Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Suriye ile normalleşme hem kolay hem de çok zor

Yayınlanma

Moskova’da 15-16 Mart tarihleri arasında Türkiye ve Suriye dışişleri bakan yardımcıları arasında yapılması planlanan ve Ankara-Şam arasında normalleşmeye giden yolu açması beklenen görüşmelerin ertelenmiş olmasını endişeyle not etmek gerekir. Medyada yer alan haberlerden hareketle ertelemenin Suriye Devlet Başkanı Esat’ın Rus basınına yaptığı açıklamalar olduğu sonucunu çıkarmak mümkün.

Söz konusu açıklamada Esat iki konunun özellikle altını çiziyor. Birincisi Türkiye’nin kontrolü altında tuttuğu Suriye topraklarından çekilmesi, diğeri ise Ankara’nın Şam hükümeti tarafından terörist olarak görülen grupları desteklemekten vazgeçmesi. Suriye ile gerçekten normalleşmek istiyorsak bu talepleri değerlendirmemiz gerekiyor.

SURİYE TOPRAKLARINDAN KADEMELİ ÇEKİLME

Öncelikle kendimizi Suriye ve Şam hükümeti yerine koyarak ve sonra da bu ülkeyle normalleşme ile neler elde etmek istediğimize odaklanarak bu analizi yapmakta büyük fayda var. Örneğin Suriye’de kontrolümüz altında tuttuğumuz topraklarda ne kadar kalmak istiyoruz? Eğer bu toprakların Suriye’nin tam ve etkili egemenliğine girmesine karşı değilsek ve sorun sadece bir zamanlama veya takvim meselesi ise sorunun üstesinden gelinebilir. Mesela bizim Suriye’den beklentilerimiz (sığınmacıların geri gönderilmesi ve teröre karşı ortak mücadele) doğrultusunda Şam hükümeti ile bir mutabakat imzalanarak harekete geçildiğinde kontrol altında tuttuğumuz topraklara Suriye devletinin kademeli bir şekilde yöneticiler ataması ve belli bir takvim çerçevesinde bu toprakları kendi idari sistemine entegre etmesi neden mümkün olmasın? Daha açık bir ifadeyle, Suriye ile sığınmacıların geri gönderilmesi ve Adana Mutabakatı’nın güncellenerek uygulamaya konulması gibi konularda uzlaştığımız zaman Şam hükümeti ile bu toprakları Suriye’nin doğrudan ve etkili egemenliğine terk edeceğimize dair bir başka mutabakat imzalamak neden düşünülmesin?

Buna göre sığınmacılar ve Adana Mutabakatı konularında ortak tutum belirlendiği zaman Türkiye de bu toprakları Suriye’nin doğrudan egemenliğine bırakacağını taahhüt eden bir mutabakata imza atar ve bunun kademeli bir şekilde nasıl olacağı da takvime bağlanabilir. Türk güvenlik güçleri o bölgelerde varlığını sürdürürken Suriye’nin oralara yönetici, öğretmen, doktor ve diğer kamu görevlileri tayin etmesi sağlanabilir ve ayrıca Şam hükümetinin Türk güvenlik güçleriyle irtibat kuracak timler göndermesi düşünülebilir. Sonuçta Türkiye’nin fiili kontrolünde bulunan bu bölgelerdeki kamu kurumlarının ve yönetimin Suriye sistemine entegre edilmesi ve sınır geçişlerinin Türk ve Suriye gümrük memurları tarafından kayda alınması süreci başlatılabilir. İki ülke arasındaki ticaret kayda  alınır ve vergiye tabi tutulur. Böyle bir geçiş süreci boyunca Türk güvenlik güçleri bölgeyi kademeli bir şekilde terk eder, bu sırada zaten güncellenmiş haliyle Adana Mutabakatı devreye girer ve Türkiye’nin en önemli güvenlik kaygısı giderilmiş olur. Suriye ise topraklarını yeniden kendi egemenliğine dahil eder. Tam bir kazan/kazan stratejisi geliştirmek mümkün olabilir.

AMACIMIZ SURİYE TOPRAKLARINDAN ÇEKİLMEK DEĞİLSE…

Eğer amacımız kontrol altında tuttuğumuz topraklardan çekilmek değilse o zaman senaryolar farklılaşır ve zaten Suriye ile sığınmacıların geri gönderilmesi ve Adana Mutabakatı temelinde teröre karşı ortak mücadele mümkün olamaz. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 6 Ağustos 2022 tarihinde Putin ile Soçi’de yaptığı görüşmeden sonra Suriye ile normalleşme ve Esat ile görüşme niyetini açıklaması üzerine bazı üst düzey yetkililerimizin yakın zamanlara kadar ısrarla vurguladıkları gibi amacımız Suriye’ye bir siyasi çözüm empoze etmek ise bütün bu fikir jimnastiğini bir kenara atmak gerekir. Gayet incitici ve toksik içerikli ‘Rejim’ lafını kullanan bu üst düzey yetkililerimize göre, Suriye ile uzlaşmanın/normalleşmenin yolu bu ülkeye yeni bir anayasa getirmekten geçiyor. Yani milli-üniter yapıdaki ülkenin anayasasını değiştirerek yerine özerk bölgeler içeren adı konulmuş veya konulmamış federal bir anayasa istiyor gibiyiz. Hatta aynı üst düzey yetkililer ‘rejim’ ile ‘muhalifleri’ uzlaştırmaktan bile bahsediyorlardı yakın zamanlara kadar.

Böyle bir beklentinin gerek alandaki gerekse uluslararası arenadaki gerçeklerle hiç mi hiç uyumlu olmaması bir tarafa Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmediği de ilk bakışta gözlemlenebiliyor. Örneğin kontrol altında tuttuğumuz toprakları doğrudan Suriye devletinin etkili egemenliğine devretmek yerine Suriye Milli Ordusu (SMO) adınız verdiğimiz ve bizimle birlikte hareket eden grupların fiili denetiminde tutmak istiyorsak, bunu Suriye ve hatta Rusya’nın kabul etmeyeceği bir yana, eğer mümkün olsa bile, bu ülkeyi içinde otonom bölgeler barındıran bir federasyona dönüştürmüş oluruz. O zaman İdlib’de bizim de terörist kabul ettiğimiz grupların ve daha da önemlisi Fırat’ın doğusunda ABD güçleriyle birlikte büyük çaplı etnik temizlik yaparak bölgeye el koyan PKK/PYD teröristlerinin ekmeğine yağ sürmüş olmaz mıyız? Çünkü içinde otonom bölgeler barındıran bir Suriye her iki grubun da sonuçta istediği nihai çözüm, en azından şimdilik. Böyle bir sonuç Türkiye’nin hangi ulusal çıkarlarına hizmet eder? Bu soruyu açıkça sormak ve ulusal çıkarlar açısından cevaplamak zorundayız; çünkü, savaş boyunca yaptığımız hata ve yanlışların ortaya çıkardığı bazı grupların geleceği konusu Türkiye’nin ulusal çıkarlarının önüne geçer hale gelmiş durumda.

Konunun Türk medyasında ‘Esat zirve için kabul edilemez şartlar ortaya koydu’ gibi psikolojik harekat kokan şekilde ele alınmasıyla elde edilecek hiçbir ulusal çıkar söz konusu değildir; çünkü, o mantığın arka planında ‘aslında Halep’i de alalım, işimizi sağlam kazığa bağlayalım’ düşüncesi yatıyor. Ve işin esasında Esat diye gördüğü Suriye ile uzlaşmak istemeyen bir kafa yapısını yansıtıyor. ‘Rusya işin içine bu denli girmeseydi biz bu Esat yönetimini çoktan devirmiştik’ diye hayıflanan bir kafa yapısı… Buna göre, deviremediğimiz Esat yönetimine hiç olmazsa bazı şartlar dayatmak ve kontrol altında tuttuğumuz toprakların yönetimini fiilen devredeceğimiz SMO yoluyla ‘rejim’ üzerinde sürekli baskı kurmamızın mümkün ve doğru olduğunu zanneden bir düşünce tarzı…

SURİYE’DEN ÇEKİLMEMENİN AĞIR BEDELİ

Oysa dikkatle incelediğimiz zaman bunların hepsi de Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından oldukça tehlikeli ve zararlı unsurlar içermektedir. Mevcut şartlarda mümkün olmamakla birlikte, Suriye’yi mevcut milli-üniter yapısından çıkararak içinde otonom bölgeler barındıran bir federasyona zorladığımız zaman SMO şu anda kontrol ettiğimiz bölgelerin güvenlik güçleri haline gelecekse, otonom bölgelere dönüşecek olan İdlib ve PKK/PYD bölgelerinde de HTŞ ve PKK/PYD güvenlik güçleri olarak kendilerini konumlandıracaklardır. Böyle bir senaryodan Türkiye’nin hiçbir çıkar elde etmesi mümkün olamayacağı gibi, bu devlet yapısıyla Suriye’nin bir sonraki adımda parçalanmasının önünün açılması söz konusu olacaktır; çünkü, başta Amerika olmak üzere Batı dünyasının, mevcut sınırları içerisinde kalmasını istemediği ve mümkünse üçe bölünmesinden yana oldukları Suriye’nin orta vadede ayakta kalamayacağı ve federal sınırlara göre bağımsız devletlere bölünmesinin kaçınılmaz olacağı söylenebilir.

Sonuçta Yugoslavya, Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği federal yapıların birbiri ardına dağıldığı ve İspanya ve hatta İngiltere (Birleşik Krallık) gibi devletlerin dağılmasının gayet mümkün göründüğü bir uluslararası ortamda bir yandan Amerika öte yandan da İsrail ve diğer devletlerin kışkırtmalarına ve güç mücadelesine sahne olacak federal bir Suriye’nin ayakta kalması düşünülemez. Pekiyi, dağılan bir Suriye’nin SMO kontrolü altındaki toprakları Türkiye’ye katılmak istese bile PKK/PYD’nin bu sayede bağımsız devlete dönüşmesinin önünün açılması Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından makul ve mantıklı bir politika olabilir mi? Olamaz; çünkü Türkiye’nin ne toprağa ne de ilave nüfusa ihtiyacı vardır. Böyle bir senaryoda Suriye ile artan bir oranda ilişkilerini normalleştiren Arap Dünyası’nın tepkilerini ve bir Arap devletinin topraklarına el koyan veya koymaya çalışan Türkiye’ye karşı birlikte hareket etmelerinin gayet öngörülebilir olduğunu da not etmek lazımdır. Böyle bir durumda, BM Güvenlik Konseyi’nin Türkiye’ye karşı birleşmesinin oldukça kuvvetli bir ihtimal olacağının da altını çizelim.

Yapılması gereken bir an evvel Erdoğan-Esat zirvesine gidecek yolu açmaktır. Eski yanlış ve yıkıcı politikaların alt yapısını oluşturan fikirleri bir tarafa atarak uzlaşma ve normalleşme amaçlı yeni düşüncelere ihtiyacımız vardır. Rusya ve İran’ın da katılımıyla yapılacak dörtlü liderler zirvesi öncesinde Suriye ile sığınmacıların geri gönderilmesi ve teröre karşı ortak mücadeleyi öngören iki mutabakat imzalanmalıdır. Adana Mutabakatı güncellenirken PKK’ya ilaveten PYD, YPG ve bunların bütün türevleri metne yazılmalı ve Suriye’nin terör örgütü olarak gördüğü – bir kısmını biz de terörist kabul ediyoruz – Batı’nın tabiriyle cihatçı gruplar o metne ilave edilebilir. Ayrıca imzalanacak bir başka mutabakat ile Türkiye, kontrolü altında tuttuğu Suriye topraklarını Şam hükümetinin etkili egemenliğine teslim edeceğinin garantisini vererek çekilmenin takvimi konusunda uzlaşılır. İki devletin bu şekilde uzlaşmasının iki tarafa da olağanüstü yatırım, yeniden yapılandırma ve ticaret-ekonomi alanlarında sağlayacağı alanlara yoğunlaşmak ve ilişkilerin normalleşmesinden hareketle Suriye’nin KKTC’yi tanımasını temine çalışmak çok daha yerinde olur. Aksine her girişim ve her geciktirme çabası hem mevcut iktidara hem de devlete/millete büyük mali külfet getirmeye devam edecektir.

GÖRÜŞ

Neocon’ların en büyük başarısı: Avrasya’nın kucaklaşması

Yayınlanma

Yazar

“Joe Biden verdiği yıkıcı zararın farkında mı?”

Bu cümle, İngiliz istihbaratı ve devlet mekanizmalarına yakınlığıyla bilinen Daily Telegraph gazetesinde yayınlanan makalenin başlığı. Spotunda; “Amerika’nın gaflet içindeki başkanı, özgür dünyayı yok etme arayışındaki şer eksenini cesaretlendirdi” cümleleri dikkat çekiyor.

Makalenin sahibi Telegraph editörü Allister Heath’in yazarken sinirleri boşalmış olsa gerek. Demokrat Başkanı Biden’ın Jimmy Carter ile kıyaslandığı yazı, Anglo-Amerikan ittifakının belirleyicisi ABD’deki yönetimi Batı hegemonyasının her cephedeki çöküşünden sorumlu tutuyor. Doğrusu; Çin ve Rusya liderlerinin geçen haftaki zirvelerine asabi nazarlarla yaklaşan makale, ciddi bir analizden ziyade Batı’da kendilerini ‘en iyisi ve üstün’ gören kibrin tüm tezahürlerini taşıyor. Nedenler nasıllarla derdi zaten yok. Aksine ‘şahinlik’ peşinde koşuyor. Sonuçları itibarıyla Batı’daki büyük paniğin çarpıcı bir örneği.

Biden idaresi ve neocon’ların ‘iki büyük güçle aynı anda iştigal’ stratejilerinin görünümü gerçekten parlak değil. Rusya Federasyonu’na Ukrayna’yı kullanarak açılan vekalet savaşında iki yıldır dillerinden düşmeyen argüman; Moskova’nın askeri harekata girişerek ‘büyük bir hata’ yaptığı ve Batı bloğunu birleştirdiği oldu. Atlantik İttifakı içinde çatlaklar ve sancılar her gün hissedilirken, bu iddia görünüşte ‘tarafsız’ İsveç ile Finlandiya’nın NATO üyeliğinden hareketle temellendirildi.

Bugün Batı bloku ‘kimin hata yaptığını’ sorgulatacak gelişmelerle karşı karşıya. En başta Avrasya’nın iki büyük gücü Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırsız işbirliğinin pekişmesinin katalizörü oldukları için.

Batılı siyasi yorumcular ve hatta elitler artık Rusya’nın dünyada hedeflendiği gibi tecrit edilemediğini teslim etmekle kalmayıp ‘Küresel Güney’ diye anılan itaatsizler cephesiyle karşı karşıya. Ve Rusya ile Çin aralarındaki işbirliğini her alana yayarken, ‘Küresel Güney’i etkileyen mekanizmalarda başı çekmekte.

Esasında neoconlar, ABD’nin bugün artık ikisi de ‘toprak olmuş’ iki dış politika ustasının; Henry Kissinger ile Zbigniew Brzezinski’nin 20’inci yüzyılda küresel Amerikan hegemonyasını tesis ederken her ne yaptılarsa, tersine çevirmiş görünüyor. Sıra bir nevi ‘Büyük Satranç Tahtası’nın asıl ustalarında…

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 16-17 Mayıs’taki Çin ziyareti ve ürettiği sonuçlar, son iki senede iki ülke ilişkilerine temkinli nazarlarla yaklaşan gözlemcilerin şüphelerini topyekün dağıtacak cinsten. Aynı zamanda iki yıl önce Moskova’da açıklanan ve Rusya-Çin ilişkilerinin sınırının olmadığını’ vurgulayan bildirinin de ötesine geçtikleri rahatlıkla söylenebilir.

BIDEN’IN İKİ BAKAN GÖNDERİP ÇEKTİĞİ ÜLTİMATOMLAR

Rusya liderinin Beijing ziyareti, Biden yönetimi ile Avrupa’daki neocon ortaklarının görünür telaşlarına eşlik eden tehditlerinin hemen ardından gerçekleşti. Biden 2 Nisan’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i telefonla aramış ve iki önemli bakanının Pekin’de bir kez daha kabülünün yolunu açmıştı; Hazine Bakanı Jennett Yellen ile Antony Blinken. Önce 4 Nisan’da Yellen Çin’e gitti. Ardından Antony Blinken 24-26 Nisan’da.

Dokuz ay önceki ziyaretinde Çin’den Amerikan tahvillerinin alımı konusunda adeta ‘ricacı’ olmuş Yellen’ın dört gün süren ziyaretini, giderek tırmanan ticari anlaşmazlıkları belirledi. Çinliler Yellen’ın taleplerinin tam aksini yapıp hızla Amerikan tahvillerini ellerinden çıkarmaya devam ederlerken (2024 ilk çeyreğinde 53 milyar dolar) ABD Hazine Bakanı’nın Beijing’deki teması da ‘değişti’. Çin’le ekonomik ilişkilerde kurguladıkları yeni denklemin başlığı ‘kapasite fazlası’ olarak kondu. Yellen, Çin’in elektrikli araçlar, bataryalar, yeşil enerji teknolojisi gibi alanlarda Çin’in Amerikan kapitalizmini düşürdüğü durumdan yakındı. Rusya ile ticaretin devamından duydukları rahatsızlığı dile getirip bunun devamının ‘sonuçları olacağını’ söyledi

Çin Başbakanı Li Qiang’dan yardımcısı He Lifeng’e kadar Çinli yetkililer ise, Washington’un ekonomi ve ticaret konularını ‘siyasileştirmemesi’, ‘adil rekabet ve açık işbirliği gibi temel piyasa ekonomisi normlarına’ bağlı kalmasını salık verdiler. “ABD kapasite meselesine piyasa ekonomisi ve küresel vizyon perspektifinden objektif ve diyalektik olarak bakmalıdır” mesajı verilirken, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü kurallarına uyduğunun altını çizdiler.

Rusya konusunda ise Çin Dışişleri ‘çeşitli alanlardaki normal işbirliğine müdahale edilmemesi ya da kısıtlanmaması gerektiğini’ söyleyerek yanıt verdi. Çinliler kiminle nasıl ticaret yapacaklarının dayatılmaya çalışılmasından hoşlanmadı ve şirketlerine yaptırım sopası sallanmasını reddetti.

Blinken’ın ziyaretinin hedef açıkça ‘dediklerimizi yapmazsanız bedelini ödersiniz’ ültimatomu için yapıldığı açıktı. Bu ziyaretin anlamıtı son Harici yazımda aktarmıştım. https://harici.com.tr/neoconlar-cocukluk-hastaligi-cin/

Bugün soldan sağdan Amerikalı Kongre üyeleri, askeri yetkililer ve düşünce kuruluşlarının uzmanları, ‘Rusya’nın işini halledip Çin’le hesabı görme’ temasını açıkça ‘2025’te Çin ile savaşa girme’ söylemlerine vardırıyor. Tıpkı yıllarca Rusya’nın yaptığı gibi sabırla ‘diplomasi kapısını açık tutan’ Çinlilerin artık neredeyse ‘kaçınılmaz’ gibi görünen Amerikan saldırısına hazırlanmakta olduklarını düşünmemek elde değil. Ve bu açıdan Rusya’nın Ukrayna harekatının önemli deneyime dönüştüğünü de…

8 BİN KELİMELİK ORTAK BİLDİRİ; YOK YOK

Rusya Devlet Başkanı’nın yeni görev döneminde yönetim ekibindeki taşları yerli yerine oturduktan sonra ilk olarak Çin başkentinin yolunu tutması önemli.

Çin-Rusya diplomatik ilişkilerinin 75’inci yıldönümü nedeniyle planlanan iki günlük ziyaretteki Rusya heyeti de çarpıcıydı. Putin’in yeni kabinesinin; Başbakan Mihail Mişutsin ve Ulusal Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dimitri Medvedev haric neredeyse herkes heyetteydi. Rusya Ulusal Güvenlik Konseyi’nin başına getirilerek terfi ettirilen eski Savunma Bakanı Sergey Şoygu ile onun yerine sivil ve askeri sanayiyi eşgüdümlü olarak güçlendirme ve inovasyon hedefiyle atanan yeni Savunma Bakanı ve önde gelen ‘planlamacı ekonomist’ Aleksey Belousov bilhassa dikkat çekiciydi. ABD’nin Rusya ile ilişkiler nedeniyle Çin bankalarına yaptırım sopası salladığı, BRICS’te alternatif para meselelerinin tartışıldığı bir dönemde, Merkez Bankası Başkanı Elvira Nabuillina ve büyük Rusya bankalarının yöneticileri de heyette yerlerini aldılar.

İki liderin yine saatlerce görüşmeleri, Putin’in Beijing’in ardından Çin’in kuzeyinde Rusya sınırında bir ‘Beyaz Rus’ azınlığın da yaşadığı Harbin’deki temasları, teknoloji enstitüsünü ziyareti, üniversitede öğrencilerle bir araya gelmesi dikkat çekiciydi.

8 bin kelimeden oluşan Ortak Bildiri ise Şubat 2022’deki meşhur ‘müttefiklik ilişkilerinin sınırı yok’ temalı bildiriyi de solladı, siyasi ve askeri ittifakın da ötesinde bir işbirliği zemini ortaya koydu. (*tamamını Mandarin dilinden DeepL çevirisiyle okumak isteyenler için hazırladım. Linki aşağıda)

Rusya-Çin Ortak Bildirisi

Ortak Bildiri, son derece detaylı; dış politika mesajlarında Batı’nın kendi kurallarını dayattığı hegemonyanın kabul edilmeyeceği, Rusya ile Çin’in BM kurallarını temel alan uluslararası ilişkiler sisteminde demokratikleşme ve çok kutupluluğa öncülük edeceği ve ‘Küresel Güney’in birliği ile gücünün pekiştirilmesi’ vurgusu dikkat çekiyor. Yine ‘kalkınmanın, kaynaklar ve fırsatların yükselen piyasalar ve gelişmekte olan ülkeler lehine yeniden dağılımına’ atıf da öyle.

‘Yeni sömürgecilik ve hegemonyacılık’ içermeyen bir küresel düzende, tüm ülkelerin ‘ulusal koşulları ve halklarının iradesi temelinde kalkınma modellerini seçmesinin’ altı çizilirken, ‘egemen ülkelerin içişlerine müdahale’ ve ‘tek taraflı yaptırımlar’ ile BM dışı ‘yargı yetkilerinin’ kabul edilmediği belirtiliyor.

Metinde, ABD Asya-Pasifik’ten Avrupa’ya nükleer güvenlikle ilgili uyarılıyor. ABD’nin yapıcı olmayan ve düşmanca ‘çifte çevreleme’ politikasına yanıt vermek için Rusya ile Çin’in koordinasyon ve işbirliğini güçlendirileceğinin altı çiziliyor.

Kuzey Kore’den Afganistan’a istikrarsızlaştırma girişimlerine dikkat çekilen metinde Ukrayna konusunda ‘krizin istikrarlı çözüm için temel nedenlerinin ortadan kaldırılması’ vurgusu eşliğinde güvenliğin bölünmezliği ilkesi anımsatılıyor. Rusya ile Çin’e göre temel nedenler aşikar; NATO yayılmacılığı.

Ortak bildirinin, Çin’in ABD öncülüğündeki kolektif Batı’nın dondurulmuş Rusya varlıklarını çalarak Kiev’e aktarma hamlesine de açıkça itirazını kayda geçirmesi açısından önemli

Ve elbette Rusya-Çin ilişkilerinde ekonominin her alanda; uçak motorlarından, uzayda işbirliğine, tüketim ürünlerinden finansmana ve Kuzey Deniz rotalarına uzanan ortak projeler, bazıları detaylarıyla aktarılıyor. Medyadan kültüre değinilmedik alan yok. Ve esasında Avrasya’da yaratılan ortak ekonomik alanın yanında BRICS’le genişletilmesi hedeflenen egemen ulusların işbirliği çerçevesi konuyor. Bu kadar kapsamlı bir bildirinin önceden hazırlandığı aşikar.

KUCAKLAŞMA

Ziyaretin sembolü Çin’de adet olmadığı halde Xi Jinping’in yolcu ederken Putin’i hararetle kucaklaması oldu. Beyaz Saray Stratejik ilişkiler sözcüsü John Kirby’ye bu kucaklaşmanın mesajı sorulduğunda, “Kucaklaşma mı? Bu onlar için çok güzel” dedikten sonra bunun ABD’ye yönelik taşıdığı mesaja dair soruyu, “Oh, dostum. Kişisel insan bedeni sevgisi hakkında konuşmakta iyi değilim, bu yüzden sanırım birbirlerine sarılmanın neden iyi bir şey olduğunu düşündükleri hakkında konuşmayı bu iki beyefendiye bırakacağım” diye yanıtladı.

Kirby, Çin ve Rusya liderleri ile yöneticilerinin ‘birbirlerini tanımadıkları ve pek güvenmediklerini’ savunurken, “Ortak noktaları, uluslararası kurallara dayalı düzene meydan okuma, ABD’nin sahip olduğu ittifaklar ve ortaklıklar ağına meydan okuma ve birbirlerinin ulusal güvenlik çıkarlarını desteklemenin yollarını arama arzusudur” dedi. Ve Rusya ile Çin’in işbirliğinden kaygılandıklarını teslim etti.

Avrasya’nın iki büyük gücünün buluşturan Biden yönetiminin nihayet ‘gelmekte olanı’ gördüğü açık. Biden, Putin’in ziyaretinin hemen öncesinde Çin’i yarı iletken teknolojisinden men etme kararından sonraki ikinci büyük hamlesini de yaptı. Çin’de üretilen mallara gümrük duvarları çekildi; çelik ve alüminyumda %25, yarı iletkenlerde %50, elektrikli araçlarda %100, güneş panellerinde %50. Joe Biden, “Çin bu sektörlere hakim olmaya kararlı. Amerika’nın bu konularda dünyaya liderlik etmesini sağlamaya kararlıyım” diye buyurdu.

ABD’nin küresel pazarda liderlik bakımından işi kolay değil. Örneğin çelikte ABD’nin yüzde 4.3’lük payına karşı Çin’in payı yüzde 54, alüminyum’da ABD’nin yüzde 1.5’luk payına karşılık Çin’in yüzde 55, elektrikli araçlarda ABD’nin yüzde 8’lik payına karşılık Çin’in yüzde 60, güneş pillerinde ABD’nin yüzde 2’lik payına karşılık Çin’in yüzde 78. Sadece yarı iletkenlerde Çin’in yüzde 7’lik payına karşılık ABD yüzde 48 ile lider. Peki gümrük tarifeleri ‘liderliği’ getirir mi?

Çinlilere göre, ABD’nin bu hamlesi ‘yanlış üstüne yanlış eylem’.  Kararın sadece ABD işletmeleri ve tüketicilerine zarar vereceğini belirten Beijing, korumacı tedbirlerin tedarik zincirlerinin istikrarını tehlikeye atabileceğini söylüyor. Tabii Beijing’in çok sayıda Avrupa ülkesinin ek gümrük tarifelerini de eleştirdiğini belirtelim. Avrupa’da şimdilik Almanya kendisi için önemli bir pazar olan Çin ile ilişkileri gözetmeye çalışıyor ama ABD’nin sözünden çıkmaları pek olası görünmüyor..

Rusya ile Çin Avrasya ekonomik ve siyasi coğrafyasını birlikte düzenlerken, Amerikan kapitalizminin ‘geriye düşme’ tedirginliğinin sonu hayırlı görünmüyor. ‘En iyi medeniyet biziz. Herkes bizim gibi olmalı ama üstünlüğümüzü kabullenmeli’ görüşündeki Batı aklı ile ‘Dünyaya biz hükmetmeyeceksek, yansın yıkılsın’ diyebilecek neocon’ların gerilimi daha da tırmandırmama olasılıkları yok. Avrasya’daki Çin-Rusya ortaklığı pekişirken, Amerika’daki 5 Kasım seçimlerinin, Biden yahut Trump’ın hiç fark etmediğini muhtemelen tarih gösterecek. Tek soru hangisinin daha beter olacağı…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan ve istihbarat üzerine -1

Yayınlanma

CIA ve KGB’nin Hindistan’ı etkileme mücadelesi, 1985 casus skandalı

Onlarca yıldır Hindistan yabancı casusların ana hedefiydi. Hindistan dünyanın en büyük demokrasisiydi ve gelişmekte olan ülkeler arasında etkili bir güçtü. Amerika ve Rusya Hindistan’ı kontrol etmek için gizli bir savaşa girmişti. Ajanları Hint partilerini finanse etti, medyayı manipüle etti ve sırları çaldı. Hem Amerika’nın Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA hem de Sovyetler Birliği’nin KGB’si, Hindistan siyasetini kendi lehlerine etkilemek için mücadele etti.

Hindistan’a ilk ulaşanlar Amerikalılardı. 1947’den sonra bağımsız Hindistan’ın istihbarat teşkilatlarını kurma konusunda yardıma ihtiyacı vardı ve destek için Amerika’ya başvurdu. 1949 yılında İstihbarat Bürosu Direktörü TG Sanjevi, Amerika’da CIA, FBI ve Dışişleri Bakanlığı ile görüştü. CIA ile görüşmeler iyi geçti ve iki kurum istihbarat işbirliği kurdu. 1950’li yıllarda CIA’in Hindistan’daki varlığı güçlendi; Çin’e karşı Tibet direnişini desteklemek için Hindistan hava sahasını kullandı. Ayrıca Hindistan çapında istasyonlar genişletti ve kurdu.

CIA Hindistan’ın iç siyasetine de müdahale etmeye başladı; Kongre Partisi’ne para verdi ve 1959’da Kerala’daki komünist hükümetin devrilmesine yardım etti. Ayrıca, Hintlere Amerikan yanlısı bir söylem yaymak için Asya Vakfı gibi kuruluşlara da fon sağladı. Sovyet Rusya ile Soğuk Savaş kızışırken Amerika, Hindistan ile daha yakın bir ilişki kurmaya istekliydi. 1962 Hindistan-Çin savaşından sonra CIA, Çin sınırını güvence altına almak için Hindistan ile birlikte çalıştı. Nehru’nun bağlantısızlığına karşın CIA, 1960’larda Hindistan hükümetine derinden müdahil oldu; bu durum Hindistan’da CIA’e karşı kuşku yarattı. Nehru’nun özel sekreteri Mac Mathai’nin dahi Amerikan istihbaratı için çalıştığından kuşkulanılıyordu; Hint tarihçi Sarvepalli Gopal, “CIA’in, Nehru’nun Sekreterliği’nden geçen her belgeye erişimi vardı” diye yazmıştı.

Ama Sovyet Rusya da geri kalmıyordu; 1960’larda Sovyetler, gelişmekte olan ülkeler arasında Amerika’ya meydan okumak istiyordu…

Ve böylece Hindistan onlar için bir savaş alanı haline geldi…

1960’ların sonlarında Sovyetler ve onun KGB istihbarat teşkilatı Hindistan hükümeti içinde de derin ağlar kurmuştu; Kongre Partisi’ne ve iki Komünist Partiye siyasi fon sağladı. Başbakan Indira Gandhi’nin siyasi bağış toplama etkinliği Lalit Narayan Mishra, KGB ile yakın işbirliği içinde çalıştı; üst düzey Kongre liderleri (bir bakan dahil) 1967 seçimlerinde KGB’den para aldı.

KGB ajanı Oleg Kalugin şöyle diyordu: “Görünüşte tüm ülke satılıktı ve KGB ile CIA Hindistan hükümetine derinlemesine nüfuz etmişti. Bir süre sonra her iki taraf da düşmanlarının ertesi gün bu konuda her şeyi öğreneceğini fark ederek hassas bilgileri Hintlere emanet etmedi.”

CIA ve KGB Hindistan siyasetini etkilemek için yoğun bir mücadele verdi… Ancak 1965 Hindistan-Pakistan savaşından sonra Hindistan-ABD ilişkileri kötüleşirken Hindistan’da CIA, Hindistan’ın siyasetine müdahale ettiği gerekçesiyle saldırıya uğradı. CIA ve Amerika’nın itibarı zedelenirken Sovyet Rusya daha fazla güç kazandı. 1967’de CIA’in Hindistan’da Amerikan yanlısı bir söylemi yaymak için bir takım örgütlere gizlice fon sağladığına dair haberler çıktı. CIA’e yönelik kuşku o kadar arttı ki 1967’de Hindistan hükümeti CIA’in Hindistan siyasetine müdahalesine ilişkin bir soruşturma emri vermek zorunda kaldı.

Bu arada KGB, 1967 seçimlerinde bazı Kongre ve Sol politikacıları finanse ederek gücünü artırdı. Aynı zamanda seçim sırasında CIA’i eleştiren hikayeleri yaymak için gazetecileri yetiştirdi ve gazete ve dergilere fon sağladı. Indira Gandhi’nin yurtiçinde solcu siyaseti ve yurtdışında Sovyetler’e yakınlığı, 1970’ler boyunca KGB’nin üstünlüğe sahip olduğu anlamına geliyordu.

KGB’nin Hindistan’daki varlığı çok geçmeden dünyanın neredeyse her yerinden çok daha yoğun bir hal aldı…

1971 ve 1977 seçimlerinde Kongre’yi destekledi; Rus istihbaratı Hindistan’daki komünist partileri Indira Gandhi hükümetini desteklemeye itti. Ayrıca Hindistan medyasını Amerika hakkında olumsuz hikayeler yayınlamak için kullandı; CIA’i 1967 seçimlerine hile karıştırmak ve Indira Gandhi’ye suikast düzenlemekle suçlayan sahte haberler üretti. Bu kampanya son derece başarılı oldu ve Başbakan Gandhi, ulusal krizlerden CIA’i veya “yabancı unsurları” sorumlu tuttu. 1972’de Hintler enflasyon ve işsizliği protesto ediyorlardı ve Gandhi, CIA’i sorumluluk almak yerine ülkeyi istikrarsızlaştırmaya çalışmakla suçladı.

Gandhi’nin CIA’e yönelik açık saldırıları Hindistan-ABD ilişkileri açısından büyük bir sorun haline geldi; Washington Hindistan’a ekonomik yardımı kesti, ülkedeki diplomat sayısını azalttı ve Yeni Delhi’ye daha az öncelik verdi; CIA operasyonlarının neden olduğu güvensizlik, Hindistan-ABD ilişkilerini onlarca yıl zehirledi. Bu arada Sovyet Rusya, 1970’ler ve 1980’ler boyunca istihbarat oyununa hakim olmaya devam etti.

1985 yılında Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı yetkililerinin Sovyet Rusya’ya sır sattıkları ortaya çıktı…

Ancak Hindistan aynı zamanda Sovyetler’e sert davranmamaya da karar verdi…

1980’lerin sonunda Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş sona erdi; Hindistan’ın siyasetini ve Soğuk Savaş’taki konumunu etkilemeye yönelik büyük savaş da sona erdi. Ancak ABD-Sovyet nüfuz savaşı onlarca yıl sonrasında da Hindistan siyasetini şekillendirdi…

***

Son paragrafın bir cümle öncesinde, 1985 yılında Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı yetkililerinin Sovyet Rusya’ya sır sattıkları ortaya çıktı, demiştik; hadi şimdi biraz da bu konuyu deşelim…

Evet, 1985’teki bu olay Hindistan’ın en büyük casus skandalıydı; Hindistan hükümetinin en üst kademeleri sırları yabancı casuslara satarken yakalandı; Fransa ve Rusya, Hindistan’ın en büyük sırlarına tam erişim elde etti. Hikaye Ocak 1985’te başlıyor; Hindistan İstihbarat Bürosu aylardır hükümet sırlarının Fransa gibi yabancı güçlerin eline geçmesinden kaygılanıyordu; üst düzey yetkililerin hükümet belgelerini yabancı ülkelere sızdırdığından kuşkulanılıyordu. 16 Ocak 1985’te bu kuşkunun doğru olduğu kanıtlandı; İstihbarat Bürosu yetkilileri Başbakanlık Ofisi’nde çalışan Pookat Gopalan ve işadamı Coomar Narain’i tutukladı; Gopalan hassas Başbakanlık Ofisi belgelerini Narain’e verirken yakalandı. İstihbarat Bürosu’nun daha sonra bulduğu şey büyük bir skandala dönüştü; soruşturmalar, Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’ndaki üst düzey yetkililerin Narain’e sır sattığını ortaya çıkardı. Narain de bu sırları Fransa, Polonya, Doğu Almanya ve Sovyet Rusya gibi istihbarat servislerine sattı.

Narain’in hikayesi 1970’lerde başladı; Narain bir ticaret şirketi olan SLM Maneklal’da çalışıyordu; şirketinin yararına olacak gizli bilgileri kendisine iletmek için küçük yetkililere para ve içkiyle rüşvet vermeye başladı. Çok geçmeden Narain bir muhbirler ağı kurdu; Narain’in ağı kısa sürede yabancı ülkelere yardım etmeye başladı. Narain, memurlar ve Hint iş adamlarından oluşan bir ağ aracılığıyla komünist ülkelere istihbarat satmaya başladı; bağlantıları, çok gizli hükümet belgelerini Polonya’ya, Doğu Almanya’ya ve hatta Sovyet Rusya’nın korkulan KGB istihbarat servisine aktardı. Belgeler arasında, Hindistan’ın atom enerjisi programı, askeri uydular, hükümet elektronik sistemleri ve olası askeri uçak, savaş gemileri ve silah satın alımları da dahil ülkenin savunma planlamasına ilişkin çok gizli belgelerin yer aldığı söyleniyor. Belgeler ayrıca Hindistan’ın dış istihbarat teşkilatı Araştırma ve Analiz Kanadı (RAW) ve İstihbarat Bürosu’nun Pakistan, Çin ve hassas iç güvenlik sorunlarına ilişkin raporlarını da içeriyordu.

1980’lerin başında Fransa’nın da bu işe dahil olduğu söyleniyor ki Fransa, Hindistan’dan milyarlarca dolarlık savunma sözleşmesi almayı umuyordu ve bu bilgi ona yardımcı oldu…

Bütün bunlar İstihbarat Bürosu’nun dikkatini çekmeye başladı ve araştırıldı ve bu, 16 Ocak 1985’te Narain ve onun Başbakanlık Ofisi’ndeki bağlantısı Gopalan’ın tutuklanmasına yol açtı. Hindistan hükümeti ancak o zaman ne kadar bilginin sızdırıldığını öğrendi.

Gopalan, Başbakan Rajiv Gandhi’nin Baş Sekreteri ve ülkenin en güçlü adamlarından biri olan P.C Alexander’ın kişisel asistanıydı. Alexander skandalın sorumluluğunu üstlenmek için görevinden istifa etti; kısa süre sonra üç Başbakanlık Ofisi yetkilisi daha tutuklandı. Başbakan Rajiv Gandhi, Hint ve küresel basında skandalın boyutuyla ilgili manşetlere yer verilirken Parlamento önünde bir açıklama yaptı. Soruşturmanın tamamlanmasının ardından 18 kişiye suç duyurusunda bulunuldu; birçoğu Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’nda kilit pozisyonlardaydı.

Kriz içeride büyük bir skandalken diplomatik krize de dönüştü…

Fransa’nın Delhi’deki askeri ataşe yardımcısı Yarbay Alain Bolley’e ülkeyi terk etmesi söylendi; Hindistan, Fransa’dan Yeni Delhi’deki Büyükelçisini geri çağırmasını dahi talep etti. Hindistan, Polonya ve Doğu Almanya’nın istihbarat başkanlarını sınır dışı etti, eski diplomat Chinmaya Gharekhan’ı geri çağırdı. Ancak olaya KGB’nin (Sovyetler Birliği’nin ana istihbarat teşkilatı) de dahil olması nedeniyle konu hassastı…

Sovyetler Hindistan’ın en önemli diplomatik müttefikiydi…

Bu arada Fransa, Hindistan’ın önemli bir savunma tedarikçisiydi…

Gharekhan, Rajiv Gandhi’nin meseleleri hassas bir şekilde ele almaya karar verdiğini ifade ediyor; Fransa’nın yeni bir büyükelçi atamasına izin verdi ve konuyu çözmek için bir elçi de gönderdi; Fransa Cumhurbaşkanı da kardeşini Hindistan’a gönderdi. Fransa krizi çözdüğü için rahatlarken Hindistan aynı zamanda Sovyetler’in Hindistan’ın dış politikası açısından ne kadar önemli olduğu dikkate alınarak Sovyetler’e çok fazla sert davranmamaya karar verdi.

Acil kriz çözümlenirken konu Hindistan hükümeti açısından utanç verici bir skandala dönüştü…

Sanığın davası 2002 yılına kadar 17 yıl sürdü; Başbakanlık Ofisi ve Savunma Bakanlığı’ndaki çok sayıda yetkili hapse mahkum edildi. Ancak sır satarak yaklaşık 1 milyon dolar kazanan Coomar Narain, 2000 yılında duruşma sona ermeden öldü. Ve bu Hindistan’ın en büyük casus skandalının sonuydu…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yunanistan’la yeni sayfa hangi şartlarda açılabilir?

Yayınlanma

Yazar

Yunanistan ile yeni bir sayfa, pozitif gündem derken Başbakan Kiryakos Miçotakis bugün Ankara’ya geliyor. Bu, teknik olarak geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atina’ya yaptığı ziyaretin karşılığı; ama pek sıradan bir iade-i ziyarete de benzemiyor. Yunan Başbakanı bir Türk (Milliyet, 12 Mayıs) Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir Yunan (Kathimerini, 12 mayıs) gazetesine röportaj verdiler. Her iki liderin üslubunda dikkat ve özen hâkim. Belli ki, ‘yeni bir şeyler’ kotarılmaya çalışılıyor.

Yıllardır Türk-Yunan gerginliğini, krizlerini, zaman zaman ortaya çıka(rıl)an yumuşama dönemlerini epeyce yakından takip eden birisi olarak pişmiş aşa su katmaya hiç niyetim yok; ancak, pişen aşın ne olduğunu, kimin için, nasıl ve kimler tarafından pişirildiğini tam bilemediğim için bir takım endişelerimi paylaşmak ve yıllardır üzerinde kafa yorduğum bu sorunların nasıl çözüme kavuşturulabileceğine dair düşüncelerimi/değerlendirmelerimi paylaşmak isterim.

Önce bu yumuşama dönemine neden ve nasıl gelindiğini tahlil etmekle işe başlamak gerekir. Hatırlayacağınız gibi, 2020 yılının ikinci yarısında bir dizi krizin (Rusya ile İdlib krizi, Ocak-Şubat 2020 ve Mısır ile Libya krizi 2020 yazı) ardından bu defa da Yunanistan ile tam bir diplomatik-askeri krizin içinde buluvermiştik kendimizi. Uygulamakta yıllarca ısrar ettiğimiz yanlış ve ideolojik içerikli dış politika sonucu bütün bölgeyi aleyhimize döndürmüş, Mısır ve İsrail gibi Türk-Yunan sorunları konusunda her zaman tarafsız kalarak bizden yana bir tavır sergileyen ülkeleri dahi kendimize düşman etmiş ve Atina’yı bile askerî açıdan bize diş geçirebileceği hayallerine yönlendirmiştik. Neden olmasındı?

YUNANİSTAN EGE’DE ASKERİ OLARAK TÜRKİYE İLE ÇATIŞMA SİYASETİNDEN BUGÜNLERE NASIL VE NEDEN GELDİ?

Türkiye Mısır ile Libya konusunda kapışır – ki, 2020 yazında çok ciddi bir senaryoydu – ve silahlı çatışmalarda İsrail de Mısır’a biraz destek verirse, aynı anda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile adeta kan davalık görünen Türkiye’ye karşı Yunanistan Ege’de bir oldu-bitti operasyonu neden yapmasındı? Üstelik öyle bir senaryoda Fransa bile Yunanistan’a bir gecede yeterli sayıda Rafale uçağı ‘satabilirdi’. Hatta Ermenistan da Azerbaycan’a karşı Tovuz üzerinden açacağı cepheyi genişletir ve Türkiye’ye gününü göstermek mümkün olabilirdi. Atina 2016 yazında 15 Temmuz darbe girişimi olduğunda böyle bir askerî harekât yapabilecek derecede hazırlıklı olmadığına epeyce hayıflanmıştı. O yıllarda böyle bir yalnızlığın dış politika sanatının ruhuna aykırı olduğundan hareketle ciddi bir gözden geçirmeye ihtiyacımız olduğunu anlatmaya çalıştığımda nev-zuhur dış siyaset uzmanları (!) tarafından epeyce çemkirilme seanslarına tabi tutulduğumu da burada not etmeliyim.

Adeta en kötü dış politikaya en güzel örnek yaratmak yarışmasında finale kalmışçasına ısrar edilen hatalı politikaların sürdürülemez olduğunu sonuçta Ankara da anlamak zorunda kaldı. Türkiye-Rusya hattında yaşanan normalleşmenin hızla ‘yakınlaşmaya’ dönüşmesi Türkiye’nin kırk dört günlük savaşta tam destek verdiği Azerbaycan’ın tarihi zaferini getirirken Ankara hızla Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve hatta İsrail ile ilişkilerini toparladı. Üstelik bunu bir yıl gibi bir süreye sığdırmayı başardı. Bu serinin aksayan ayağı olarak Suriye kalmış olsa da özellikle 2021 yılının ikinci yarısından itibaren yaklaşan Ukrayna savaşına yönelik geliştirdiği fevkalade dengeli ve dikkatli politikası Yunanistan’ın ham hayallerini bir kez daha kursağında bıraktı.

Doğu Akdeniz’de Mısır ve İsrail ile ilişkilerini onaran, Suudi Arabistan ve BAE ile yeni ve temiz sayfalar açan, üstelik Ukrayna savaşında Atina’nın Moskova ile ilişkileri dip yaparken kendisi Rusya ile münasebetlerini her alanda geliştiren bir Türkiye’ye karşı Ege’de macera Mitsotakis ve Yunanistan için kelimenin tam anlamıyla intihar olurdu. Tovuz’a saldıran Ermenistan’ın başına gelenleri Atina’nın iyi incelemiş olduğuna hiç şüphe olamaz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bir gece ansızın gelebiliriz’ sözü hiç de yabana atılacak gibi değildi. İşte bu noktada 2023 depremi kurtarıcı oldu. Tıpkı 1999 yılında olduğu gibi bu defa da Yunanistan kurtarma ekipleri gönderdi ve gerek Türk gerekse Yunan medyası bu konuyu köpürterek pozitif gündem ve yeni bir sayfa siyasetinin başlangıcı yapıverdi.

YENİ DÖNEMDE YENİ RİSKLER

Yunanistan konusunun iç kamuoyunda fazlaca ciddi bir gündem oluşturmadığı Türkiye’de Atina ile uzlaşmak, sorunları çözmek gibi laflar ortaya atıldığında karar alıcılar her zaman rahat hareket edebilirler; çünkü bu ülkeyle yaşanan sorunlar bizim iç politikamızda prim yapmak amacıyla pek kullanılmaz. Hatta dış politikayı iç politik gündem yapan bu hükümet zamanında bile bu konu fazlaca kullanılmadı. Fakat Yunanistan tarafında durum böyle değildir. Demokrasinin kötüye kullanılması diye adlandırılabilecek şekilde her parti ve her iktidar Türkiye konusunu adeta vıcık vıcık kullandı ve her sorunu içeriği, Yunan tezleri, kırmızı çizgileriyle kamuoyuna mal etti.

Bu yüzden Yunan hükümetleri açısından al-ver esasında bir müzakere süreci neredeyse imkânsız hale geldi. Bu yüzden Yunan hükümetleri hep bu mazerete sarılırlar. İşin kötü tarafı ise bu müzakerelere çoğu zaman aracılık eden Avrupa ve Amerika da ‘siz büyük devletsiniz, kendinizi Yunanistan ile mukayese etmeyin, daha cömert olabilirsiniz’ diyerek bütün siyasileri/kara alıcıları pohpohladılar. Bu defa buna izin vermemek gerekir. Eğer Yunanistan ile bir pozitif gündem oluşturulacaksa – ki, çok kutuplu dünya gerçeğinin Türkiye lehine ve Yunanistan aleyhine olduğunu Atina gayet iyi biliyor – o zaman Yunanistan ile sorunlarımızın Türkiye-AB gündemi içinde ele alınmasına veya sanki gerçekten varmış farz edilen Türkiye’nin AB üyelik perspektifine dayandırılmasına müsaade etmemek lazımdır. Kısacası sorunlar ikili müzakereler yoluyla ele alınmalı ve bugüne kadar Türkiye-AB müktesebatının kirlettiği/zehirlediği çerçevenin dışına taşınmalıdır.

Dendias’ın Ankara şovunda söylediği gibi, Yunanistan açısından mesele basittir: Türkiye-AB müktesebatına Atina’nın gayretleri ve Türkiye’nin üye olmasını istemeyen bilumum AB üyesi ülkelerin suç ortaklığıyla derç edildiği gibi Ankara Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımak ve Ege’de Yunan tezleri doğrultusunda tek sorunun en doğudaki Yunan egemenliğindeki adalarla Türkiye ana karası arasındaki kıta sahanlığının nereden geçeceğinin belirlenmesi için konunun Lahey Adalet Divanı veya Hakemlik Mahkemesi’ne gönderilmesini kabul etmek zorundadır. Bunun dışındaki sorunlar, örneğin Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı bir şekilde 12 mil hava sahası iddiası, gayri askeri statüdeki adaları silahlandırması, Ege’de statüsü belirlenmemiş adalar, bitişik adalar ve kayalar konusu vb. bütün meseleler Türkiye’nin Yunanistan’ın haklarını tartışmaya açmak amacıyla uydurduğu şeylerdir ve Yunanistan bu konuların müzakere edilmesini reddeder.

YUMUŞAMA HAVASI YARATILSA İYİ OLMAZ MI?

Olabilir ama ciddi riskleri de beraberinde getirir. Mesela Kıbrıs sorununun iki devlet temelinde çözülmesi gerektiği tezimizden milim taviz vermeden Yunanistan ile Ege’de bir yumuşama yaratabiliyorsak ne ala! Fakat hep yaptığımız gibi Atina’yı ürkütmeyelim, aman gücendirmeyelim diyerek gereksiz nezaket sergileyip kendi içimizde birbirimizi çözüm isteyenler ve istemeyenler diye suçlamaya gideceksek böyle bir yumuşama olmamalı; çünkü, KKTC’nin tanınması yönünde atılacak adımların tavsamasına yol açacağı gibi, KKTC içinde de federasyon yanlılarının ‘biz size söylemiştik, Türkiye iki devlet diye birkaç laf eder sonra da geri adım atar’ tezine haklılık kazandırırız.

Unutmamak lazımdır ki, Yunanistan İmparatorluğun son yüzyılında Osmanlı ile kavgalı olduğu zamanlarda da dost olduğu dönemlerde de hep kazançlı çıkmayı başarmıştır. Bunun sebebi de Avrupa’nın çoğu zaman Yunanistan lehinde tavır sergilemesidir. Bu lanet döneme Atatürk son noktayı koymuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kıbrıs meselesi ve oradan Ege’ye genişleyen Türk-Yunan sorunlarında Ankara her zaman teyakkuzda olmuş ve Batı’nın Yunanistan lehinde girişimlerde bulunmasına izin vermemiştir. Fakat kabul etmek lazımdır ki, bu politikalar AB konusunun Türkiye’ye büyük bir medya kampanyasıyla yutturulduğu 1990’ların ikinci yarısına kadar sürdürülebilmiş ve ardından gelen yaklaşık yirmi yılda Avrupa Birliği süreci içerisinde Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan politikaları adeta altüst olmuş/edilmiştir. Son zamanlarda gösterilen basiret ve çok kutupluluk sayesinde elde edilen üstünlük ve avantajlar olmayan bir AB perspektifine heba edilmemelidir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English