediyor. Mültecileri zorla evlerinden etmek ve ardından insani yardım malzemelerini kesmek, askeri bir harekât için bırakın meşruiyet sağlamayı, destek kazanmanın bile zor bir yoludur. İnsani felaket büyüdükçe ABD, en azından Orta Doğu’da, uluslararası güvenilirliğini kaybediyor. İsrail’i Gazze’deki savaşını durdurmaya zorlayacak herhangi bir Suudi eylemi görmek gerçekçi olmasa da Suudi Arabistan İslam’ın kutsal mekanlarının koruyucusu olarak sahip olduğu sembolik konumu İsrail’e karşı kullanıyor.
Riyad, İsrail’in askeri saldırganlığının yasallığını ve kullandığı Amerikan diplomatik örtüsünü sorgulayan uluslararası bir anlatı oluşturmak için tasarlanmış diplomatik bir çabaya öncülük ediyor. Suudi yönetici eliti İsrail’in meşru müdafaa argümanını reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda diplomatik atağa da geçiyor. Suudi Dışişleri Bakanı, Arap Birliği ve İslam Devletleri Örgütü tarafından görevlendirilen ve çeşitli başkentleri gezerek derhal ateşkes ilan edilmesini savunan bir diplomatik komiteye liderlik ediyor.
Heyetin ilk durağı Pekin, ardından da Moskova oldu. Bu, Washington’a Suudi Arabistan’ın sürekli gelişen çok kutuplu dünyada başka seçenekleri de olduğuna dair açık bir işaretti. Buna ek olarak, komitenin BM’deki varlığı ve Arap-İslam grubunun sürekli önerileri, ABD’yi ateşkesin önünde bir engel olarak öne çıkararak ABD üzerindeki diplomatik baskıyı sürdürmeyi amaçlıyor.
Suudiler aynı zamanda gözden kaçan bir diplomatik aracı da kullanıyor: sessizlik. Ateşkesten önce herhangi bir siyasi tartışmayı açıkça reddetmeleri, İsrail’e savaş sonrasında net bir siyasi ufuk bırakmayarak da baskı yaratıyor. Suudi dışişleri bakanının dediği gibi, “Her gün onlarca kişi öldürülürken konuşulacak ne gibi bir gelecek var ki?”
Suudi yönetici elitlerinin “ertesi gün” hakkında herhangi bir tartışmadan kaçınmak için başka bir nedeni daha var. Bu fikrin gündeme getirilmesinin kalıcı bir ateşkes sağlanmasına yardımcı olmayacağına ve İsrail’in meşruiyeti sorgulanan mevcut saldırılarına örtülü bir meşruiyet kazandırarak suç ortağı olarak görülebileceğine inanıyorlar. Riyad bunu daha önce de yaşadı.
2006 yılında Hizbullah-İsrail savaşı patlak verdiğinde, o zamanki Suudi yönetici eliti hem İsrail’e hem de Hizbullah’a yönelik eleştirileri dengeleyen pragmatik bir tutum sergilemişti. Suudi Dışişleri Bakanlığı pan Arap davalarını desteklediklerini ancak “meşru direniş ile [Lübnan] içindeki unsurlar ve onların arkasındakiler tarafından girişilen hesapsız maceralar arasında bir ayrım yapılması gerektiğini” belirtti.
Verilen ölçülü tepki ve İsrail’in açıkça kınanması yönündeki genel beklenti göz önüne alındığında, bu iki yönlü eleştiri İsrail’in davranışlarına hoşgörü gösterildiğinin zımni bir işareti olarak yorumlandı. Bu, Suudi yönetici elitinin bugün kaçınmak istediği bir durum. Kendisinin İsrail’in siyasi amaçları doğrultusunda siyasallaştırılmasına izin vermek istemiyor. Başka bir deyişle, Suudi yönetici elitleri “manipüle edilmekten” kaçınmak istiyor.
Netanyahu sıklıkla “manipülasyon ustası” olarak anılır. Suudiler, ertesi gün hakkında herhangi bir siyasi tartışma başlatırlarsa, hatta gelecek senaryoları hakkında varsayımlarda bulunurlarsa, bunun kesinlikle Natenayhu’nun manipülatif eğilimlerine hizmet edeceğini biliyorlar. Netanyahu’nun BAE’nin Gazze’ye tıbbi yardımı, orada ortaya çıkan korkunç tıbbi krize bir yanıt değil de sanki Netanyahu’nun talebine dayanıyormuş gibi nasıl kurguladığı ortada. Suudi Arabistan, eylemlerinin ve açıklamalarının, Suudiler ve İsraillilerin Gazze’nin ertesi günü konusunda aynı fikirde olduklarını düşündürecek şekilde nasıl çarpıtılabileceğini iyi biliyor ki bu gerçeklerden çok uzak.
RİYAD’IN GERÇEK GÜCE SAHİP olduğu konu finansman. İsrail hiçbir zaman Suudi Arabistan ve diğer KİK ülkelerinin mali kapasitesiyle boy ölçüşemeyecek. Ekonomisi zor durumda ve bir kaynağa göre bu savaş sırasında haftada 600 milyon dolar kaybediyor. Bir başka rapora göre İsrail Merkez Bankası 2023-2025 yılları arasındaki savaş maliyetinin 53 milyar dolar olacağını iddia ediyor.
Suudilere, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerine ve Arap devletlerine koz veren de tam olarak bu, zira yeniden inşa çabaları İsrail’i gerçek bir barış sürecine doğru itmek için kullanılabilir. Aksi takdirde bölgenin kendini yeniden aynı durumda bulması -daha kötüsü olmasa da- an meselesi olacaktır.
Suudiler Filistinlilere mali destek vermekten hiçbir zaman kaçınmadılar. On yıllar boyunca bu desteğin büyük bir kısmını sağladılar ve yakın zamanda da bu destek azalacak gibi görünmüyor. Suudilerin karşı olduğu şey, yıkıma uğramış Gazze’yi İsrail’in güvenliği için yeniden inşa etmektir -özellikle de yıkımı gerçekleştiren tarafın İsrail olduğu düşünüldüğünde.
Şu anda İsrail ve Washington’da, İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri harekatının faturasını Suudi Arabistan ve diğer KİK ülkelerinin ödeyeceği yönünde bir düşünce hâkim. İsrail basınına sızan bir habere göre İsrail Başbakanı bir kabine toplantısında “Gazze’de atılacak ilk adım Hamas’ı yenmek olacak. Bunun ardından Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın Gazze Şeridi’nin rehabilitasyonunu destekleyeceğine inanıyorum” dedi.
Suudi Arabistan ve Körfez İşbirliği Konseyi devletlerinin, miras kalan bir felaketin yeniden inşası için ödeme yapmayı kabul edeceklerini ve daha sonra da bu felaketin güvenliğinin sorumluluğunu üstleneceklerini varsaymak, İsrail ve Batı’daki pek çok kişinin sahip olduğu saf yanılsamaları açığa çıkarıyor.
Batılı ve İsrailli tezler genellikle KİK devletlerini önce harcayıp sonra düşünen irrasyonel aktörler olarak tasvir ediyor; sanki KİK devletlerinin dünya sistemindeki tek işlevi diğer devletlerin sorunlarına para saçmakmış gibi. Bu gerçeklerden çok uzak. Günümüzde Suudi Arabistan’da krallığın çıkarlarına hizmet ettiği düşünülmeyen hiçbir harcama yapılmıyor, Suudi dış politikasının temeli “Önce Suudi” prensibine dayanıyor.
Yeniden inşa çabaları için Suudi fonlarının toplanmasındaki zorluklardan biri de Suudi Arabistan’ın kendisinin de yeniden inşa sürecinden geçiyor olması. Suudi Arabistan şu anda devleti yeniden yapılandırmak, 2030 vizyonu için hayati önem taşıyan mega projeler inşa etmek ve nihayetinde ekonomisini petrolden uzaklaştırarak devletin gelecek nesiller boyunca ayakta kalmasını sağlamak gibi devasa bir görev üstlenmiş durumda. Suudilerin parası var ama bu para Suudi Arabistan’ın geleceğine yatırım yapmak için. Yine de bu, Suudi yönetici elitinin gelecekteki bir Filistin devletine yatırım yapmaya ve altyapısının yeniden inşasına önemli ölçüde katkıda bulunmaya istekli olmadığı anlamına gelmez.
Suudi Arabistan ve diğer Arap devletlerinin Gazze’nin yeniden inşasına katkıda bulunma teşvikleri, doğru çerçevede, doğru ufukta ve doğru hedeflerle yapıldığı takdirde artırılabilir. Bu ortak hedeflerin başında bölgesel güvenlik geliyor, zira bu savaş Filistin meselesinin artık halının altına süpürülemeyecek bir mesele olduğunu gösterdi.
Bu savaş aynı zamanda Lübnan-İsrail sınırından Yemen açıklarında Kızıldeniz’deki uluslararası gemilere yönelik Husi saldırılarına kadar yayılma riskini ve tüm bölgeyi istikrarsızlaştırma potansiyelini de ortaya koydu. Bu bölgesel risk Suudiler için İsrail’e karşı bir koz ve kalıcı barış arayışları için bir teşvik unsuru olabilir.
“Bölgesel refah” Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın söyleminde sıkça kullanılan bir terim. İşte tam da bu açıdan bakıldığında Gazze’nin yeniden yapılandırılması için Suudi yatırımları görülebilir, ancak bu yatırımlar sadece bu çatışmanın temel sorunlarını çözmeyi amaçlayan ve siyasi ufku açık bir siyasi sürecin parçası olarak yapılabilir. Normalleşmeyi Suudi Arabistan teklif etmediği için İsrail üzerinde halihazırda bir baskı gücü var, ancak Gazze’de işleyen bir altyapı olmaması İsrail’in güvenlik endişeleri artacağından, Suudi Arabistan’ın yeniden yapılandırma çabalarına öncülük etmesi Suudilerin İsrail üzerindeki siyasi nüfuzunu daha da artıracaktır.
Bu çatışmanın doğası ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, sorumluluğu tek bir liderin üstlenmesi yerine uyumlu ve koordineli bir süreçte kendi kozlarını kullanarak durumu etkileyebilecek birkaç lider söz konusu. Suudilerin, krallığın son dönemdeki güçlü dış politikasına rağmen, kontrolü ele alacağını varsaymak pek olası değil.
Gerçek şu ki, Suudi Arabistan bu çatışmada her zaman öncü bir rol oynasa da geriden liderlik yaklaşımını tercih etti. Bu yaklaşım, siyasi cephede yer almadan ve potansiyel olarak stratejik çıkarlarını riske atmadan diplomatik ve sembolik ağırlığını kullanmasına izin verdi. Suudi yönetici elitleri, sonuçsuz bir süreç için çok fazla siyasi çaba harcadıkları sonucuna vardılar ve bu nedenle kendilerini Filistin-İsrail nihai statü müzakerelerinin karmaşıklığına asla sokmadılar.
Önceki barış süreciyle ilgili sorun, Filistinliler, İsrail ve Washington’daki ateşli savunucuları arasındaki dramatik güç asimetrisi göz önüne alındığında, yapısal olarak başarısızlığa mahkûm olduğunun kanıtlanmış olmasıdır. Riyad’ın bu konuda adım atıp daha iddialı bir tutum sergilemesinden önce, Suudi yönetici elitinin barış sürecinde net bir siyasi ufuk ve gelişmiş bir yapı görmesi gerekiyor. Bu noktada, sonucu şekillendirmek için ellerindeki hatırı sayılır mali gücü kullanabilirler.