Çevirmenin notu: Çevirmenin notu: Geçen yılın şubat ayında Ukrayna’daki askeri müdahalesiyle beraber Rusya, tarihteki en ağır ambargo rejiminin muhatabı haline geldi. Yaptırımlar, başta petrol ve doğalgazda Rusya’nın Avrupa pazarını tamamen kaybetmesine neden oldu. Yaptırımların etkilerinin hafifletilmesi konusunda Çin, İran ve Hindistan gibi aktörlerle ticari ilişkilerin derinleştirilmesi henüz yeterli birer alternatif değil ve bu ülkeler, ayrıca Batı’nın ikincil yaptırımlarına dair epey temkinli. Valday Tartışma Kulübü ve Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) program direktörü Doç. İvan Timofeev, yeni dönemde Moskova’nın atması gereken adımları değerlendirmiş.
Rusya batıdan gerçekten kopabilir mi?
İvan Timofeev — Valday Tartışma Kulübü
5 Nisan 2023
Rusya ile Batı arasındaki ilişkiler kapsamlı bir siyasi krize dönüşmeden çok önce, Rusya’daki yetkililer ve uzmanlar dünyanın geri kalanıyla bağları geliştirme konusundaki fikirlerini coşkuyla dile getiriyorlardı. Bu yöndeki rota, idari düzeyde eski Dışişleri Bakanı Yevgeniy Primakov’un görüşlerinden başlayarak 1990’ların başlarında zuhur etmeye başladı. Daha sonra çok vektörlü dış politika çerçevesinde pratikte de gelişme kaydedildi.
Batı ile çelişkilerin gittikçe büyümesi, uygulaması yavaş olsa da “Doğu’ya dönüş” fikirlerinin oluşumunu hızlandırdı. Nesnel altyapısal ve iktisadi koşulların yanı sıra bu türden bir “dönüş” için doğrudan ve ıstıraplı teşviklerin olmaması gelişimi sınırlıyordu. Ancak Rusya ile Batı arasındaki ilişkilerde yaşanan mevcut kriz, tüm görünüşüne rağmen geri döndürülemez nitelikte ve ABD’nin kontrolü dışındaki ülkelerle olan bağların sayısının ve niteliğinin artmasına neden oldu. “Yaptırım tsunamisi” ve Batı ile ilişkilerdeki çıkmaz, gecikmiş değişiklikler için oldukça keskin bir uyarıcı haline geldi. Aynı zamanda “dünya çoğunluğuna” giden yolda bizi bir dizi zorluk ve engel bekliyor. Moskova bunları gerçekçi ve objektif bir şekilde değerlendirmeli ve eksenin kendisinin tüm sorunlarımızı çözeceği yanılsamasından kaçınmalıyız. Önümüzde onlarca yıl sürecek zorlu ve zahmetli bir çalışma var.
Rusya’nın Batı dışındaki dünya ile ilişkilerinin geliştirilmesinde, birbiriyle ilişkili birkaç görevin dikkate alınması muhtemel. Bunlardan ilki, ABD ve müttefiklerinden nispeten bağımsız, yüksek derecede siyasi aktörlüğe sahip güç merkezlerinin oluşturulması. Bunların tek bir siyasi projede birleştirilmesi gerekmiyor. Aralarında bazı çelişkiler olabilir. Fakat güvenlik ve kalkınma alanlarında temel kararlar alma konusundaki bağımsızlıkları onları birleştiren temel özellik. Rusya’nın bunları tek başına pekiştirmesi ve sağlamlaştırması pek mümkün değil. Bununla berber temel konularda politik davranan Batı’ya meydan okuma seçeneğini örnekliyor. Herkes aynı yolu izlemeye hazır değil ama varlığı bile küresel boyuta sahip bir hadise.
Rusya ideolojik koşullar dayatmaktan kaçınırken yine de önemli bir emsal oluşturmayı başardı. Bu nedenle “Rus isyanının” bastırılması Batı için bir ilke meselesi. Moskova’nın zaferi —her ne şekilde olursa olsun— bu emsalin pekiştirilmesi anlamına gelecektir ki bu da Batı’ya karşı mücadelenin tavizsiz bir hal alacağı anlamına geliyor. Riskler son derece yüksek.
İkinci görev ise Batı dışındaki dünya ile etkileşim yoluyla modernleşme için güvenilir fırsatlar yaratmak. Burada başarı garanti olmaktan uzak. Her ne kadar mevcut sistemin kendine has sorunları olsa da “dünya çoğunluğu”, Batı merkezli küreselleşmeye sıkı sıkıya bağlı.
Bunların en bariz örneklerinden biri, Batı’nın küresel zincirlerdeki merkezi konumunu giderek artan bir şekilde siyasi bir araç olarak kullanması. Politikleşme, küresel finans ve tedarik zincirlerinden medya ve üniversitelere kadar geniş bir cephede gerçekleşiyor. Şimdiye kadar sistem dışarıdan bakıldığında istikrarlı görünse de memnuniyetsiz seslerin sayısı giderek artıyor. Eğer Rusya temelde Batılı finans kurumlarına ya da tedarik zincirlerine bağlı olmayan, uygulanabilir bir iktisadi model inşa etmeyi başarırsa, bu çok ciddi bir emsal teşkil edecek. Daha önce bu tür emsaller “haydut devletler” olarak adlandırılan ülkelerle ilişkilendirilmişti. Kuzey Kore ve İran gibi ülkeler, kendileri ve yurttaşlarına çıkan maliyetine rağmen temsilciliklerini korumayı ve işlevsel iktisadi modeller oluşturmayı başardılar. Bu modeller, yaptırımlar ve kısıtlamalar nedeniyle bozuldu. Fakat yine de varlar ve gelişiyorlar. Büyük ve zengin kaynaklara sahip bir güçte böyle bir alternatifin ortaya çıkması mevcut durumu önemli ölçüde değiştirir. Buna ek olarak büyük bir aktör olarak Çin de epey ihtiyatlı bir şekilde aynı yolu izliyor. Faydalı küresel bağlarını sürdüren ve ABD ile çatışmayı zorlamayan Pekin, yavaş yavaş dış kontura dirençli bir iktisadi sistem inşa ediyor. Rusya’nın izlediği yol bu noktada faydalı, zira Çinliler rakiplerinin ve hasımlarının etkisinden korunarak kendi iktisadi sistemlerini inşa etmede bir ortak edinmiş oluyorlar. Aynı zamanda Pekin, durumun rayından çıkmasına neden olacak devrimci atılımlara pek sıcak bakmıyor.
Üçüncü görev ise Batı karşısında güvenliğin tesis edilmesi. Çatışma, Rusya’nın güvenliğini büyük ölçüde zayıflattı. Batı sınırlarımızda güçlü, teknolojik olarak gelişmiş ve konsolide olmuş bir ittifakla karşı karşıyayız. Askeri gücü artacak ve Moskova’ya karşı konumlanacak. Ukrayna’daki askeri durum, tehditlerin bundan sonraki dinamiklerini belirleyecek. Rusya ile NATO arasında açık bir askeri çatışma olasılığı giderek daha gerçekçi bir hal alıyor. Bu senaryonun önlenmesi, diplomatik faktörlerden ziyade askeri faktörlerin başrol oynadığı kilit bir askeri-politik öncelik haline geldi. İhtilafın barışçıl çözümü için gerekli önkoşullar henüz görünürde yok. Barış anlaşması ya da ateşkesin eninde sonunda gerçekleşeceğini varsayarsak bu anlaşmanın istikrarı sorunu ortaya çıkar. Minsk-II ile yaşadığımız feci tecrübe, bazı Batı Avrupalı liderlerin de doğrudan teyit ettiği üzere bunun çatışmanın bir sonraki aşaması için bir kılıf olabileceğini gösterdi. Avrupa-Atlantik bölgesi ülkeleri, doğrudan askeri-politik bir tehdit olmaya devam edecek.
Bu durum Batı ile tüm bağların koparılması ve sancısız bir yeniden yapılanma anlamına mı geliyor? Hayır. Rusya’nın Batılı komşularıyla olan bağları yüzyıllardır üzerine konarak devam ediyor. Bugünkü gibi güçlü bir kriz bile bunları bir gecede kesemez. Batı’nın kendi içinde hem ideolojik hem de tamamen maddi bir tabakalaşma var. Genel siyasi sloganlar cephesinin ardında son derece heterojen bir siyasi ve zihinsel alan yatıyor. Bu alan tuhaf bir şekilde postmodernizm ve ultra-liberalizm ile muhafazakârlık ve gelenekçiliği bir araya getiriyor. Dahası, sonuncusu pozisyonların Rusya’ya yakınlığını tayin etmiyor. Mesela Polonya, Avrupa’nın en muhafazakâr ülkelerinden biri. Fakat muhafazakârlık kendi başına Rusya ile yakınlaşmanın siyasi ön koşullarını yaratmıyor.
Siyasi yakınlaşmanın ön koşulu olarak kültürlerin, değerlerin ve zihniyetlerin yakınlığına itimat etmek mümkün değil. Öte yandan bu tür bağların varlığı, siyasi ilişkiler ne kadar uzak olursa olsun, Rusya ve çeşitli Batı ülkelerine benzer koordinatlar ve insani bağlar sağlamaya devam edecek. Çatışmalar karşısında bile insan kalabilmek, düşmanlık, nefret ve siyasi çatışmaların ortasında kültürel, insani ve nihayetinde ailevi bağları sürdürebilmek çok daha zor ama yine de çok önemli bir görev.
“Dünya çoğunluğu” ile ilişkilerimizde benzer bir kültürel ortaklık yok. Fakat bu durum pragmatik ilişkilerin kurulmasına engel değil. Bu, kültürel mesafenin sonsuza kadar önemli kalacağı anlamına mı geliyor? Hayır. Batı dışındaki çok çeşitli ülkelerle çalışırken kültürel yetkinliklerimizi geliştirmemiz gerekecek. Burada medeniyet çeşitliliği inanılmaz boyutlarda. Rusya’da Sinoloji, Arap çalışmaları, İndoloji ve diğer pek çok alanda eşsiz okullar var. Ancak ne yazık ki bu kurumsal avantajlar, Doğu’ya tam teşekküllü bir dönüşün gerektirdiği görevleri yerine getirme konusunda son derece sınırlı. Avrupa dillerini konuşmamız, Avrupa edebiyatını özümsememiz ve Batı’nın tüm çeşitliliğiyle birlikte Avrupa kültüründen bir insanı az çok anlamamız normal. Aynı zamanda dost kalan ülkelerin edebiyatı, kültürü ve zihniyetleri hakkında çok az şey biliyoruz. Komple bir geri dönüş için Lomonosov Moskova Devlet Üniversitesi’ndeki Asya ve Afrika Ülkeleri Enstitüsü gibi onlarca okula ihtiyacımız olacak, dil öğretmenlerinden bahsetmiyorum bile. Bu tür yetkinlikler olmadan Çin, Hindistan ve diğer pek çok toplumun derinliklerinde çalışmak imkânsız olmasa da son derece zor olacak.
Bunun yanında dünyanın çoğunluğunu oluşturan ve bize dost olan ülkelerin de kendi ulusal çıkarları olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmamız gerekecek. Rusya ile dostluk uğruna bunları feda etmeleri pek olası değil. Her seferinde, nihayetinde Moskova’nın faydasına olmayacak bir dizi talep ve zorunlulukla karşı karşıya kalacağız. Batı dışındaki pek çok ülke Batı ile yakın ilişkiler sürdürüyor. Bunların önemli bir kısmı, bazı durumlarda bu kazanç atalet içinde olsa bile Batı merkezli küreselleşmeden faydalanmaya devam ediyor. Dahası, pek çoğu kültürel kimliklerini ve mümkünse siyasi egemenliklerini korurken Batı modeline dayalı bir modernleşme süreci uyguluyor ama ekonomi, üretim, yönetim, eğitim, bilim, teknoloji vb. alanlarda Batı standartlarını kullanmaktan çekinmiyor.
Rusya, dost ülkelerle bağlar kurarken ve bu bağları sürdürürken, tıpkı Aristo’nun fikirlerinin Ortaçağ Avrupa’sına Arap entelektüeller aracılığıyla gelmesi gibi, bazı Batılı modellerin Rusya’ya yine Doğu aracılığıyla gelmesi gibi bir durumla karşı karşıya kalabilir. Rusya’nın Batı ile Batı dışındakiler arasında bir seçim yapması zor olacak, zira böyle bir seçim pratikte mümkün değil. Bunun yerine Rusya’nın çeşitli kültürler ve yaşam biçimleriyle ilişki kurması gerekecek.
Konuşmaktan çok dinlememiz ve öğretmekten çok öğrenmemiz gerekebilir. Önümüzde zorluklar karşısında sabır, tahammül ve bazen de tevazu gerektirecek bir dönem var ki bunlar olmadan yeni bir tarihsel çağda hayatta kalmak zor olacak.