GÖRÜŞ
Rusya Çin’den ne bekliyor?
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınÇin-Rusya ilişkileri genellikle sadece jeopolitik açısından değerlendiriliyor. NATO yanlısı jeopolitikçiler şöyle bakıyorlar: felaket, Rusya ve Çin arasında bir blok kuruluyor, durdurmalıyız. Asyacı jeopolitikçiler de şöyle bakıyorlar: yaşasın, Rusya ve Çin arasında bir blok kuruluyor, desteklemeliyiz.
Her ikisi de yanlış. Nesnelliği olmayan bir disiplin olarak jeopolitik, tamamen siyasidir, ama siyasetin kendisi de tamamen sınıfsaldır.
Dış ilişkiler içerideki sınıf kompozisyonunun eseridir ve ona etkide bulunur; ama bir ülkeyle (Çin) sürdürülen dış ilişkilerin içerideki sınıf kompozisyonunu böylesine doğrudan ilgilendirdiği Rusya’dan başka bir ülke daha zor bulunur.
Dört başlıkta bakalım: işçi sınıfı, küçük ve orta burjuvazi, büyük burjuvazi, Kremlin.
İşçi sınıfının büyük bir bölümünün temsilcisi olma niteliğini koruyan Komünist Partisi için Çin, küresel bir NEP anlamına gelmekle kalmaz, Rusya’da kapitalist restorasyona yol açan problemlerin ideal çözümünü de temsil eder. Bu öyle büyük önem taşıyor ki, Komünist Partisi geçen kasım plenumu raporunda “Çin Deniz Feneri” başlığıyla özel bir bölüm açmıştı. RFKP Merkez Komitesi orada, (Çin’de) “hızlı iktisadi büyümenin kapitalist sınıfların iştahına değil bütün halkın menfaatlerine hizmet ettiğini” vurgulamış, Si Tsinpin’in şu sözlerini hatırlatmıştı: “Biz reformları hiç de Çin’in özgüllüklerini taşıyan bir sosyalizm kötü olduğu için değil, bu sosyalizm daha da iyi olsun diye derinleştiriyoruz.” RFKP aynı yerde, ÇKP’nin yönetici rolünün de altını çizmişti: “SSCB’nin trajik tecrübesi, komünist partisinin yönetici rolünden vazgeçilmesinin kaçınılmaz olarak toplumu kaosa sürüklediğini ve kapitalist restorasyona yol açtığını gösterdi.” Dolayısıyla RFKP’ye göre ÇKP’nin iktidarda kalması ülkenin sosyalist geleceğinin de garantisidir. RFKP, Çin yönetiminin en temel ideolojik-siyasi ilkelerinin savunulmasını görev sayıyordu: “Çin’in özgüllükleri”, “sosyalist devletin çokyönlü modernizasyonu”, çevre meselesine yapılan güçlü vurgu; Çin’in “jeopolitik” stratejisinin ana kavramları: “insanlığın ortak kaderi”, “tek kuşak tek yol”; bu stratejinin teşkilat organları: “emperyalist küreselleşmeye karşı sağlam bir denge” oluşturma potansiyeli sunan ŞİÖ, BRICS, vb.
Plenum raporunun ilgili bölümünün en dikkat çekici ifadesi ise, son cümleleriydi: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin tecrübesi evrensel bir önem kazanmış bulunuyor. Bu tecrübe derin bir inceleme ve yararlanmayı hak ediyor. Rusya yetkililerinin Çin’deki iktisadi, sosyal ve bilimsel-teknolojik gelişmeden öğrenecekleri işte bunlardır. Gerçek bir egemenliği sadece bu garanti eder.”
Küçük ve orta burjuvazi için NEP, “azami iktisadi hürriyetten” (bu, Putin’in 24 Şubat’tan beri ekonomiyle ilgili hemen bütün konuşmalarında kullandığı bir postüladır) başka Rusya tarihinin en demokratik kesitine, Rusya aydınının asr-ı saadetine geri dönüş demektir. Bu, küçük burjuvazinin yükselmesinin önüne hiçbir engel konulmadığı bir dönemdir.
NEP’in önemi nedir? Lenin’in RKP(b) 10’uncu kongresinde NEP’i duyurduğu 15 Mart 1921’in arifesindeki durumu hatırlayalım: iç savaş Ukrayna’dan Sibirya’ya kadar devam ediyor, devrim için alarm zillerini çalan Kronştadt ayaklanması kısa bir süre önce bastırılmış, Petrograd ve Moskova fabrikaları çalışmıyor çünkü yakıt yok, kitlesel açlık kapıda, “savaş komünizmi” özellikle köylülük üzerindeki ağır yüküyle iktisadi bir felaket hazırlamış… Böyle bir ortamda NEP, devletin dış ticaret tekeli altında küçük ve orta burjuvazinin sermaye birikimine imkân sağlıyor, iç savaşın kazanılmasının maddi şartları hazırlanıyor, ülke 1914’ten beri ilk defa normalleşiyor. Aslında fiilen 1920’de uygulanmaya başlayan NEP hukuken 1931 sonunda yerini sanayileşmeye bıraktığında ülke tamamen başka bir görünümdeydi: savaşın deklase ettiği işçi sınıfının yerine yenisi doğmuş, sağda solda NEP zenginleri daha da yükselmenin yollarını arıyor; bütün Rusya tarihinin en demokratik dönemi.
Orta burjuvazi açısından mevcut durum daha ayrıntılı incelenmeli. 24 Şubat’tan önceki orta burjuvazi büyük oranda deklase oldu, geleneksel olarak Navalnıy vb. liberal muhalefeti destekleyen bu kesim, servetlerinin büyüklüğüne göre, yeterince varlıklı değilse eski Sovyet ülkelerine, biraz daha iyi durumdaysa Türkiye’ye, kendi sınıfının tepesindeyse de Birleşik Arap Emirlikleri veya Avrupa’nın güney sahillerine göçtü. Bunlar yanlarında, aynı siyasi programı savundukları, küçük burjuvazinin görece müreffeh ve daha az gelecek kaygısı duyan bir kesimini de (bilişim uzmanları) götürdü.
Gidenlerin bu ikinci halkası gerçekten de bir sorun teşkil ediyor, zira yaptırımların önemli bir bölümü Rusya’nın teknolojik gelişme altyapısını hedef alıyordu. Aslında aklıevvel “ultra-yurtseverler” (veya “urra-yurtseverler”) dışında hemen herkes bu durumun teknolojik gelişme potansiyeli açısından yarattığı tehdidin farkındaydı; Komünist Partisi’nin Birleşik Rusya’daki “urracılara” karşı çıkarak bu insanların geri dönüşü için şartları yaratmayı telkin etmesi dikkat çekicidir. Ama ilk halkanın, orta burjuvazinin ortadan kalkması bir sorun olmaktan ziyade büyük bir fırsat teşkil ediyordu, zira böylelikle yeni bir orta burjuvazi oluşturulmasının önü açıldı.
24 Şubat sonrası sürecin içeride sınıf kompozisyonuna yaptığı en önemli, en “devrimci” etki budur. Böylece liberal muhalefetin sınıfsal temeli ortadan kalkarken yeni orta burjuvazi tarafsız-bonapartist devlet talebiyle Kremlin’in neredeyse kayıtsız şartsız destekçisi haline geldi.
Putin’e verilen desteğin sınıfsal temeliyle ilgili somut bir araştırmaya rastlamadım. Anketler yapılırken gelir durumu sorulsa bile bunlar (mesela VTSiOM’un çalışmalarında) sonuçlara yansımıyor. Ancak 24 Şubat’tan sonra Putin’e olan destekteki muazzam artışın (5 Aralık 2021’de yüzde 63,5’ten 3 Nisan 2022’de yüzde 81,6’ya çıktı, o zamandan beri de sadece 2 defa yüzde 78’e düştü) bu yeni orta burjuvazinin tutumuyla ve küçük burjuvazinin artan desteğiyle de ilişkilendirilmesi gerektiğinden kuşku duymuyorum. Bu kesim, ister içeride küçük ve orta ölçekli sanayiyle, ister perakende veya toptan ticaretle, ister dış ticaretle uğraşsın, teknoloji, ithalat girdisi ve mamul madde ihtiyacında ve ihracatta Çin’e bağımlı. Çin, bu orta burjuvazinin gözünde, KP için olduğu gibi ideolojik bir “deniz feneri” değilse bile siyasi olarak ideal bir bonapartizm örneği olarak görülüyor.
Büyük burjuvazi için Çin’le ilişkiler hem potansiyel hem de tehdit anlamına gelir. Potansiyel çok açık: batıda yaptırımlarla kapanan dış pazarlar doğuda hâlâ açık ve eğer burjuvazi üretime devam edecekse bunu ancak doğuya açılarak yapabilir. Ama çok fazla “eğer” var. Birincisi, batı ile cepheleşme büyük burjuvazinin tercihi değildi; tersine, “eğer” Kremlin Ukrayna tehdidi yüzünden eyleme geçmeseydi, büyük burjuvazinin komprador niteliği desteklenirdi, böylece ne batı pazarı ortadan kalkardı, ne de istifçi eğilimleri üretkenliğinden çok daha fazla olan burjuvazi böylesine büyük kayba uğramaz, troyka kontrolündeki offshore hesapları sorunsuz işlemeye devam ederdi. Dolayısıyla, çatışmanın sona erdirilmesi ve troyka ile yeni bir sulh dönemine girilmesi büyük burjuvazinin tercihidir, ama iktidar mekanizmalarından büyük ölçüde dışlanmış olan ve dışlanmaya devam eden burjuvazi bu amacına ulaşabilecek güçte değil. İkincisi, doğu pazarı istifçi eğilimlere karşı devlet denetiminin artması anlamına da gelir. Doğru, bir yandan Rusya’nın bakirliği içinde (uluslararası şirketlerin uzaklaşması bu bakir niteliği güçlendiriyor) üretken burjuvazi için büyük imkânlar sunar. Ama diğer yandan bu imkânlar bağımsız değildir ve burjuvaziyi devlet denetiminden başka devlet planlamamasına da mecbur edebilir. Herhangi bir ülkede burjuvazinin üretken veya istifçi olması bir tercih değildir, bu onun niteliğini tayin eden tarihi şartların ve bu niteliği tahkim eden dünya kapitalist sisteminin gereği olarak öyledir. Tarihi olarak, Rusya’da büyük burjuvazinin ortaya çıkışı (Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon) onu böyle şekillendirmiştir. Küresel olarak, neredeyse tamamen finanslaşmaya dayanan neoliberal dünya sistemi bugün gırtlağından nefes değil ölüm hırıltıları yükseliyor olsa bile herhangi bir çevre ülkesinin burjuvazisine mali bağımlılıktan başka imkân vermiyor.
Gene de büyük burjuvazinin bir bölümü bu çoklu denklemden, Kremlin’le çatışmaya girmeksizin, ama mümkün olduğunca siyasi bağımsızlık elde ederek çıkmaya çalışıyor.
Deripaska’nın Credit Suisse kriziyle ilgili söyledikleri çok dikkat çekicidir. Bu kurnaz ve zeki (iki niteliğe nadiren birlikte rastlanır) oligark, Credit Suisse’in arkasından UBS’nin de tepetaklak yuvarlanacağını, çünkü Amerikan Merkez Bankası’nın faizleri “delice” artırarak “çok ileriye gittiğini” söylüyor. Deripaska’ya göre batı ekonomisi “fazlasıyla pazar ekonomisi” ve ciddi bir dengesizliğe tahammülü yok; ama Moskova’nın da “sevinmesi için erken”. Çin’e gelince, tam da bu süreçte Amerikan Maliye Bakanlığı’nın hazine kâğıtlarını satmaya başlayarak “Amerikan ekonomisine bıçağı saplayabilir”. Bu yüzden batının (ifadenin kabalığından ötürü bağışlayın) “donunu indirip Çinlilerin önünde eğilmesi gerek”.
Bu sözlerin meali şöyle yapılabilir: biz de “fazlasıyla pazar ekonomisi” olmaktan çıkmak istiyoruz (büyük burjuvazinin sınırsız tekelleşme eğilimini yansıtıyor; böylelikle orta burjuvazinin yükselişini de engeller), bunun için devlete katılmalıyız. Demek ki Deripaska, ısrarlı talebini (devletin burjuvaziye açılması) devam ettiriyor. “Offshore istifçisi kötü burjuvalar gibi değil, iyi ve üretken burjuva” rolü oynamaya çalışıyor ve bunu iktidar katında itibar ve ikbal kazanmak için yapıyor. Ama uluslararası ilişkiler açısından da sunduğu çözüm, bütünüyle sistem içi bir çözüm: bizim de Çin gibi bolca Amerikan hazine tahvilimiz olsaydı onları felç edebilirdik!
Kremlin’in durumu son derece özgün, zira (devamlı vurguladığım gibi) bonapartist nitelikleri belirleyici. Jeopolitikle karşılaştığımız ve bu yalancı disiplinin sınıf çatışmalarının gerçek muhtevasını örttüğü yer de burası: mesele sadece Kremlin’in jeopolitik tercihlerinden veya jeopolitik mecburiyetlerinden ibaretmiş sanılıyor. Bütün bunları tetikleyen ülke içi ve uluslararası sınıf ilişkileri (içeride sınıf kompozisyonu, dışarıda troykanın hâkim olduğu neoliberal dünyada gelişme imkânlarının tamamen silinmiş olması) gölgede kalıyor.
Bu, yalancı disiplinin işlevsiz olduğu anlamına gelmez. Jeopolitik küçük devletler için bütünüyle yıkıcı sonuçlar doğurur, ama büyük devletler için gayet işlevsel olabilir, zira uluslararası meselelerde kararlar almak için uluslararası ilişkilerin gerçek muhtevasına (sınıflara) bakmaya gerek yok. Bu anlamda, Kremlin açısından mesele “ideolojik” değil, bütünüyle işlevseldir. Sosyalizmin de Kremlin için bir yönetme kültüründen, özgül bir yönetim biçiminden ibaret olması, bu işlevselliği besler.
Çin, bu işlevselliği temsil ediyor.
Putin’in dün Si Tsinpin’i Kremlin’deki gayriresmi kabulünde söylediği şu sözleri, Kremlin’in yaklaşımının son derece samimi bir ifadesi saymak gerek:
“Çin’de gayet etkin bir iktisadi kalkınma ve devleti güçlendirme sistemi kuruldu. Bu, başka ülkelerde olduğundan çok daha etkin. Bu aşikâr bir olgu.”
Belli belirsiz bir hayranlık da seziliyor. Tıpkı Komünist Partisi’nin Çin’de, Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyona yol açan şartlardan çıkış yolunu görüyor olması gibi, Kremlin de iktisadi kalkınma, güçlü devlet ve işlevsel yönetim görüyor. Bu, tıpkı Komünist Partisi için olduğu gibi Kremlin için de bir ideal çözüm formülüdür. İstikrarlı bir kalkınmayı garanti eden, içeride sosyal çatışmayı önleyen, devletin tayin edici rol oynadığı bir model: Kremlin için Çin’in özü budur. Bu modelin adının ne olduğu, hangi ideolojik ilkelere dayandığı bir önem taşımıyor. Bu model ancak küçük ve orta burjuvazinin “azami iktisadi hürriyete” sahip olması, işçi sınıfının gelir ve refah seviyesinin korunması ve mümkün olduğunca yükseltilmesi, büyük burjuvazinin de dizginlenmesiyle mümkün olur. Modelin kilidi, siyasetin tayin ediciliğinde yatar. Bu, Kremlin’in Sovyet tecrübesinden öğrendiği şeydir aynı zamanda: Putin birçok yerde, Sovyet sistemini dağıtan şeyin Komünist Partisi tekelinin ortadan kalkması olduğunu vurgulamıştı. Bu doğru vargının, Komünist Partisi’nin yukarıda alıntıladığım görüşüyle bütünüyle örtüşmesi tesadüf değildir.
Diğer sınıflar açık ve kesin bir şekilde Kremlin’in arkasında durduklarına göre burada sorun, büyük burjuvazinin nasıl dizginleneceğidir.
“Rusya…”da Rotenbergler üzerinde önemle durmuştum. Bu, özel bir durum olmaktan ziyade yeni bir eğilimi temsil eder; Deripaska’nın (ve başkalarının da) devlet adamlığı hülyalarının tatmini için bir yol olabilir ama bundan memnun kalmayacakları da açık. Özetle, formül şudur: büyük şirketler devletin büyük hissedar olduğu, “stratejik sektör” olarak tanımlanan konsorsiyumlara katılmaya zorlanır; bu, şirket sahibi oligarkın hareket serbestliğini ortadan kaldırır ve devlet planlamasına uymak zorunda bırakır; bir çeşit rüşvet olarak da oligarkın kendisine sadece yetkileri daraltılmış bir tür CEO işlevi yüklenir. Mülkiyet ilişkisine hukuken dokunulmaz, ama kontrol ve planlama derinleştirilir.
İlginizi Çekebilir
-
FT: Çin olası Tayvan saldırısı için yeni mobil iskeleler inşa ediyor
-
Alman devleti, Uniper’deki hisselerini tamamen satabilir
-
Almanya, ‘yurt savunması’ için yeni bir tümen kuracak
-
Çin ve Hindistan’a Rus petrolü tedarikini engellemek için daha sert ABD yaptırımları
-
Rusya ordusu, Ukrayna’daki Şevçenko bölgesindeki lityum sahalarını kontrol altına aldı
-
BSW ilk federal seçimine hazırlanıyor: Konferansta AfD’ye sert eleştiriler
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) seçilmiş başkanı Donald Trump, ikinci dönemini endişeyle bekleyen dünya için eteklerinde bolca sürprizle gelecek gibi gözüküyor. Zira, Panama, Grönland ve hatta Kanada konusundaki çıkışlarını sadece Trump’ın patavatsızlığı olarak değerlendirmemek gerekir. Israrla bu konuları gündemde tutmasına bakılırsa ABD yeni dönemde alıştığımızın dışında bir strateji izleme yolunda.
ABD’nin emperyalist yaklaşımı, tarihsel olarak Avrupa tarzı emperyalizmden farklı bir çizgide ilerledi. Batı Avrupa ülkeleri, sınırlı topraklara ve kaynaklara sahip oldukları için, sömürgecilik döneminde ekonomik kazanç elde etmek amacıyla genişlemeye yöneldi. Başta İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerinde toprak işgal ederek ekonomik değer merkezlerini kontrol altına almayı hedefledi.
ABD’nin geniş kıtasal toprakları ve zengin doğal kaynakları, bu tür bir motivasyonu büyük ölçüde gereksiz kıldı. ABD, kendi sınırları içinde endüstriyel devrimini gerçekleştirdiğinde hala devasa ve zengin kaynaklarla dolu bir kıtayı işliyordu. Bugün ise dünyanın en üretken hizmet ekonomilerinden birine sahip olan ABD için, ekonomik kazanç amacıyla toprak işgal etmek çoğu zaman en mantıklı strateji değil.
Bu yüzden Amerikan tarzı emperyalizm ekonomik değil, güvenlik odaklıdır. ABD için önemli olan büyük topraklar üzerinde hakimiyet kurmak değil ama (özellikle deniz) ticaret yollarına hükmetmek ve başta enerji olmak üzere olası rakiplerinin kritik kaynaklara ulaşımını sınırlandırmaktır.
Dolayısıyla ABD, büyük toprak parçalarını işgal etmek yerine, stratejik öneme sahip küçük ve savunması kolay bölgelerle ilgilenir. Bu bölgelerin düşük nüfuslu olması, güvenlik riski yaratmaması ve ABD’nin rakiplerinin stratejik fırsatlarını sınırlaması esastır. Bu yaklaşım, ülkenin güvenlik çıkarlarını maksimize ederken idari yükü minimize etmeyi amaçlar. Bu perspektiften bakıldığında, ABD’nin ilgisini çekebilecek bölgelerin sayısı sınırlıdır.
ABD’nin Stratejik Öncelikleri
Amerika Birleşik Devletleri, Pasifik’te stratejik önem taşıyan birçok bölgeyi hâlihazırda kontrol etmekte. Kuzey Mariana Adaları, Guam ve Amerikan Samoası gibi bölgeler, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1800’lerin emperyalizm çağında kazandığı topraklar. Bu alanlar, ABD’nin hem kendi güvenliğini sağlaması hem de Asya-Pasifik bölgesindeki askeri üsler ve deniz rotaları açısından kritik öneme sahip.
Eğer ABD, güvenlik çıkarlarını Afrika’ya genişletmek isterse, Sao Tome ve Principe gibi küçük ada devletleri, ABD’nin ilgisini çekebilecek stratejik noktalar. Afrika’da Sao Tome, 200.000 kişilik nüfusu ve stratejik konumu ile stratejik olarak Batı Afrika’nın tamamına erişim imkânı sunuyor. Bu bölge, Güney Afrika’dan Senegal’e kadar geniş bir coğrafyada ABD’ye askeri üstünlük sağlayabilir.
Benzer şekilde, Sokotra gibi Yemen’e ait adalar da dikkat çekici. Sokotra, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Afrika’nın doğu kıyısına erişim sağlamak açısından stratejik bir konuma sahip. Ancak bu adaların ele geçirilmesi, ABD’nin Afrika’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir taahhütte bulunmasını gerektirir ki bu şimdiye kadar herhangi bir Amerikan hükümetinin benimsemediği bir stratejidir.
Yeni Ticaret Rotaları
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan önce gündeme getirdiği Panama ve Grönland gibi bölgeler ise ABD’ye ciddi yönetim ve altyapı yükü getirebilir.
Örneğin, Panama Kanalı stratejik bir öneme sahip olsa da, Panama’nın büyük nüfusu ve sosyal sorunları, ABD için yönetimsel bir yük oluşturabilir. 4 milyonu aşkın nüfusu ve uyuşturucu kaçakçılığı sorunları, ABD’nin bu bölgeyi doğrudan kontrol etmesini zorlaştırır. Zaten mevcut durumda ABD’nin, Panama Kanalı üzerinde tam geçiş hakkına ve askeri önceliğe sahip olması doğrudan işgali gereksiz kılıyor.
Grönland ise Kuzey Kutbunun yükselen stratejik önemi nedeniyle daha ön planda. Özellikle buzulların erimesiyle ortaya çıkan yeni ticaret yollarında söz sahibi olmak burada varlık göstermeyi gerektiriyor. Düşük nüfusuna rağmen devasa bir toprak parçasına sahip olduğu ve zorlu yaşam koşulları nedeniyle Grönland’ın tam kontrolü yüksek bir maliyet gerektiriyor. Ayrıca, Grönland’ın mevcut yöneticisi olan Danimarka, ABD ile güçlü bir müttefiklik ilişkisi sürdürüyor ve ABD’nin Grönland üzerindeki güvenlik taleplerini karşılıyor. Grönland’ın ABD’ye bağlanması, Danimarka ile yakın ilişkilerine zarar verebilir ve Amerikan politikasında gereksiz bir yük oluşturabilir, ittifaklarını sorgulanabilir hale getirebilir. Fakat ilginçtir ki, Trump işbirliği yerine Grönland’i ABD hakimiyetinde görmek istiyor ve bunu ekonomik gerekçelere dayandırıyor.
Amerikan Stratejisinin Geleceği
ABD’nin mevcut güvenlik stratejisi, dolaylı kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Doğrudan toprak kontrolü yerine, müttefik ülkelerle iş birliği yaparak stratejik bölgelerde etkisini sürdürerek hem maliyetleri düşürüyor hem de yerel halkların tepkisini minimize etmeye çalışıyor. ABD’nin toprak işgaline dayalı bir genişleme stratejisi benimsemesi birçok riski beraber getirecektir. Umuyoruz, Trump ile cesur yeni bir dünya için kemerleri bağlamış ve ülkemiz için oluşacak risk ve fırsatları belirlemişizdir.
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1
Yayınlanma
1 gün önce12/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Bu uzun yazı, Rusya ekonomisinde özellikle 2022 sonrası yaşanan dönüşümü, mevcut sorunları ele alıyor ve geleceğe yönelik bazı tahminleri içeriyor. Bu karmaşık konuda bütün eksiksiz bir tablo sunmak mümkün değil; ancak gene de okur, az çok belirgin bir fikir edinecektir.
Ancak yazının ciddi bir eksiği var: son derece önemli üç başlığı kapsamı dışında tutuyor.
İlki, savunma sanayisinin sivil sanayiye ve genel olarak ekonomiye etkisidir. Anlaşılabilir nedenlerle istatistiklerde bu kalemler görünmüyor ve mevcut durum daha karamsar yansıyor. Bu özellikle incelenmesi gereken konuyu ele almak için sanırım birkaç yıl daha geçmesi gerekecek. Ancak mevcut durumun Sovyet savunma sanayisinin itici rolünü hatırlattığını belirtmek gerek.
İkinci olarak, bu yazı son iki yıldır artan deprivatizasyon (özelleştirmelerin geri alınması; millileştirme) meselesini de kapsamı dışında tutuyor. Bu mesele, hemen hepsi servetini özelleştirmeler döneminde yapılan yolsuzluklarla ele geçirmiş olan büyük burjuvazinin kafasının üstünde sallanan kılıç olması itibariyle bir siyasi tehdit olmaktan başka gerçekten de şimdi artık trilyon rublelerle ölçülen servetlerin hazineye geri dönmesine yol açtı, dolayısıyla ciddi bir iktisadi etkisi var. Bu görünmeyen etki de hesaba katıldığında istatistiklerdeki kasvet biraz daha hafifleyebilir.
Üçüncü olarak, yazı her ne kadar alabildiğine kalın çizgilerle Kremlin önderliği etrafında kitle konsolidasyonunun sağlanması açısından sosyal politikaların önemine dikkat çekmiş olsa da hem bunun iktisadi anlamını, hem de siyasi zor ve kararlılığı çerçevesi dışında bırakıyor. Ancak bu durum, siyasetle daha yakından ilgili olduğu ölçüde, yazıda da değineceğim gibi, yeni tip bonapartizm üzerine kavramsal-teorik bir çalışmayı gerektiriyor.
Enflasyon üzerinde etkili olan faktörler
TsMAKP (Makroekonomik Analiz ve Kısa Vadeli Tahmin Merkezi) hesaplamalarına göre 2023’te (pazar-dışı olanlar hariç) orta ve büyük çaplı işletmelerde maliyetin yüzde 1,9’unu faiz ödemeleri, 3,4’ünü kiralar ve 17,1’ini ücret ödemeleri oluşturuyordu. Çarpan etkisiyle birlikte hesaplandığında şu ortaya çıktı: 2024’te faizlerin fiyat artışlarına etkisi en az 4,5-5,5 puan olduğu halde ücret ödemeleri en çok 3,5-4,5 puan etki etmişti.
Bütün merkez bankaları gibi Rusya MB da faizleri gerçekte “talep enflasyonunu” baskılamak için kullanılıyor. Bu da ücretlerin düşürülmesinin kibar adı. Oysa Glazyev’in 19 Aralık’ta Bilimler Akademisi’ndeki tebliğinde işaret ettiği son araştırmalar, politika faizindeki her 1 puanlık artışın talep enflasyonunu 0,2 puan düşürürken maliyet enflasyonunu 0,24 puan yükselttiğini gösteriyor. Başka deyişle, 2022 öncesine dönmek mümkün olsaydı bile bu para-kredi siyasetinin net etkisi enflasyonun artması yönünde olacaktı.
Bu durum iki temel noktayı gösteriyor. Birincisi, faiz oranları yatırımı sınırladığı ölçüde maliyet ve dolayısıyla fiyat artışlarına neden oluyor, dolayısıyla faizler enflasyona doğrudan etki ediyor ve bu etki, ücret artışlarının yarattığı etkiden çok daha fazla. İkinci nokta ise ilk önermenin tersten ifadesi: ücret artışları maliyet artışına sanıldığından çok daha az etki ediyor; üstelik alım gücünün artmasıyla birlikte kâr oranı korunsa bile sınai genişlemeye yol açıyor.
MB politika faizini esasen enflasyonla ilişkilendiriyor. Neoliberal dogmatizme göre faiz oranları enflasyon üzerinde etki eder. Oysa Grafik 1, bu ikisi arasında daha önce değil nedensellik herhangi bir korelasyon olsun var idiyse bile bunun son derece dönemsel ve varlığının da spekülatif olduğunu, dahası en azından 2023 başından beri faiz artışının belirgin bir şekilde enflasyonu durdurucu etki göstermediğini ortaya koyuyor.
Glazyev’in Bilimler Akademisi’ndeki son sunumuna bakılırsa TÜFE artışının yüzde 60’ı taşımacılık ve enerji alanındaki maliyet enflasyonundan kaynaklanıyor. 2022-2024 arasında nakliye fiyatları yüzde 20, enerji fiyatları yüzde 12 arttı. Bu durum esas itibariyle nüfusun en yoksul kesimleri için hissedilir enflasyonu artırıyor. Özellikle Gazprombank’a getirilen yaptırımlarla birlikte dolar kurundaki ani fırlayış enflasyonu tetikliyor (birazdan buna geri döneceğim).
Enflasyona etki eden bir başka faktör ise MB’nın yarattığı kısır döngü: enflasyonu düşürmek adına faiz oranları arttıkça kredi faizi masrafları doğrudan emtia fiyatlarına yansıyor. Ve bu enflasyon, her zaman ve her yerde olduğu gibi, en yoksulların tüketici sepetinin fiyatını artırarak (başta emeklilerin) reel gelirinde düşüşe neden oluyor. Bunlar kritik sorunlar, ne var ki en kritik sorun, sermaye verimliliğinin faiz oranlarının altında kalması. Bu nedenle daha kolay kredi bulan şirketler taze parayı üretime değil mevduat faizine yatıracaktır. Mevduat faizi ve devlet tahvili getirilerinin yüksekliği, kreditöre tam da bu amaçla borçlanma eğilimini güçlendiriyor. Kredi faizlerindeki tırmanışla birlikte kredi borçlanmalarının özel sektörün elindeki bir dizi şirkette iflasları tetiklemesi de olası; ancak böyle bir furya ortaya çıkarsa devletin el koyması veya kayyım ataması yoluyla durdurulması beklenebilir.
MB para-kredi siyasetinin yarattığı zincirleme iflaslar riski
Faizlerin bütün sektörlere yıkıcı bir darbe vurduğu da “sorunlu” şirketlerin cirolarının ülke içinde üretilen toplam ciroya oranında da ortaya çıkıyor. TsMAKP hesaplamalarına göre 2023’te faiz ödemelerinde güçlük çeken (1<ICR<1.5) şirketlerin cirosunun toplam ciroya oranı yüzde 4,5, bu ödemeleri yapmakta zorlanacak durumda olan şirketlerin (ICR<1) cirosunun toplam ciroya oranı ise yüzde 7,8’di. 2024’te bu oranlar sırasıyla yüzde 14,5 ve 15,5’e yükseldi. Eğer faizle birlikte kira ödemelerinden doğan güçlükler de katılırsa, 2024’te toplam yurt içi cironun yüzde 11,7’sini üreten şirketler faiz ve kira ödemelerinde güçlük çekiyor, yüzde 25,6’sı ise vade geciktirebilir.
Sektörlere göre dağılım daha kritik bir tablo ortaya koyuyor. Örneğin 2024 itibariyle (kira ödemeleri de hesaba katıldığında) ödeme zorluğu çeken posta ve kurye hizmetleri sunan şirketlerin cirosunun sektörün toplam cirosuna oranı yüzde 60, yüzde 15 ise ödeme vadelerini geciktirebilir gibi görünüyor. Onu telekomünikasyon şirketleri takip ediyor, ancak risk çok yüksek: ödeme güçlüğü çekenlerin oranı yüzde 22, vade geciktirme ihtimali olanların oranı ise yüzde 47. Havacılık ve uzay faaliyetleri için bu oranlar sırasıyla yüzde 48 ve 12; tren, gemi ve uçak inşaatı alanında yüzde 33’e 27, boru hatlarında 8’e 45. Petrol ve doğalgaz şirketleri için yüzde 6 ve yüzde 42. İnşaat ve mühendislik şirketlerinde oranlar görece düşük (yüzde 13 ve 20), ancak sektörün özellikle konut üretiminin kitle konsolidasyonuna etkisi bakımından önemine dikkat çekmek gerek.
Eğer sadece faiz ve kira ödemeleri değil, en genelde iflas hattındaki şirketler dikkate alınırsa TsMAKP hesaplamaları bütün ekonomi açısından daha kasvetli bir tablo ortaya koyuyor. Ciroları toplamı reel sektörün toplam cirosunun yüzde 5,8’ini oluşturan şirketler 2023’te iflas tehlikesi yaşıyordu; 2023-2024 arasında politika faizi 1,6 kat artarken bu orana yüzde 6,7 daha eklendi ve toplam yüzde 12,5’i buldu. Faiz artışları bu hızla devam ederse önümüzdeki yıl bu orana yüzde 6,4 daha eklenerek 18,9’a yükselecek. İflas hattındaki şirketlerin sayısının toplam şirket sayısına oranı da 2023’te yüzde 4,7’ydi; buna bu yıl 4,2 daha eklendi ve gelecek yıl faiz artışı aynı hızla devam ederse 3,3 daha eklenerek toplam 12,2’ye yükselecek.
Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.
PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?
Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.
Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.
Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.
Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.
Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.
Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.
Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.
TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’
Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.
İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.
PKK SORUNU VARDIR
Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.
PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.
Trudeau: Trump’ın ‘51. eyalet’ yorumları dikkat dağıtmak için
Hamas, Muhammed Sinvar liderliğinde küllerinden doğuyor
FT: Çin olası Tayvan saldırısı için yeni mobil iskeleler inşa ediyor
Alman devleti, Uniper’deki hisselerini tamamen satabilir
Almanya, ‘yurt savunması’ için yeni bir tümen kuracak
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?
-
AMERİKA3 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA3 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Nihai barıştan bahsetmek için henüz erken’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 2
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
ASYA2 hafta önce
Kopuşun yılı: 2024’te KDHC’de neler oldu?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 1