Çin-Rusya ilişkileri genellikle sadece jeopolitik açısından değerlendiriliyor. NATO yanlısı jeopolitikçiler şöyle bakıyorlar: felaket, Rusya ve Çin arasında bir blok kuruluyor, durdurmalıyız. Asyacı jeopolitikçiler de şöyle bakıyorlar: yaşasın, Rusya ve Çin arasında bir blok kuruluyor, desteklemeliyiz.
Her ikisi de yanlış. Nesnelliği olmayan bir disiplin olarak jeopolitik, tamamen siyasidir, ama siyasetin kendisi de tamamen sınıfsaldır.
Dış ilişkiler içerideki sınıf kompozisyonunun eseridir ve ona etkide bulunur; ama bir ülkeyle (Çin) sürdürülen dış ilişkilerin içerideki sınıf kompozisyonunu böylesine doğrudan ilgilendirdiği Rusya’dan başka bir ülke daha zor bulunur.
Dört başlıkta bakalım: işçi sınıfı, küçük ve orta burjuvazi, büyük burjuvazi, Kremlin.
İşçi sınıfının büyük bir bölümünün temsilcisi olma niteliğini koruyan Komünist Partisi için Çin, küresel bir NEP anlamına gelmekle kalmaz, Rusya’da kapitalist restorasyona yol açan problemlerin ideal çözümünü de temsil eder. Bu öyle büyük önem taşıyor ki, Komünist Partisi geçen kasım plenumu raporunda “Çin Deniz Feneri” başlığıyla özel bir bölüm açmıştı. RFKP Merkez Komitesi orada, (Çin’de) “hızlı iktisadi büyümenin kapitalist sınıfların iştahına değil bütün halkın menfaatlerine hizmet ettiğini” vurgulamış, Si Tsinpin’in şu sözlerini hatırlatmıştı: “Biz reformları hiç de Çin’in özgüllüklerini taşıyan bir sosyalizm kötü olduğu için değil, bu sosyalizm daha da iyi olsun diye derinleştiriyoruz.” RFKP aynı yerde, ÇKP’nin yönetici rolünün de altını çizmişti: “SSCB’nin trajik tecrübesi, komünist partisinin yönetici rolünden vazgeçilmesinin kaçınılmaz olarak toplumu kaosa sürüklediğini ve kapitalist restorasyona yol açtığını gösterdi.” Dolayısıyla RFKP’ye göre ÇKP’nin iktidarda kalması ülkenin sosyalist geleceğinin de garantisidir. RFKP, Çin yönetiminin en temel ideolojik-siyasi ilkelerinin savunulmasını görev sayıyordu: “Çin’in özgüllükleri”, “sosyalist devletin çokyönlü modernizasyonu”, çevre meselesine yapılan güçlü vurgu; Çin’in “jeopolitik” stratejisinin ana kavramları: “insanlığın ortak kaderi”, “tek kuşak tek yol”; bu stratejinin teşkilat organları: “emperyalist küreselleşmeye karşı sağlam bir denge” oluşturma potansiyeli sunan ŞİÖ, BRICS, vb.
Plenum raporunun ilgili bölümünün en dikkat çekici ifadesi ise, son cümleleriydi: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin tecrübesi evrensel bir önem kazanmış bulunuyor. Bu tecrübe derin bir inceleme ve yararlanmayı hak ediyor. Rusya yetkililerinin Çin’deki iktisadi, sosyal ve bilimsel-teknolojik gelişmeden öğrenecekleri işte bunlardır. Gerçek bir egemenliği sadece bu garanti eder.”
Küçük ve orta burjuvazi için NEP, “azami iktisadi hürriyetten” (bu, Putin’in 24 Şubat’tan beri ekonomiyle ilgili hemen bütün konuşmalarında kullandığı bir postüladır) başka Rusya tarihinin en demokratik kesitine, Rusya aydınının asr-ı saadetine geri dönüş demektir. Bu, küçük burjuvazinin yükselmesinin önüne hiçbir engel konulmadığı bir dönemdir.
NEP’in önemi nedir? Lenin’in RKP(b) 10’uncu kongresinde NEP’i duyurduğu 15 Mart 1921’in arifesindeki durumu hatırlayalım: iç savaş Ukrayna’dan Sibirya’ya kadar devam ediyor, devrim için alarm zillerini çalan Kronştadt ayaklanması kısa bir süre önce bastırılmış, Petrograd ve Moskova fabrikaları çalışmıyor çünkü yakıt yok, kitlesel açlık kapıda, “savaş komünizmi” özellikle köylülük üzerindeki ağır yüküyle iktisadi bir felaket hazırlamış… Böyle bir ortamda NEP, devletin dış ticaret tekeli altında küçük ve orta burjuvazinin sermaye birikimine imkân sağlıyor, iç savaşın kazanılmasının maddi şartları hazırlanıyor, ülke 1914’ten beri ilk defa normalleşiyor. Aslında fiilen 1920’de uygulanmaya başlayan NEP hukuken 1931 sonunda yerini sanayileşmeye bıraktığında ülke tamamen başka bir görünümdeydi: savaşın deklase ettiği işçi sınıfının yerine yenisi doğmuş, sağda solda NEP zenginleri daha da yükselmenin yollarını arıyor; bütün Rusya tarihinin en demokratik dönemi.
Orta burjuvazi açısından mevcut durum daha ayrıntılı incelenmeli. 24 Şubat’tan önceki orta burjuvazi büyük oranda deklase oldu, geleneksel olarak Navalnıy vb. liberal muhalefeti destekleyen bu kesim, servetlerinin büyüklüğüne göre, yeterince varlıklı değilse eski Sovyet ülkelerine, biraz daha iyi durumdaysa Türkiye’ye, kendi sınıfının tepesindeyse de Birleşik Arap Emirlikleri veya Avrupa’nın güney sahillerine göçtü. Bunlar yanlarında, aynı siyasi programı savundukları, küçük burjuvazinin görece müreffeh ve daha az gelecek kaygısı duyan bir kesimini de (bilişim uzmanları) götürdü.
Gidenlerin bu ikinci halkası gerçekten de bir sorun teşkil ediyor, zira yaptırımların önemli bir bölümü Rusya’nın teknolojik gelişme altyapısını hedef alıyordu. Aslında aklıevvel “ultra-yurtseverler” (veya “urra-yurtseverler”) dışında hemen herkes bu durumun teknolojik gelişme potansiyeli açısından yarattığı tehdidin farkındaydı; Komünist Partisi’nin Birleşik Rusya’daki “urracılara” karşı çıkarak bu insanların geri dönüşü için şartları yaratmayı telkin etmesi dikkat çekicidir. Ama ilk halkanın, orta burjuvazinin ortadan kalkması bir sorun olmaktan ziyade büyük bir fırsat teşkil ediyordu, zira böylelikle yeni bir orta burjuvazi oluşturulmasının önü açıldı.
24 Şubat sonrası sürecin içeride sınıf kompozisyonuna yaptığı en önemli, en “devrimci” etki budur. Böylece liberal muhalefetin sınıfsal temeli ortadan kalkarken yeni orta burjuvazi tarafsız-bonapartist devlet talebiyle Kremlin’in neredeyse kayıtsız şartsız destekçisi haline geldi.
Putin’e verilen desteğin sınıfsal temeliyle ilgili somut bir araştırmaya rastlamadım. Anketler yapılırken gelir durumu sorulsa bile bunlar (mesela VTSiOM’un çalışmalarında) sonuçlara yansımıyor. Ancak 24 Şubat’tan sonra Putin’e olan destekteki muazzam artışın (5 Aralık 2021’de yüzde 63,5’ten 3 Nisan 2022’de yüzde 81,6’ya çıktı, o zamandan beri de sadece 2 defa yüzde 78’e düştü) bu yeni orta burjuvazinin tutumuyla ve küçük burjuvazinin artan desteğiyle de ilişkilendirilmesi gerektiğinden kuşku duymuyorum. Bu kesim, ister içeride küçük ve orta ölçekli sanayiyle, ister perakende veya toptan ticaretle, ister dış ticaretle uğraşsın, teknoloji, ithalat girdisi ve mamul madde ihtiyacında ve ihracatta Çin’e bağımlı. Çin, bu orta burjuvazinin gözünde, KP için olduğu gibi ideolojik bir “deniz feneri” değilse bile siyasi olarak ideal bir bonapartizm örneği olarak görülüyor.
Büyük burjuvazi için Çin’le ilişkiler hem potansiyel hem de tehdit anlamına gelir. Potansiyel çok açık: batıda yaptırımlarla kapanan dış pazarlar doğuda hâlâ açık ve eğer burjuvazi üretime devam edecekse bunu ancak doğuya açılarak yapabilir. Ama çok fazla “eğer” var. Birincisi, batı ile cepheleşme büyük burjuvazinin tercihi değildi; tersine, “eğer” Kremlin Ukrayna tehdidi yüzünden eyleme geçmeseydi, büyük burjuvazinin komprador niteliği desteklenirdi, böylece ne batı pazarı ortadan kalkardı, ne de istifçi eğilimleri üretkenliğinden çok daha fazla olan burjuvazi böylesine büyük kayba uğramaz, troyka kontrolündeki offshore hesapları sorunsuz işlemeye devam ederdi. Dolayısıyla, çatışmanın sona erdirilmesi ve troyka ile yeni bir sulh dönemine girilmesi büyük burjuvazinin tercihidir, ama iktidar mekanizmalarından büyük ölçüde dışlanmış olan ve dışlanmaya devam eden burjuvazi bu amacına ulaşabilecek güçte değil. İkincisi, doğu pazarı istifçi eğilimlere karşı devlet denetiminin artması anlamına da gelir. Doğru, bir yandan Rusya’nın bakirliği içinde (uluslararası şirketlerin uzaklaşması bu bakir niteliği güçlendiriyor) üretken burjuvazi için büyük imkânlar sunar. Ama diğer yandan bu imkânlar bağımsız değildir ve burjuvaziyi devlet denetiminden başka devlet planlamamasına da mecbur edebilir. Herhangi bir ülkede burjuvazinin üretken veya istifçi olması bir tercih değildir, bu onun niteliğini tayin eden tarihi şartların ve bu niteliği tahkim eden dünya kapitalist sisteminin gereği olarak öyledir. Tarihi olarak, Rusya’da büyük burjuvazinin ortaya çıkışı (Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon) onu böyle şekillendirmiştir. Küresel olarak, neredeyse tamamen finanslaşmaya dayanan neoliberal dünya sistemi bugün gırtlağından nefes değil ölüm hırıltıları yükseliyor olsa bile herhangi bir çevre ülkesinin burjuvazisine mali bağımlılıktan başka imkân vermiyor.
Gene de büyük burjuvazinin bir bölümü bu çoklu denklemden, Kremlin’le çatışmaya girmeksizin, ama mümkün olduğunca siyasi bağımsızlık elde ederek çıkmaya çalışıyor.
Deripaska’nın Credit Suisse kriziyle ilgili söyledikleri çok dikkat çekicidir. Bu kurnaz ve zeki (iki niteliğe nadiren birlikte rastlanır) oligark, Credit Suisse’in arkasından UBS’nin de tepetaklak yuvarlanacağını, çünkü Amerikan Merkez Bankası’nın faizleri “delice” artırarak “çok ileriye gittiğini” söylüyor. Deripaska’ya göre batı ekonomisi “fazlasıyla pazar ekonomisi” ve ciddi bir dengesizliğe tahammülü yok; ama Moskova’nın da “sevinmesi için erken”. Çin’e gelince, tam da bu süreçte Amerikan Maliye Bakanlığı’nın hazine kâğıtlarını satmaya başlayarak “Amerikan ekonomisine bıçağı saplayabilir”. Bu yüzden batının (ifadenin kabalığından ötürü bağışlayın) “donunu indirip Çinlilerin önünde eğilmesi gerek”.
Bu sözlerin meali şöyle yapılabilir: biz de “fazlasıyla pazar ekonomisi” olmaktan çıkmak istiyoruz (büyük burjuvazinin sınırsız tekelleşme eğilimini yansıtıyor; böylelikle orta burjuvazinin yükselişini de engeller), bunun için devlete katılmalıyız. Demek ki Deripaska, ısrarlı talebini (devletin burjuvaziye açılması) devam ettiriyor. “Offshore istifçisi kötü burjuvalar gibi değil, iyi ve üretken burjuva” rolü oynamaya çalışıyor ve bunu iktidar katında itibar ve ikbal kazanmak için yapıyor. Ama uluslararası ilişkiler açısından da sunduğu çözüm, bütünüyle sistem içi bir çözüm: bizim de Çin gibi bolca Amerikan hazine tahvilimiz olsaydı onları felç edebilirdik!
Kremlin’in durumu son derece özgün, zira (devamlı vurguladığım gibi) bonapartist nitelikleri belirleyici. Jeopolitikle karşılaştığımız ve bu yalancı disiplinin sınıf çatışmalarının gerçek muhtevasını örttüğü yer de burası: mesele sadece Kremlin’in jeopolitik tercihlerinden veya jeopolitik mecburiyetlerinden ibaretmiş sanılıyor. Bütün bunları tetikleyen ülke içi ve uluslararası sınıf ilişkileri (içeride sınıf kompozisyonu, dışarıda troykanın hâkim olduğu neoliberal dünyada gelişme imkânlarının tamamen silinmiş olması) gölgede kalıyor.
Bu, yalancı disiplinin işlevsiz olduğu anlamına gelmez. Jeopolitik küçük devletler için bütünüyle yıkıcı sonuçlar doğurur, ama büyük devletler için gayet işlevsel olabilir, zira uluslararası meselelerde kararlar almak için uluslararası ilişkilerin gerçek muhtevasına (sınıflara) bakmaya gerek yok. Bu anlamda, Kremlin açısından mesele “ideolojik” değil, bütünüyle işlevseldir. Sosyalizmin de Kremlin için bir yönetme kültüründen, özgül bir yönetim biçiminden ibaret olması, bu işlevselliği besler.
Çin, bu işlevselliği temsil ediyor.
Putin’in dün Si Tsinpin’i Kremlin’deki gayriresmi kabulünde söylediği şu sözleri, Kremlin’in yaklaşımının son derece samimi bir ifadesi saymak gerek:
“Çin’de gayet etkin bir iktisadi kalkınma ve devleti güçlendirme sistemi kuruldu. Bu, başka ülkelerde olduğundan çok daha etkin. Bu aşikâr bir olgu.”
Belli belirsiz bir hayranlık da seziliyor. Tıpkı Komünist Partisi’nin Çin’de, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyona yol açan şartlardan çıkış yolunu görüyor olması gibi, Kremlin de iktisadi kalkınma, güçlü devlet ve işlevsel yönetim görüyor. Bu, tıpkı Komünist Partisi için olduğu gibi Kremlin için de bir ideal çözüm formülüdür. İstikrarlı bir kalkınmayı garanti eden, içeride sosyal çatışmayı önleyen, devletin tayin edici rol oynadığı bir model: Kremlin için Çin’in özü budur. Bu modelin adının ne olduğu, hangi ideolojik ilkelere dayandığı bir önem taşımıyor. Bu model ancak küçük ve orta burjuvazinin “azami iktisadi hürriyete” sahip olması, işçi sınıfının gelir ve refah seviyesinin korunması ve mümkün olduğunca yükseltilmesi, büyük burjuvazinin de dizginlenmesiyle mümkün olur. Modelin kilidi, siyasetin tayin ediciliğinde yatar. Bu, Kremlin’in Sovyet tecrübesinden öğrendiği şeydir aynı zamanda: Putin birçok yerde, Sovyet sistemini dağıtan şeyin Komünist Partisi tekelinin ortadan kalkması olduğunu vurgulamıştı. Bu doğru vargının, Komünist Partisi’nin yukarıda alıntıladığım görüşüyle bütünüyle örtüşmesi tesadüf değildir.
Diğer sınıflar açık ve kesin bir şekilde Kremlin’in arkasında durduklarına göre burada sorun, büyük burjuvazinin nasıl dizginleneceğidir.
“Rusya…”da Rotenbergler üzerinde önemle durmuştum. Bu, özel bir durum olmaktan ziyade yeni bir eğilimi temsil eder; Deripaska’nın (ve başkalarının da) devlet adamlığı hülyalarının tatmini için bir yol olabilir ama bundan memnun kalmayacakları da açık. Özetle, formül şudur: büyük şirketler devletin büyük hissedar olduğu, “stratejik sektör” olarak tanımlanan konsorsiyumlara katılmaya zorlanır; bu, şirket sahibi oligarkın hareket serbestliğini ortadan kaldırır ve devlet planlamasına uymak zorunda bırakır; bir çeşit rüşvet olarak da oligarkın kendisine sadece yetkileri daraltılmış bir tür CEO işlevi yüklenir. Mülkiyet ilişkisine hukuken dokunulmaz, ama kontrol ve planlama derinleştirilir.